Geçen haftaysa bu emeğini Doğan Kitap’tan çıkan ‘Bir Uzun Mesafe Festivalcisinin Anıları’ kitabıyla taçlandırdı. Uçansu, 420 sayfada Bandırma’da geçen çocukluk yıllarında dedesinin işlettiği sinemada izlediği filmlerden başlayıp hayatının her döneminde, özellikle de Sinema Günleri için çalıştığı zamanda, hakim olan sinema sevgisini anlatıyor. Onat Kutlar’la birlikte Sinematek’ten başlayıp İKSV’ye uzanan yolculuğu detaylandırıyor ama en önemlisi, İstanbul Film Festivali’nde 26 yılda yaşadığı anıları paylaşıyor. Kitapta Hülya Uçansu’nun yaşamından ve festivalin değişik yıllarından 100’den fazla fotoğrafa da yer verilmiş.
* Nasıl buluştunuz sinemayla? Sanırım Bandırma’da geçen çocukluğunuzda dedeniz bir sinema işletiyormuş. O büyük beyazperdeyle ilk karşılaşmanızı, ilk izlediğiniz filmi ve sizde yarattığı etkiyi hatırlıyor musunuz?
- İlk seyrettiğim filmi hatırladığımı söylesem çok dürüst davranmış olmam. Tek hatırladığım, genç anne babamın beni henüz dört-beş yaşlarındayken sinemaya beraberlerinde götürdükleri. O yıllarda bizim sinemamızda sadece Hollywood’un popüler sinema örnekleri gösterilirdi. İstanbul’daki işletmecilerin getirdikleri filmleri eş zamanlı olarak izleme imkânımız olurdu. Beyazperdenin büyüsüyle çocuklukta tanışıp da tutulmayan çocuk düşünemiyorum. Benimki de öyle bir ‘ilk bakışta aşk’ olmuş olmalı. Bir ömür boyu sürdüğüne göre...
* Böyle bir çocukluk döneminde geleceğe dair kurduğunuz hayal, sinema üzerine mi olmuştu? Yoksa aklınızda farklı idealler mi vardı?
- Hayır, çocukluğumda sinemaya ya da sinema için çalışmaya dair hayallerim hiç yoktu. Diplomat olmayı isterdim hep. Diplomat olmadım ama yine de ülkemi farklı bir boyutta dünyada temsil etme ayrıcalığına sahip oldum sinema sayesinde.
* Sinematek ve Onat Kutlar’la tanışmanızın dönüm noktası olduğundan bahsediyorsunuz kitapta. Bu sırada üniversitede miydiniz?
- Kendime yaşamım boyunca ‘sinemayı geniş kitlelere sevdirme’ gibi bir misyon edindiysem, bunu Onat Kutlar’a borçlu olduğum doğrudur. Edebiyat fakültesinde üçüncü sınıf öğrencisiyken yeni mevsimin programını almak için Taksim’deki Sinematek’in merkezine uğradım. Kutlar, o gün bana Sinematek’in 10. yıl kutlamaları için bir yardımcıya ihtiyaçları olduğunu söyledi ve yarı zamanlı iş önerdi. Başlayış o başlayış...
* Onat Kutlar’ın yardımcısı olarak neler yapıyordunuz? O dönemde sizin Türkiye sinemasına nasıl katkılarınız bulundu?
- Kutlar’ın yardımcısı olarak Sinematek’in yıllardır el dokundurulmamış belgelerine düzen getirmeye çalıştım üç dört ay boyunca. O süre içinde Sinematek’in tarihinde önemli bir yeri olan 10. Yıl Kutlama gecesinin düzenlemesi için çalıştık. Bunun dışında bir üniversite öğrencisi olarak Türkiye sinemasına o dönemde herhangi bir katkım olduğunu söylemek mümkün değil.
İKİ TEMEL HEDEF VARDI
* İKSV’ye geçişiniz sanırım Sinematek’in kapanmasıyla başlıyor. Bu geçişten önce İKSV, dışarıdan bakıldığında nasıl görünüyordu size? O dönemde neler yapılıyordu vakıfta?
- Sinematek’ten 1976 yılının şubat ayında ayrılmıştım. 12 Eylül askeri darbesiyle de kapatıldı Sinematek, bütün kültür kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve özerk kuruluşlar gibi... İKSV’ye girişimse Şubat 1983’te olmuştu. 1978-1980 yılları arasında pek az sayıda sinemaseverin anımsadığı Kültür Bakanlığı çatısı altında İstanbul Film Yapım ve Gösterim Merkezi çalışması gelir. Çok hakkı yenmiş bir dönemdir. Orada çalışanların kendilerinin dahi unuttukları bir süreç. Bu dönemi kitabımda ayrıntılarıyla anlatmaya çalıştım. O dönemde AKM binasında yapılan film gösterim çalışmaları ve 1979’da düzenlenen 3. Balkan Film Şenliği benim daha sonraki çalışmalarım için temel teşkil eder. O yıllarda İKSV’de Genel Müdürümüz Aydın Gün yönetiminde çok başarılı olan İstanbul Festivali düzenleniyordu. Biletlerin pahalılığı yüzünden festival basında ve kimi kesimlerde ‘elitist’ olmakla eleştirilirdi.
* İKSV’ye geçişiniz nasıl oldu?
- İKSV tarafından 1973’te düzenlenmeye başlanan İstanbul Festivali’nin çatısı altında sinema dışında bütün sanat disiplinlerine yer veriliyordu. Basından ve izleyicilerden gelen çeşitli talepler sonucunda İstanbul Festivali yönetimi 1981’de beş tane belgeselle, film gösterilerine çekingen bir başlangıç yapmıştı. Ancak ülkenin en büyük sanat festivalinde sinema gibi önemli bir sanat dalının bu yetersiz programla temsil edilmesine sinema eleştirmenleri cephesinde tepki oluşunca İKSV yönetimi 28 Ocak 1982’de yaptığı Yönetim Kurulu toplantısında film gösterilerine daha geniş yer verme kararı aldı. Ve Onat Kutlar ile Vecdi Sayar’dan 1982 istanbul Festivali çatısı altında bir ‘sanat filmleri haftası’ düzenlemelerini istendi. Ve böylece Sinema Günleri’nin tohumu atılmış oldu. Bu haftanın gördüğü ilgi üzerine İKSV yönetimi bir yıl sonra film gösterilerine daha geniş yer verme kararı alınca Onat Kutlar bu çalışmalardan sorumlu olmak üzere beni İKSV’ye davet etti.
* Sinema Günleri’nin oluşumu sırasında nasıl bir bakış açısı belirlenmişti, hedefler nelerdi?
- İki temel hedef vardı. İlki; dünya sinemasının nitelikli örneklerinin ülkemiz sinemaseverlerine gösterimini sağlayarak sinema sevgisi ve bilincini oluşturmak, diğeriyse ülkemiz sinemasının nitelikli ürünlerini dünya sinemacılarına tanıtmak. Kuruluş yılları itibarıyla her iki hedefe de yoğun bir şekilde odaklanmıştık.
BELEDİYEYİ SOLLADIK
* 1983’te darbenin ardından toparlanmaya çalışan bir ülkede ‘Sinema Günleri’ başlatmak nasıldı? Ne tür zorluklar yaşadınız? Mesela film seçerken dikkat etmeniz gereken kriterler var mıydı?
- Film seçerken dikkat ettiğimiz tek kriter o filmin sinemasal niteliğinin yüksek olmasıydı. Bunun dışında film seçiminde başka kaygılar taşımıyorduk çünkü dönemin sansür heyeti zaten kendi kriterleri çerçevesinde bütün yasaklamaları getirip festival filmlerine uyguluyordu. Bu çalışma kısa bir süre önce askeri bir darbeyle savrulan ülkemizde bence yapılabilecek en güçlü başkaldırılardan biriydi. Düşünebiliyor musunuz, Sinema Günleri sayesinde Arjantin cuntasını yerden yere vuran bir ‘Resmi Tarih’ filmini izleyicimizle buluşturabiliyorduk.
* İlk Sinema Günleri hakkında neler hatırlıyorsunuz? Aklınızda kalan en çarpıcı anekdotlar nelerdi?
- Aklımda kalan bütün anekdotları kitabımda aktarmaya çalıştım. Bu yazı çerçevesinde yerimiz yetmez. Ama kısaca; ağırlıklı olarak bütün hikâyelerin sansür ve simültane çeviri çalışmaları çerçevesinde odaklandığını söyleyebiliriz.
* Sinema Günleri, nasıl dönüştü İstanbul Film Festivali’ne?
- Dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın İstanbul için uluslararası bir film festivali düzenlemeyi düşündüğü kulağımıza gelmeye başlamıştı. O dönemde İKSV’nin Sinema Günleri de henüz rüştünü ispat aşamasında olan yeni bir düzenlemeydi. Uluslararası festivaller arenasında İstanbul’da düzenlenen iki film festivali büyük karışıklıklara yol açabilirdi. Biz de elimizi çabuk tuttuk. Artık kabuğunu her açıdan zorlamaya başlayan genç Sinema Günleri’ni ‘Festival’ rütbesine çıkardık. İsim dışında değişen bir şey olmadı aslında. ‘Festival’ denmeden önceki programlarımız da çok zengin ve kapsamlıydı.
* Festivali uluslararası alanda tanıtabilmek için neler yaptınız?
- Bütçemizin küçüklüğüne rağmen yurtdışından yabancı gazeteci ve film eleştirmenlerini davet ederdik. Festivalin tanıtımında İstanbul kentinin güzelliğiyle bizim konukseverliğimizin de büyük payı olduğunu düşünüyorum.
* Yurtdışından seçilen filmlerin alımında zorluklar yaşanıyor muydu?
- Sinema Günleri’nin kuruluş yıllarında filmleri program direktörü Vecdi Sayar sağlardı. O dönemde henüz askeri darbeyi geride bırakmaya çalışıyorduk ama faşist düzen devam ediyordu. Sayar ilk yıllarda film sağlamakta zorlandığını söylerdi.
25 YILDA
* En çok yoran?
- Sansür heyetinin film izlerken uyguladığı çağdışı yaklaşımlardan çok çektik. Bir taraftan biletler satılır, öte yandan üç seans bileti tükenen filmin yasaklandığı haberi gelirdi. Çok yorucu ve sinir yıpratıcıydı.
* “Oh be” dediğiniz zaman?
- Festivalin 10. yılında elektronik altyazı uygulamasına geçerek simültane çeviri sisteminden kurtulduğumuz sene “Oh be” demiştim. En içten ferahlamayla.
* En büyük kriz?
- Kuruluş yıllarında altyapı yetersizliği yüzünden bütün krizler düzenleme alanında çıkardı. Onlar da pek çoktu haliyle. Şahsım için en büyük krizi henüz 53 yaşındayken danışmanlığa ayıracaklarını bana söyledikleri zaman yaşadım. Danışmanlığa gönderilmek için çok erkendi.
ÜÇÜNÜ BİR ARAYA GETİREBİLMİŞTİK
Bizim festivalimizin ‘yıldızları’ konuk yönetmenlerdi. 1989 yılının Altın Lale jüri üyeleri ile o yıldan beri çok övünürüz. Theo Angelopoulos, Nikita Mikhalkov, K. Kieslowski, Greta Scacchi, Manuel Gutierrez Aragon gibi Avrupa sinemasının tanınmış simalarını aynı yıl buluşturabilmiştik. 1996’da Antonioni’ye ödül verildiği akşam Emek’in büyük salonunda gözyaşlarını tutabilen kimse kalmamıştı.
O SANDIĞIM KİŞİ Mİ
Katılımı son dakikada ve beklenmedik bir biçimde gerçekleştiği için konuğumuzun o gün çok yoğun bir programı vardı. Her şeyi o tek güne sığdırmak zorundaydık. Yönetmenin gelişi, program çizelgesinin yapıldığı tarihte kesinleşmemiş olduğu için herhangi bir filminin gösterimi o gün için programa konmamıştı. Dünya Sineması’na ek gösteri koyduk. The Marmara Oteli’nden çıkarak İstiklal Caddesi’ne doğru birlikte yürümeye başladık. Cadde her zamanki gibi insan kaynıyordu. Yolda yürürken o sakin ifadesiyle başını kaldırdı, etrafına bakındı ve: “Bu kentin havasında garip bir elektrik algılıyorum,” diye mırıldandı, “Sanki erotik bir elektrik.”
İstanbul şehrinin havasından mı, suyundan mıdır bilemem, şehirle ilgili bu ya da benzeri yorumlar yapıldığına sık tanık oluyordum. İstanbul gerçekten özel bir şehirdi ve kendisiyle ilk karşılaşan duyarlı insanlarda tuhaf duygular yaratıyordu.
İtalyan Sineması’nın dünyaca tanınmış bu önemli yönetmeninin caddede benim yanımda sakin ve dikkatli bir biçimde etrafını gözlemleyerek yürümesi, o esnada İstiklal Caddesi’nde bir sinemadan öbürüne koşuşturmakta olan kimi sinemacılarımızın gözünden kaçmamış.
O günden tam 22 yıl sonra Sevin Okyay festivalin 30 yılını anlattığı Radikal’deki yazısında: “Hülya Uçansu yanında uzun boylu ve yakışıklı biriyle caddede belirince ‘sandığım kişi mi?’ diye fısıldadım. Evet, oymuş: Bernardo Bertolucci!” diyerek o günkü şaşkınlığını anlatıyordu.