Güncelleme Tarihi:
Bir us yarılması halindeki kahramanı, ebedî mağlup Sayru Usman, kitabın başından itibaren Türk edebiyatının büyük isimlerinden günümüzün çok satan yazarlarına, Osmanlı tarihçilerinden Cumhuriyet aydınlarına kadar herkesi hızardan geçiriyor. Selim İleri’yle büyük tartışmalar çıkaracak romanını konuştuk...
Bize kısa bir Sayru Usman profili çizebilir misiniz?
- Yozlaşmış, içi boşalmış ve tekrarlar içerisinde dönüp dolanan toplum içinde bir adam. Bu yozlaşmayla derdi olan, Cumhuriyet tarihiyle meselesi olan, kendi talihiyle derdi olan, aklî melekeleri de yerinde olmayan bir adam. Aslında bütün nefretini kustuğu toplumla barışmak isteyen biri. Her türlü üçkâğıda da açık olmasına rağmen başaramamış. Onu yeterli görmemişler ve hep dışarıda tutmuşlar. Bu sayede de gerçekleri görebilmiş. Eleştirdiği, nefret ettiği insanlara benzeyebilecek zayıflıkta ve kötülükte biri. Örneğin insanların eserlerini okuyup kimin nereden aşırdığını tek tek saydıktan sonra kendisi de Abdülhak Hâmid’den aşırarak roman yazan birisi. Bu toplumun aydınlar katında yetiştirdiği bir üçkâğıtçı... İçine kapalı ve dışlanmış ve ebedî yalnız! Tüm bunların yanında, Sayru Usman benim!
Yani eteğinizdeki taşları dökmüşsünüz diyebilir miyiz?
- Kesinlikle! Belki de sırf bu yüzden Sayru’yu yaratmak zorunda kaldım. Sayru gibi bir roman kişisi olmalıydı elbette ama eteğimdeki taşları dökme arzusuydu en önemlisi. Hatta kitap bittikten sonra “Keşke şunları da dahil etseydim, unutmuşum” dediğim şeyler çıkıyor. Gerçekte benim de mel’un bir tarafım var. O yüzden, yıllardır söyleyemediğim hayatımda izi olan, kafamda sürekli eğip büktüğüm, düşündüğüm, aklımı karıştırmış birçok şeyi Sayru’ya sığınarak söyledim. Az önce “Sayru benim” dedim ama henüz Sayru kadar tımarhanelik olmasam da Sayru’nun söylediklerinin her kelimesine katılıyorum. Şunu da belirtmeliyim: Kimseyi kötülemek, çekiştirmek, dedikodusunu yapmak için yazmadım. Osmanlı ve Cumhuriyet tarihini eleştirmek haddime bile değil. Ama bunların tartışılması gerek. Uygarca tartışılınca düzlüğe çıkılacak.
Peki sizin de Sayru Usman gibi, eleştirdiğiniz şeyleri yaptığınız oluyor mu?
- Olmaz olur mu? Elbette
hepsini yapmama imkân yok ama muhakkak bir şeyler vardır yaptığım veya yapacağım. Örneğin romanda süpermarketlerde satılan kitaplara yönelik Sayru’nun görüp söylediği şeyler var. Kabakla, hıyarla yan yana raflarda sergilenen, bir ay sonra adı unutulan kitaplar. Yani çok satmak için uygulanan stratejileri eleştiriyorum
ama bu kitap da yarın süpermarket raflarında yer alacak. İnsanoğlu yaşadığı toplumun yarattığı sanrılardan kolay kolay kurtulamıyor çünkü.
SON ROMANIM OLACAKTI
Alışılmış üslubunun dışında, ‘çatal dilli’ bir Selim İleri var karşımızda...
- Bunları yazdım ama kimsenin kalbi kırılmasın istiyorum... İçimdeki habislikti o. Yazdım affedin! Sayru kitabın sonunda “Ne yaptım ben” diyor, ben onu demedim elbette. Ama bunların hiçbirini insanları hor görmek için yazmadım. Bunları önce yazarsınız, yayımlansın diye çıldırırsınız, yayımlandıktan sonra “Eyvah ben ne yaptım” dersiniz. Bu kitabın kaderinde de bu var.
Gerçekten de büyük bir Türkiye eleştirisi var kitap boyunca! İlk olarak ‘Tanrılaştırılmış’ isimleri geçiriyorsunuz hızardan...
- Evet! Geçirmeye çalıştım daha doğrusu. Bazı şeyleri attım çünkü. Bu Tanrılaştırılmış herkese yönelik “Hayır” manifestosu daha belirgindi ama kendime sansür uyguladım. Çünkü biliyorum ki toplumun bazı kesimleri orada kullanacağım ifadelere hazır değil, başka yere çekilebilirdi. Ben Tanrılaştırılmış her şeye, herkese kahkahalarla gülüyorum. Bu anlayışa şiddetle karşıyım. Bir yazarı çok sevmek, devlet nezdinde yahut vatandaş nezdinde çok sevmek hakkını teslim etmeye çalışmak elbette güzel, hatta olması gereken bir şey. Ama onu Tanrılaştırmak, tiranlaştırmak çok yanlış.
Bu kitap için ‘son romanım’ diyordum. Şimdi kitaba bakınca, böyle bir üslupla değil ama yüzleşmenin hakikatiyle bir romananlatı var kafamda ‘Son Bir Ölüm Provası’ adını düşünüyorum şimdiden. Bu ilk yüzleşmeye cesaret edişimdi, bir sonraki yüzleşmemde çırılçıplak anlatmak istediğim şeyler olacak.
Namık Kemal. Tarihin şanlı sayfalarını kirletmekten çekindiği için bazı olayları inkâr etmiş. Olmuşu, yaşanmışı, olmamış, yaşanmamış kılarak tarihin şanlı sayfaları korunabilir mi?
Sayru Usman’ın eleştirdiklerine Selim İleri neler diyor?
Nurullah Ataç?
Hayranım. Edebiyatımızın hâlâ yaşayan ölülerinden birisi. Ölümsüz demiyorum bakın ama hâlâ yaşayan bir isim. Ona sonsuz hayranlığım var. Aramızdaki bütün tezatlara rağmen beni alıp bambaşka dünyalara götüren bir yazar. Ataç’ı burada dil meselesinden çok kullandım. Çünkü Türkçe meselesi dolayısıyla en uygun figür oydu. Kitapta sıklıkla kullandığım ‘Ataç kelimeleri’ bugün bilinmiyor bile. Çünkü zaten olmayacak şeylerdi. Ben ne kadar hayran olsam da Sayru sevmiyor Ataç’ı!
Muhsin Ertuğrul?
Hiçbir zaman hayranlık duymadım. Gerçekten, bu kitapta en çok şimşekleri üstüne çekecek tema Muhsin Ertuğrul. Ben Ertuğrul’un büyük bir tiyatro sanatçısı, yöneticisi, büyük bir sinema insanı olduğunu düşünmüyorum. Her şeyi öykünme, orijinal neredeyse hiçbir şeyi yok. Hele ki sinemacı Muhsin Ertuğrul için, öyle birisi yok bile derim... Yaşarken de cesur isimler tarafından eleştirilmiş ama yine yaşarken tiranlaşanlardandır...
Tevfik Fikret?
Bir insanın Sis şiirini sevmemesine imkân yok. Ama Fikret eşine az rastlanır bir konformist! Bunu ilk söyleyen ben değilim. Bugün en az üç çocuk diyen anlayış gibi, “En az dört çocuk” gibi cümleler kuran bir adam Fikret. Konformist olmasına rağmen sosyalizan bir şey olsun istemiş, dahası bizim aydınımız da ısrarla onu sosyalizan konuma oturtmaya çabalamış...
Fuat Köprülü?
Sayru romanda Köprülü’ye çok büyük haksızlık ediyor. Ben o kadar etmezdim... Fuat Köprülü’nün “Bizans’ın Osmanlı’ya hiç tesiri yoktur” tezi, başkaları için çok ilmi gelse de benim için absürd bir tez. Daha nasıl bir etki olabilir ki? Bu bölümler için defalarca kronikler, kitaplar, incelemeler okudum. Köprülü ısrarla etki yoktur diyor. Ama yine de Sayru’nun söylediği kadar zulmü hak etmedi. Ataç, Fikret ve Muhsin Ertuğrul için bunu söylemesem de Köprülü için biraz haksızlık ettiğimi söyleyebilirim.
Bu isimlerin kim olduğunu bulabilecek misiniz?
İstiklâl’de kitap imzalayan yazar
Genç kız çantasından bir kitap çıkarıyor ve o genç hanımın yolunu kesiyor.
Beyoğlu’ndayım. (Çıkmaz olaydım.) “Kitabınızı imzalar mısınız? Hayranlarınızdanım.” “Ver bakalım.” Genç hanım pek mağrur. “Yol ortasında biraz tuhaf olmuyor mu?” Gülüyor. “Adın ne?” Öteki utangaç, alık alık -işitemediğim- bir isim söylüyor. O genç hanım karalarcasına yazıyor, imzalıyor. Kitabın kapağını göremedim. Kimdir, bilmiyorum.
Tımarhanelerden konu çıkaran asrın romancısı
Sanki gözüm ısırıyor. Bilinemez bir cesaretle Dr. Tahsin’e “Kim bu hanım?” dedim. “Tanımıyor musun? Asrın romancısı Sevda İffet! Lutfetti, sizlere dair bir roman yazıyor.” “Konuş! Vaktim yok. Burdan Alaçatı’ya yazevime gideceğim.” Dikkatle baktım. Gerçi gözlerim gözlüklü gözlüksüz görmüyor. Asrın romancısını tanır gibi oldum: Bana öyle geldi ki, İzzet Baysal Huzurevi’nde çoktan ölmüş olması gereken İffet Hanımefendi’dir. Ne zaman asrın romancısı olmuş? “Beni tanımadınız mı İffet Hanımefendi?” “Tanımaz mıyım tımarhane kaçkını! Ya Neron ya Napolyon ya Atatürk’sün hah hah hayt!”
Sosyeteye Mevlut’u sevdiren adam
Gazetenin ‘kültür-sanat’ sayfasındaki manşet, ‘Mevlutçu Ressam.’ Hem tuhafıma gitti hem alakamı çekti. Düne kadar bir mevlithan (halk ağzı: Mevluthan) olan - ‘sosyete mevluthanı’, ‘sosyeteye Mevlut’u sevdiren adam’- Yurdakul Akgün ressamlığa soyunmuş ve bir resim sergisi açmış. Resim sanatına hevesi, istidatı öteden beri varmış. Yurdakul Akgün’ün Karasevdalar Sultanı Karacaoğlan’ın Karasevdaları adlı bir sergi açtığını (resim sergisi) ve sergideki resimlerinin hemen açılışta kapış kapış gittiğini, Akgün’ün birdenbire en çok satan ressamların en birincisi olduğunu okuyunca yukarıdaki satırları yazdım.