Güncelleme Tarihi:
Ayşe ARMAN
Neredeyse her gece sokakta. Gecelerin, sokakların, barların, kulüplerin, oralarda yaşananların nabzını tutuyor. Eskinin Pera muhabirleri gibi, Kelebek yazarı Onur Baştürk de sokağın muhabiri. Bana eğlenceli, ilginç ve yeni geliyor. En azından oturduğu yerden ahkâm kesmiyor. Gördüğünü yaşadığını yazıyor, cesur çıkışları oluyor. Böyle bir insan nasıl olur? Aşırı sosyal, sokulgan, konuşkan, girişken. Çok öyle biri değil. Cool ve mesafeli. Ve temkinli. Sazan gibi hiçbir şeye atlamıyor, duruyor, tartıyor ondan sonra...
Bir Onur Baştürk’tür gidiyor. Ama hikâyesi nerede, nasıl başladı bilmiyoruz...
- Ankara’da doğdum ama büyüdüğüm yer Karaman Ermenek...
Ermenek mi? Orası, benim babamın askerlik yaptığı yer! Ne alaka Ermenek?
- Çünkü annem oralı. Madem şecere döküyoruz, babamı da unutmayalım, o da Sivaslı, Divriği’den.
Taşrada büyüdün yani! Taşrada büyümenin kolaylıkları, zorlukları...
- Taşrada, zaman yavaş ilerler. Şehirdeki gibi değildir. En büyük zorluk bu. Oysa büyümekte olan biri ne ister? Hız! Bir an önce hayata atılmak, ne olup ne bitiyor bakmak. Ama taşrada hayat, “Bir dakika sakin ol” şeklinde akar. O yüzden, şimdi ne kadar hızlı yaşasam da, bir gün, bir hafta, bir ay nasıl geçiyor anlamasam da, içimde bir yerde hep ama hep çok sakinim, bu taşranın bana kattıklarından biri. Taşranın başka güzellikleri de var tabii.
Ne gibi?
- Organik beslenme mesela. Teyzelerimin bağları, bahçeleri sağ olsun; taze sebze ve meyvelerle geçti ilk gençliğim...
Kaç teyzen vardı?
- Üç. Ayrıca onların kızları. Kadınların ağırlıkta olduğu bir ortam...
Ermenek, sende ne tür izler bıraktı?
- İçedönüklük ve sükûnet. Bir de fena halde hayal kurma yeteneği. Gerçekmiş gibi hayaller kurardım. Kendime ait televizyon kanalım bile vardı mesela.
Niyeyse?
Nasıl bir sosyal ortam? Nesi bir daha bulunmaz, nesil katlanılmaz...
- Bol bol kahkaha, kakara kikiri, müthiş bir yeme-içme ayini, terasta geçen uzun yaz akşamları, bunlar bir daha bulunmaz! Ama katlanılmaz olan, bir süre sonra her şeyin aynılaşması. Müthiş bir kısırdöngü ve sıkıcı...
Ben de taşralıyım, bir tarafım hep sevdi, bir tarafımsa hep kurtulmak istedi, senin durumun neydi?
- Aynı. Bu arada, muhabbet öyle hale geldi ki, birazdan Taşra-Der’i kurmak istiyorum, ben başkan olacağım, sen de genel sekreter! Ben diyorum ki, her yerden bir süre sonra gitmek lazım Ayşe. Hep aynı yerde yaşamak fena halde sıkıcı. Bu her kasaba, her metropol, her ülke için geçerli...
Nereye gitmek isterdin buradan? Bundan sonraki durak neresi?
- Evet ya, İstanbul’dan da sıkılıyorum bazen. Nereye mi gitmek isterdim? Önce New York, sonra tam tersi Tibet!
Kardeş var mıydı?
- Üç erkek kardeşiz biz. Bendeniz ortanca.
Rol modelin kimdi? Kime benzemeye çalıştın?
- Gerçek hayattan yoktu! Dizilerden kahramanlar vardı. Mesela “Booker” diye bir polisiye. Saçlarımı o dizideki çocuk gibi (Richard Grieco) uzatıp, uzun paltolar giyip, motosiklete atlayıp dedektif olmak istedim.
Başka?
- Cosby Ailesi dizisindeki gibi bir evim olsun isterdim. Türk tipi evler bana kötü gelirdi. Hatırla: Hani Cosby’lerin evinde, kapıdan içeri dalar dalmaz salona girerdin. Ortada bir kanepe, karşısında televizyon filan. Hoş, aynı düzen bütün Amerikan sit-com’larında vardı. Charles İşbaşında’yı hatırlar mısın? Peki Altın Kızlar’ı? Ya da Hayat Ağacı’nı? Şimdi anlıyorum ki beni Amerikan dizileri mahvetmiş!
Çocukluk hayalin neydi? Ne olmak istiyordun?
- Net bir şey yoktu. Ama yazı yazmayı seviyordum. Bu tutkudur galiba önüme yolları, otobanları açan...
Gelelim Ankara yıllarına... İletişim Fakültesi’ne tesadüfen girenlerden misin?
- Hayır hayır, ilk tercihim. Basbayağı bilinçli. Zınk diye kazandım.
Ankara’nın sana kattığı ne?
- Kendi başına yaşamayı öğrendim, hayatta ne istediğimi anlamaya başladım, yalnızlığın tadını çıkardım. İlk iş deneyimleri, ilk serserilikler...
Yalnızlık, hayatının ne kadar büyük bir teması?
- Hayli büyük. Hani var ya kalabalık içinde yalnız, ben de onlardanım. Yalnız olmayı-kalmayı bilmek lazım. Bunu beceremeyeni pek sevmem.
Hep ayrık otu mu kaldın yani...
- Ayrık otu diyerek beni niye toplum dışına ittin şimdi, aşkolsun! Ama doğru bir yanı var, gerçi bu ayrıkotu olma hali mi, yoksa kafana göre takılmak mı, pek emin değilim. Şöyle diyelim; gelir geçer şeyleri sevmedim hiç. Ama bağıra çağıra da isyan etmedim hiçbir şeye. Huzurlu bir isyankâr oldum. Aaa, ne güzel köşe ismi olurdu bu!
Hiçbir yere ait oldun mu? Dernekler, gruplar, ideolojiler...
- Hayır! Üniversitede ufak ufak solculuk denemelerim oldu. YÖK’ün kuruluşunu protesto etmek için halay çekenlere katılmak gibi. Ama hayır, hiçbir yere ait olmadım. İstemedim de. Galiba bu konuda özürlüyüm. Yapacak bir şey yok.
Arkadaşlıkların uzun sürer mi?
- Al zor bir soru daha! O kadar uzun soluklu, mıç mıç arkadaşlıklarım yok. Zaten önemli olan süre değil. Şu anda çok sağlam arkadaşlarım var. Beraber yaşlanacağız gibi gözüküyor. Ama yok, böyle gezip tozarsak yaşlanmayız da biz! Çok gezen yaşlanmaz!
Ve ver elini İstanbul... Bu şehirde hayatla ne kadar boğuştun? Ne kadar zorlandın?
- Çok da zorlanmadım aslında. Ama tabii medyada başlangıçta sürünürsün, kuraldır. Boğuşmaksa, boğuştum. Bir-iki küçük iş denemesinden sonra, bir tanıdık vasıtasıyla Duygu Asena’nın dergilerine zıpladım.
Duygu Asena’yı seçmenin özel bir sebebi var mıydı?
- Onunla konuşmak bile acayip bir şeydi, benim gözümde değeri büyüktü. Castro ile yaşadığı anılar çok matraktı. Onun hayatla dalga geçen bir tarafı da vardı. İş görüşmesinde sırf beni işe alsın diye, “Sizinle aynı gün doğmuşuz, ikimiz de Koç’uz, ha ha” diye saçmaladığımı hatırlıyorum. Tabii ki Duygu Asena hiç karşılık vermedi bu aptalca lafıma. Ben de aynı şeyi yapardım! Allah’tan işe alındım, Negatif ve Kim’de çalıştım. Zaten son dergileriydi. Onun “pat diye her şeyi bırakma, kazık çakmama” ve “hiçbir şeyi umursamama” hallerine bayılıyordum. Hasta olduktan sonra ekipçe toplanıp evine gitmiştik. O zaman bile aynıydı sanki. “Ölüm bana vız gelir” der gibiydi.
İstanbul ne kadar hırpaladı seni?
- Henüz Dubai’ye kaçacak kadar hırpalamadı! Herkes kadar işte...
Sonrasında nerelerde çalıştın?
- Of of, çok yerde! Sabah’ta, İxir’de, sonra Mehveş Evin yönetimindeki Aktüel’de, Vatan’da. Bir sürü part-time işler yaptığım da oldu. Ama onları saymayayım yorma beni!
Ve son durak Hürriyet... Sence medyada hangi boşluğu dolduruyorsun?
- Bunu benim yerime başkasının söylemesi daha hoş olurdu. Ben söyleyince acayip durabilir. Ama ısrar ettin, söylüyorum o zaman: Ben medyanın sokakla bağlantısıyım. Sürekli sosyal ortamlarda, ama şık ama salaş, her yerdeyim. Gezip tozuyorum, şehirde ne olup bitiyor görüyorum ve anında yazıyorum. Masa başından zırvalamıyorum yani.
Yaptığın işin adı ne?
- “Ek yazarı” diye bir kategori var. Öyle tanımlamıyorum. Hayatı, daha doğrusu sosyal hayatın her alanını yazıyorum diyelim gitsin. Bunun içine o kadar çok şey giriyor ki! Gizli saklı yapılan swinger partisi de, gay barda eğlenen belediye başkanı da, bir ev partisinde eğlenen Teoman da, Reina’nın kadınlar tuvaletindeki muhabbet de, kimselerin değinmediği bir film ve kitap da...
Bir dakika, bir dakika... Var mı bunlar gerçekten Türkiye’de, swinger partileri filan yaygın mı?
- E var tabii, sen de şaşırıyorsan! İnternet siteleri var, orada haberleşiyorlar. Ve her ay bir otel ya da bir evde toplanıp parti veriyorlar. Ben de bir arkadaşım sayesinde bir partilerine sızmış ve bunu yazmıştım! Benden nefret etmişlerdi.
Bir de Paris Belediye Başkanı hikâyen vardı, neydi o?
- Gecenin bir vakti haber uçurdular bana. “Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanoe Tek Yön’de eğleniyor” diye. “Süper haber!” dedim ve hemen taksiye atladım Tek Yön’e gittim. Gerçekten de Belediye Başkanı orada. Arkadaşlarıyla eğleniyor şahane bir şekilde. Ben de yazdım. Sonra tabii kızdılar. Ama gazetecilerin kaderi biraz da böyle, herkes seni sevecek diye bir şey
İzzet Çapa aşırı tepki gösterdi Can Tanrıyar’la mahkemeliğiz
İşletmeci İzzet Çapa seni neden mekânlarına almıyor? Ne yaptın adama...
- Bir şey yapmadım valla! Mekânları hakkında olumlu olumsuz yazılar yazdım. Olumsuz olanlara dayanamadığı için beni her gördüğünde hep tatlı-sert çıkışırdı. Çok aldırmıyordum. Çünkü zaten hep mesafeli dururum. Öyle olunması gerektiğine inanırım. Neyse, son olarak bir okur mail’ini yayınladım. Onun mekânında yenen yemekten ip çıkmış. Okur şikâyetçi, yabancı müşterilerine rezil olduğu için fena halde kızgın. Okurla da konuştum telefonda, teyit ettim. Keza Çapamarkacılar da inkâr etmediler ipi. Ama öyle bir taarruza geçtiler ki; sanki kafayı onlara takmışım, şahsi bir derdim varmış gibi. Hiç öyle bir şey yok. Başka bir mekân hakkında mesela “balığı kokmuş” yazmıştım. Aynı şekilde Reina’nın kapısı hakkında da neler neler... Kimseden İzzet’ten aldığım kadar aşırı, “Seni bundan sonra mekânlarıma almıyorum” tarzı tepkiyle karşılaşmadım. Biraz cool olmak lazım. Olumsuz eleştiriye de açık olmak lazım.
Şimdi barıştınız mı?
- Bilmem. Ben hiç küsmedim ki. Küsmek ya da barışmak; bu işte öyle çocukça şeylere yer yok.
Peki Can Tanrıyar’la kavganızın sebebi....
- Kavga değildi. Kavga deyince iki kişinin birbirine girmesini anlıyorum ben. Burada tek taraflı bir şiddet söz konusuydu. Birden geldi, “Merhaba” dedi ve çat diye tokat attı.
Bir sürü şey söyledi sonradan...
- Hepsi yalan tabii. Şu anda iş yargıda. Olaya şahit olanlar var, gerekli yanıtı mahkemede vereceğim.
Bu son hadise sana ne öğretti?
- Bunu ben de düşündüm, hem de polis arabasında Şişli Etfal’e darp raporu almaya giderken... O şok anında... Yaptığım işin aslında ne kadar zor olduğunu anladım. Belki de önceden o kadar farkında değildim. Hep güçlü olmak lazım.
Biseksüellik artıyor
Yazılarında biseksüellikten bahsediyorsun, gay’leri savunduğun da oluyor. Bu, Türkiye’de çok sık rastlanan bir şey değil. Ne mesaj vermek istiyorsun? A) Beni rahat bırakın... B) Artık gelişelim... C) İnsan olalım...
- Bence her şeyden bahsettiğim kadar yer veriyorum. Ne çok ne az. Sonuçta şehir hayatının bir parçası biseksüel ya da gay kültür. Bir mesaj vermeye çalıştığım filan yok. Pardon ya, şıklardan birini seçmem gerekiyordu değil mi? D şıkkı yok mu? D şıkkını ben koyayım o zaman, Ajda’nın bir şarkısı olsun: “Eğlen güzelim, gününü gün et!”
Biseksüellik gay’liğe ara geçiş dönemi mi?
- Öyle olduğunu zannetmiyorum. Zaten 2010’a girerken bu tarz soruları geride bırakmalıyız.
Türkiye’de durum ne? Biseksüellik artıyor gibi saptamalar yapılabilir mi?
- Sadece gözlemlerimi söyleyebilirim: Evet, artış var.
Cinsel kimliğini saklayanlara ne diyorsun? Onlara hak veriyor musun?
- Bir şey demiyorum, ne diyeceğim! Gülben’in şarkısındaki gibi, “Herkes kendi hayatını yaşar yarim”. Açık ya da kapalı, bu kişisel tercih...
Homofobikler, biseksüelliği daha mı kolay kabul ediyor?
- İnsan homofobikse, biseksüelliği de bünyesi kabul etmez. Bu arada, homofobiklere de eşcinseller “Potansiyel eşcinsel!” diye bakar.
Eğlence demek ev partisi demek
İstanbul gece hayatında dikkat edilmesi gereken şeyler neler... Başıma bir şey gelmesin diye bir önlem alıyor musunuz...
- Dikkat etmen gereken tek şey, mekâna girdiğin anda hissettiğin enerji. Negatif mi pozitif mi? Onu hissedersin zaten. Ya da ben hissediyorum. Rahatsızlık veriyorsa, yarım saat sonra çıkarım. Önlem budur! Ne yazık ki Haluk Akakçe gibi bir kadın korumam yok! Olsun ister miydim? Hayır. Haluk’un kadın korumasının başka bir amacı var.
Nedir o?
- Çok sarhoş oluyormuş Haluk. Ve gecenin sonunda saçma sapan şeyler yapıyormuş. Gidip 5 bin tane milli piyango bileti almak gibi! O yüzden arkadaşları ona koruma tutmuş.
Neyi almadan sokağa çıkmazsın?
- ATM kartımı!
Yalnız gittiğiniz olur mu bir mekâna, bara, gece kulübüne?
- Evet, onun da zevki başka. Kimseyle konuşmak filan istemediğim zamanlar...
Senin için eğlence ne?
- Evde yaptığım partiler!
Kimler geliyor? Ne özelliği oluyor?
- Arkadaşlarım, kim gelecek? Özelliği, çok eğlenmemiz. Çok dans etmemiz. Kendi kendimize şovlar yapmamız. Müzik ortaya karışık oluyor. Genelde ben çalıyorum.
Türk aile yapısı masalı bitti artık
Sana bile “Vay be!” dedirten okurlar var mı?
- Olmaz mı? Bazen öyle mail’ler geliyor ki aklım uçuyor. Hele eş değiştirme yazısından sonra gelenler inanılmazdı. Zannettiğimizden daha büyük bir kesimin akla hayale gelmeyecek seks fantezileri var aslında. Ki bunların çoğu evli barklı, çocuklu insanlar. Kocasını bir adamla sevişirken izlemekten hoşlananlar, karısını bir geceliğine bir başka adama ya da kadına “hediye edenler”. Sonra bunları özel olarak fotoğraflayanlar... Filan filan. Çok uçtuk galiba, durdur beni!
Peki bir çelişki yok mu? Hani o hep sözü edilen Türk aile yapısıyla çelişmiyor mu bunlar?
- Türk aile yapısı denen şey nedir ki? O masal bitti artık. “Vavien” filmindeki gibi, ikiyüzlülük var tabii. Her şeyi yapıyorlar, sonra da “Aman yapmadık bir şey” diyorlar. Dışardan normal Türk ailesi... Oysa içerde ne seks fırtınaları kopuyor!
Yeni hedonizm eğilimleri neler?
- Günümüzün hazları eskisi gibi değil artık. Haddinden fazla lüks mesela, artık hedonist bir eğilim değil. Diyelim ki deli gibi paran var, şatafatlı bir otel yerine, git butik bir otelde, daha karakterli bir odada kal. Son trend bu. Bir de kendini keşfetmenin hazzı var. Şu zamanın en büyük hedonist eğilimi bu zaten. Artık kişisel gelişim seminerine mi katılırsın, yoga mı yaparsın, detoksla mı rahatlarsın; sana kalmış. Yeter ki kendinle uğraşıp dur! Seksten bile daha değerli bir şey oldu. Bir de günlük hayatta biseksüel olma meselesi var...
O nedir?
- Yeni hedonist için illa yatıp kalkmak, işi pratiğe dökmek gerekmiyor. İki cins tarafından da beğenilmek, onaylanmak, hatta zaman zaman flört etmek istiyorlar. Durum bu...
Bir insan, biseksüel olup olmadığını nereden anlayabilir? “Gizli biseksüellik” diye bir şey var mı? Mesela ben erkekleri seviyorum, aynı anda kadınları da seviyor ve kendimden gizliyor olabilir miyim? Bu mümkün mü?
- Uzman psikiyatrist değilim, ama illa ki anlarsın. Senin de kendinden gizlediğini filan da zannetmiyorum, biseksüel değilsin Ayşecim. İnsan böyle bir şeyi nasıl gizler ki? Mümkün değil.
Neden en çokgay barlarda eğleniyoruz?
- Kadınlar eğleniyor, çünkü hem kimse kasmıyor hem de onlarla ilgilenen yok. Rahat ediyorlar. Kız arkadaşıyla gelen heteroseksüel erkek de eğleniyor aynı sebepten. Çünkü kız arkadaşı rahat ediyor. Bir de gay barlara her kesimden insan geliyor. Bankacısı, şoförü, ünlüsü, sosyetesi. Bu sınıf karmaşası da eğlenceli oluyor haliyle. Ve isteyen istediği gibi dağıtıyor. “Kim ne der” kaygısıyla hareket edilmiyor.
İstanbul’da neresi “in”? Bara gitmek istersem nereye gideceğim?
- Sürekli değişiyor. İstanbul’da hayat o kadar kaygan zemin ki, “in” mekânları bile kısa süreli oluyor. Şu an “in” olan Nişantaşı’ndaki Biber mesela. İş çıkışı gidilecek, sonrasında akşam partilemeye kalınacak barlardan biri.
Gecelerde kadınların amacı ne?
- Çok akıllı, işi gücü olan, amacı sadece eğlenmek olan kadınlar da var, zengin adam avcısı olan da.... Hepsi var. Ama zengin adam avcısı olanlar da öyle paçoz ki; hemen giyiminden, takılarından, makyajından çakıyorsun “Bu yollu” diye. Oysa zengin erkek avcısı dediğin de karakterli bir kadın olmalı. Havalı olmalı. Gerçi zengin erkeklerin de o tarz kadını anlayacağını/tavlanacağını pek zannetmiyorum. Onların da çoğu kalas...
Adamların amacı ne? Bir geceliğine götürebilecekleri bir kadın bulmak mı?
- Bence artık adamların değil, kadınların amacı oldu “götürmek”! Erkekler daha masum kaldılar. Hatta kaçıyorlar bu tür kadınlardan. İş, tersine döndü. Kadınlar ise hani azdılar demek istemiyorum, ama kendilerini mi keşfettiler ne, coştular! Mesela “skorcu kızlar” var. Grup halinde çıkıyorlar gece. “Kim daha çabuk adam götürecek” diye skor yarışına girişiyorlar!
“Düzgün adam yok ortalıkta. Ya evliler ya gay’ler...” tespite ne diyorsun...
- Geyik diyorum. Bir kere kadınlar, düzgün adam filan istemiyor, bu bir. Biraz arızalı, biraz maço birini istiyorlar, iki. Ayrıca düzgün adam isteyen de çay bahçesine filan gider!
Gittiğin yerlerde para ödüyor musun?
- Elbette! Bazen “Aman efendim, bizim ikramımız” diyen de çıkıyor. O zaman da kibarca en az hesap kadar bir bahşiş bırakıp çıkıyorum.
Kızlarla mı çıkmayı seversin, erkeklerle mi?
- Kadın arkadaşlarımla! Çok eğlenceli, gece hayatını bilen, görmüş geçirmiş, asla kapris yapmayan kadın arkadaşlarım var. “Aman topuklular ayağımı ağrıttı” diyeni de sevmem hani.
Güzel bir grilik var saçlarında, ya artarsa ya saçlar dökülürse...
- 18’imden beri arttı arttı, bu kıvamda kaldı. Ama döküleceğini hiç düşünmemiştim, felaket
tellalı mısın Ayşe?