OluÅŸturulma Tarihi: Ocak 23, 2005 00:00
Yehudi Menuhin, yıllardır birlikte çalmak istediği ünlü Rus piyanistle nihayet sahnededir. Ancak piyanist konser boyunca suratını asar, asmakla kalmaz sanki verdikleri muhteşem konseri lanetler gibi bakar.Menuhin, seyircinin ayakta alkışları ve 10-15 kez bis yaptırmasından sonra kuliste dayanamaz sorar: ‘Acaba bir yanlış mı yaptım üstad?’ ‘Yoo’ der piyanist. ‘Peki benim keman çalma tarzımı mı beğenmediniz?’ Piyanist, ‘Hayır, siz büyük bir virtüözsünüz!’ der. Menuhin sabırsızlanır: ‘Peki ama niye o kadar surat astınız o zaman?’ Rus piyanist şöyle cevap verir: ‘Yok canım ben piyano çalmayı sevmem!’ Onunki de aynı hesap: Şimdilerde Atv’de yayınlanan Avrupa Yakası’ndaki İfo Teyze rolüyle pek bir ünlü oldu ama asıl 1970’lerde şarkıları ve yorumuyla ortalığı kasıp kavuruyordu. 1980’lerde tiyatro sahnelerinde, müzikallerde, sinemada önemli rollerdeydi. 1997’de Beyhude adlı albümüyle müzik aleminde yeniden bir göründü ama sonra pek peşine düşmedi. Çünkü o şarkı söylemeyi sevmiyordu! Siz yine de çok inanmayın, o şarkı söylemeyi ‘bazı şekillerde’ çok seviyor. Ve bugün, ‘Aa İfo Teyze şarkı söylüyor’ diyen kuşakla ‘Ne İfo Teyzesi, O Hümeyra!’ diyen kuşak kavga etse de o şarkılara yetişmiş şanslılar ve yetişememiş şanssızlar olarak onu birlikte seviyorlar... 10 Ekim 1947’de, Ankara’da doğar. Muafakat, Malike, Ulviye, Mehire isimlerinin havalarda uçuştuğu ailede, Hümeyra adını alması tuhaf değildir: Arapça’da bir renk ismidir Hümeyra, güneş batmadan önce gökte beliren kızıllığı anlatır.İstanbullu, oldukça medeni bir ailedir onunki; babası Muafakat Akbay, Ankara Hukuk Fakültesi’nde, daha o yıllarda insan hakları üzerine çalışan bir profesör, annesi Malike Hanım ise paşa babasının görevi nedeniyle Mısır’da yabancı okullarda eğitim görmüş, dört dil ve iyi görgü bilen bir ev kadınıdır... Küçük yaşında baleye gönderilir; ama büyüyünce iyi bir balerin olsun diye değil, genç kız dediğin derli toplu oturmalı, zarif olmalı diye düşünüldüğünden. Böyle düşünen annesi ve anneannesi, o yüzden beli ince olsun diye saman yataklarda yatırırlar onu, adaba, terbiyeye çok önem verirler, ayak bilekleri nasıl ince olur’a kafa yorarak, ‘taammüden’ zarif bir kadın yaratmaya başlarlar. Doğrusu, kendileri de öyle olduğundan, bu zaten kalıtsal olarak geçmiştir Hümeyra’ya. (Ama elbette hayatın çok değişeceğini, onun yaş aldıkça ‘annemin bana öğrettiği bütün doğru şeyler yanlışmış, şimdi bunların hiçbiri yok’ diye düşüneceğini, giderek daha hissettiğini söyleyen, yani daha samimi, daha tatlı olacağını hesap edemezler.)İlkokula Ankara Koleji’nde başlayan evin tek çocuğu Hümeyra, on yaşına kadar, Gestapo kurallarına meraklı Avusturyalı mürebbiyeyle geçirdiği bir yıl dışında mutlu bir çocuktur. On yaşında babasını, henüz 42 yaşındayken kaybedince apar topar İstanbul’a taşınırlar. İlkokulu Nilüfer Hatun İlkokulu’nda bitirir, sonra Tarhan Koleji’ne girer.SADLER’S’DE BALE OLMADI TRAFALGAR’DA GİTAR ÇALDIİstanbul’a ilk geldikleri yıllarda baleye ağırlık verir. Daha zarif olmak için değil; sahiden balerin olmak için. İngiltere’de önemli bir bursu kaçırana kadar sürecektir bale aşkı. Şöyle: Bale dünyasında bir efsane olarak kabul edilen ve Ankara’da Opera ve Bale’nin kurulmasında önemli katkıları olan İngiltere’deki Sadler’s Wells Bale Okulu’nun (Bugün Birmingham Kraliyet Balesi) kurucusu Ninette de Valois, yeni yetenekler aramaktadır ve onu beğenir, okuluna davet eder. Harika Çocuk kontenjanından gidecektir ama 1960 İhtilali her şeyi dondurduğundan bu gidişi de engeller. Hümeyra ‘Madem Sadler’s’de dans edemiyorum, etmeyeceğim’ ukalalığıyla baleden soğur. ‘Sanki daha önce hayatında Sadler’s varmış gibi!’ (Yıllar sonra, tiyatro sahnesinde, Asiye Nasıl Kurtulur’da dans edecektir.)Yine de yolu İngiltere’ye düşer: Liseyi Londra’da müsteşar dayısının yanında okur, aynı zamanda grafik dizayn dersleri alır, gitarla orada tanışır. Çiçek Çocuklar dönemi, Trafalgar Meydanı’nda gitar çalıp, üstelik İngilizce sözlerle yaptığı ilk bestesini söyleyip, para topladığı yıllardır. Ama şarkıcı olmak aklının ucundan bile geçmez. Döndüğünde akademiye mi girsem diye düşünürken (çünkü resim de yapar) hayat şartları ağır basar, çalışmaya başlar. Gorbon Seramik, reklam ajansı derken, plak kapağı çizmek üzere Melodi Plak’a girer. Oysa kader orada başka bir şey için sotaya yatmıştır...Bir gün çizdiği renkler birbirine karışmasın diye beklerken, gitarını eline alır ve Aşık Veysel’den söylemeye başlar: ‘Güzelliğin on pare etmez/ Bu bendeki aşk olmasa...’ Patron içerden merakla seslenir: ’Hangi plağı dinliyorsun?’ Plak çalmadığını, kendisinin söylediğini seslenir o da. Patron koşarak gelir: ‘Hemen yarın plak yapıyoruz seninle!’Gençtir, ne olduğunu anlayamadan apar topar stüdyoya sokulur. Bir ara o kadar dizleri titrer ki, ‘bir sigara alıp geliyorum’ deyip kaçar. Yolda grafik şefi Ergin Bener tarafından yakalanacak, nasıl anladığını sorduğunda ‘Çıkarkenki yüz ifadesinden’ cevabı alacaktır. Daha sonra onunla Yonca Plak’ı kurarak yoluna devam eder ve ‘70’lerde yaptığı hemen tüm 45’lik plaklar hit, o da ünlü bir şarkıcı olur. Ancak ne kadar ünlü olursa olsun, sahne korkusu hiç geçmez. Yıllarca o gün stüdyodan kaçtığı gibi, sahnelerden de kaçar. Fazla konser vermez ya her sahneye çıkacağında, konser ya da tiyatro fark etmez, bir gece öncesinden yüzü uçuklarla dolar, tıpkı lisede sınavlarda olduğu gibi... Daha geçenlerde Amerikalı bir şarkıcının hayatını okurken öğrenir ki ‘sahne korkusu’ Latince adı da olan ciddi bir durumdur ve tedavisi bayağı meşakkatlidir. Ama bu korkudur ki, geçen yaz geçmiş günlerden şarkıların söylendiği konserde bir tek şarkı için sahneye -yine uçuklarla ve yaprak gibi titreyerek- çıkarken, sesini duyan altı bin kişinin alkışını bomba sanmasına, dolayısıyla her zamanki zarifliğiyle değil, sarsak bir şekilde yürüyerek izleyiciyle buluşmasına neden olacak kadar uzak tutmuştur onu sahnelerden. (Bu sahneyi ondan dinlemekse muhteşem İfo Teyze performansından çok daha fazlasıdır.) O stüdyoda söylemeyi ve o anda hissettiklerini çok uzaktakilere ulaştırabilmeyi sever.ANNESİ BEĞENMEZSE O İŞİ OLMAMIŞ SAYARDIHikayemize dönelim: İlk plağını doldurduğu günün akşamı, aynı zamanda çok iyi dost olduğu annesine, ‘ben bugün plak doldurdum’ der. Malike Hanım o kadar inanmaz ki, ‘Haa evet ben de Sophia Loren’le
film çevireceÄŸim’ cevabı verir. 15 gün sonra plağı eline verdiÄŸinde de hiç anlayamaz: ‘Aa neden senin resmini koymuÅŸlar?’ ‘E anne ben söylüyorum, tabii ki benim resmimi koyacaklar!’ Annesini ilk kez orada aÄŸlarken görür.Yıllar sonra, yaptığı müziÄŸin arabeske yenildiÄŸi ve iÅŸsiz-parasız kaldığı günlerde, Haldun Dormen’den ilk oyunculuk teklifini alır. O dönem TRT’ye eski sanatçıların hayatlarını anlatan bir dizi yapan Dormen, onda tiyatro ışığını gören ilk kiÅŸidir ve Åževkiye May’ı oynamasını ister. May’ın arkadaşı olan annesinin keskin testereye benzer eleÅŸtirileri burada da devreye girer: ‘Bu ne eçhel cesaretidir! Sen kim, o büyük sanatçıyı oynamak kim?’ Dolayısıyla, teklifi kabul eder ama film ekranlara geldiÄŸi akÅŸam, bir arkadaşına kaçar. Malike Hanım ne yapıp edip onu bulacak ve ‘Seyrettim, iftihar ediyorum’ diyecektir. Yaptığı iÅŸi 1500 kiÅŸi beÄŸensin, annesi beÄŸenmesin, o iÅŸ olmamıştır, onun için.Bu ilk deneyim, Åžehir Tiyatroları’nda 16 yıla; özel tiyatrolarda, müzikallerde ve Atıf Yılmaz’ın ilk teklifiyle sinemada oyunculuÄŸa götürür onu. OyunculuÄŸu sahne üstünde ustalardan öğrenir; eve koÅŸup kitaplar ve özel derslerle destekler. Tiyatronun disiplinini ve fikrini sever. Ama tiyatrodan da öyle çok paralar kazanılmaz. Bu yüzden bir ara iÅŸletmeciliÄŸi dener. Dikkat! Bu meslek ona annesinden kalmadır; babası öldüğünde annesi önce Bebek’te bir salın üzerinde, sonra Çengelköy’de bir yalıda Malike Restaurant’ları iÅŸletmiÅŸ, kadınların Ä°stanbul’da barda oturup içki içebilmesini saÄŸlamış kiÅŸidir. Her krizde ‘yetiÅŸ Hümeyra’ dediÄŸi için, onun da bir deneyimi vardır. NiÅŸantaşı’nda Figeyra ve Fındıklı’da Sardunya, Ä°stanbul’un gece hayatına damga vuran mekanlar olur. Ama o her ‘eli rahatladığında’ tiyatroya kaçar.BURNUN KAF DAÄžINDAÇENEN HAVADA YÃœRÃœTiyatroda, komedi dahil, her türlü rolü oynar, zaten komedinin de dramdan çıktığını düşünür ama onu ÅŸarkılarından ve biraz da hayatının görünen kısmından bilenlerin aklında Hüzün Kraliçesi olarak kalmıştır. Åžimdiki kuÅŸakları ise gülmekten kırıp geçirir. Bu tuhaf gibi görünen ÅŸeyin açıklaması ÅŸudur: Oldukça kırılgandır ve her acı olayda dalga geçecek, tebessüm edecek bir yan bulmak, onun hayatta kendini koruma yöntemidir. Annesi yıllar önce ‘kendini en düşük hissettiÄŸin anda burnunu Kaf Dağı’na koy, çenen havada yürü’ demiÅŸtir. İç disiplini, kendimi bırakmasına izin vermez; ama ‘hezeyanlı’ günlerinde insan içine de çıkmaz. Lady gibi yetiÅŸtirilmek istendiÄŸi kolejde dizleri çürük içinde bir oÄŸlan çocuÄŸu gibidir. Ama onu aÄŸlarken gören bir hocası, ‘bir lady daima yalnız aÄŸlar’ deyince çok alınır. Sonra da ‘hem lady deÄŸilsin, hem bu lafa niye bozuluyorsun?’ diye kızar kendine. Ä°ÅŸte içinde böyle iki Hümeyra vardır. Hayranları içinse birkaç Hümeyra... Nasılı ÅŸu hikayede gizli: Bir alışveriÅŸ merkezinde önce 14-15 yaşında bir genç kız gelir, ‘Sizi çok seviyorum’ der. Sonra kızın annesi gelir, ‘Ben sizin her piyesinizi gördüm ama kızım bunları bilmiyor’ diye lafa girer. Bitmez, bir de anneanne vardır: ‘Kördüğüm ÅŸarkısını benim kızım bile bilmez’ der o da. Bu yüzden geçen yazki Açıkhava konserinde, oÄŸlu Sadık Bigat’ın arkasındaki iki ‘kuÅŸak’ daha da ileri gidip kavgaya tutuÅŸurlar! Sesi duyulduÄŸunda 35 yaÅŸlarında olan biri ‘İnanmıyorum bu Hümeyra’ der. Yanındaki kız onu görünce, ‘Yoo bu Avrupa Yakası’ndaki kadın, o ÅŸarkı mı söylüyor?’ diye sorar. Ve ‘sen nasıl bilmezsin’le, tartışma baÅŸlar.O ÅŸimdi hem bu durumdan, hem Avrupa Yakası’ndan çok memnun. Benim gibi onun ‘her’ dönemini, üstelik günlük hayattaki ‘performansını’ bilenler ise en ÅŸanslı kiÅŸiler... Â
button