Güncelleme Tarihi:
Benim hayvanlarım...
ŞİMŞEK
Şimşek adlı kaplumbağa, koşarak geldi ve ağzını pabuç kadar açıp bana;
‘‘Kıhh!’’ dedi. Ben de ona:
‘‘Artık kıh, mıh yok!.. Bugün, üç koca domates yedin. Ortalık kaplumbağa kakasından geçilmiyor!’’ dedim. Ben, kaplumbağaların böyle kallavi kaka ettiklerini bilmezdim. Bekir'in itlerinin günahını alıyordum hep. Gizlice bahçeye girip intikam olsun diye ortalık yere ettikten sonra kaçtıklarını sanıyordum. Özellikle Kılkuyruk, Şimşek'e çok bozuluyor. Koklayıp koklayıp en öftekar sesiyle başucunda yarım saat havlıyor. Şimşek, kafasını içeri çektiğinden bazen şaşırıyor, baş deliği niyetine kuyruk deliğinden içeri bağırıyor. Kaplumbağayı aldığım için kendilerini ön bahçeden attığımı sanıyorlar.
Muhabbeti tatlı olduğundan, Şimşek'i birkaç gece eve aldım. Tam aradığım muhabbet ehli... Sözümü hiç kesmeden kafasını sallayarak saatlerce beni dinliyor. Ama uykumun en tatlı yerinde ‘‘Amanın, eve yine hırsız girdi!’’ diye birkaç kez hoplayıp kalkınca, muhabbeti tekrar bahçede yapmaya karar verdim. Herif, tahta takunya giymiş, 120 kiloluk biri kadar takırtı çıkarıyor. Yan komşum, hafta sonu geldiğinde, ‘‘Yine, marangozluk damarlarınız kabardı galiba Oğuz Bey!’’ dediydi imalı imalı... Şimşek, adamcağızı sabaha kadar uyutmamış.
Şimşek'le rakı masasında kumar oynadığımız da oluyor. Kendi önüme ve onun önüne para koyuyorum. Sonra Şimşek'i paraların ortasına yerleştirip ters çeviriyorum. Ondan sonra hızla döndürüyorum. Çok güzel dönüyor. Daha önce, kırmızıya boyadığım ayağı kimin önünde durursa, paraları o kazanıyor. Bir nevi rulet yani. Geçen akşam, dört kilo domates parası üttü benden.
***
Nedense herkes, kaplumbağaları ağır aksak mahluklar olarak bilir. Hatta, bizim devlet işleri için, ‘‘Kaplumbağa hızıyla yürür’’ diye bir deyim yakıştırılmıştır. Yavaşlıkları üstüne bir alay da fıkra icat edilmiştir. Örneğin;
Kaplumbağalar, pikniğe çıkmışlar. Yiyeceklerini serip, şaraplarını çıkarmışlar. Ama bir de bakmışlar ki, şarap açacağını evde unutmuşlar.
‘‘En gencimiz sensin. Bir koşu kap gel!..’’ demişler bir tanesine... O, bir tanesi de;
‘‘Giderim ama ben gelmeden yemeklere dokunmayacaksınız!’’ demiş.
‘‘Söz mü?’’
‘‘Söz!’’
Genç kaplumbağa, bir koşu gitmiş, gözden kaybolmuş. Bir yıl yok... Beş yıl yok... Yirmi beş yıl yok... Elli yıl sonra millet iyice açıkmış.
‘‘Bu herifin kolay kolay geleceği yok! Bir şeyler atıştıralım da, midemizi bastıralım’’ deyip yiyeceklerden birkaç lokma almışlar. Tam ağızlarına atarken, genç kaplumbağa saklandığı çalıların arasından çıkmış. Öfkeyle;
‘‘Gitmiyorum işte!’’ demiş!
Şimşek'le memleket ahvali üstüne güzel güzel sohbet ederken, bir çatal meze almak için masaya dönüyorum. Sonra, başımı bir çeviriyorum ki, ‘‘Aaa! Herif peçetesinin üstünde yok, sırolmuş. (Onun için yere peçete yayıp domateslerini üstüne koyuyorum.) Bre, neredesin?.. Geh bili bili!.. Fiyuvvt!.. Fiyuvvt!.. Hay Allah, kaplumbağalar nasıl çağırılır, bileniniz var mı?.. Sonunda kıçı yukarıda, baş aşağı uyurken merdivenin üçüncü basamağında buluyorum. Yarım dakika içinde nasıl gitti, nasıl tırmandı?.. Akıl erdirmek mümkün değil. Üstelik ayaklarının değil, balerinler gibi tırnaklarının üstünde yürüyor. Adını bu yüzden Şimşek koydum. Merdivene nasıl tırmanıyor diye sormayın, ben onu zaten damda bulmuştum.
Kaplumbağaları aşk yaparken göreniniz var mı?.. Dubleks ev gibi... Gerçek aşk dediğin de zaten böyle takır tukur olmalı!..
BİR GÜN SERÇELİ PİLAV PİŞİRECEĞİM!..
Serçelerle üç gündür küsüz. Onlar benim kuşluğa artık gelip konmuyorlar. Ben de onlara yüz vermeyip görmezden geliyorum.
Geçen öğlen, bahçe masasında biraz pilav atıştırıyordum. Karşımdaki bahçe parmaklığına dizilip mazlum mazlum bakıp ciklemeye başladılar. Pirinç taneleri boğazıma dizildi. Bir tabak fıstıklı ve üzümlü pilavı götürüp yemliklerine boşalttım. Üstelik o pilav, tencerede kalan son pilavımdı. Elime sağlık, kulaklı pirinç bulup üzümleri de sıcak suda iyice şişirdiğim için çok güzel olmuştu... Aşçının iyisi zaten pilav pişirmesinden belli olmaz mı canım?..
Pilavım gitti ama, içimi iyilik uğruna son lokmasını feda eden kişilerin huzuru kapladı. Sanki ciğerlerim gül kokularıyla doldu. Serçeler, pilavın üstünde uçuşurlarken bir baba şefkati ve mutlulukla gülümsedim onlara...
Ama garip bir şey oldu. İki tanesi, pilava birkaç gaga attıktan sonra, ‘‘Cik... Vik!..’’ dediler. Sonra hep birlikte uçuşup gözden kayboldular. Herhalde, benden ürküp kaçtılar diye düşündüm. Eve girip pencereden gözlemeye başladım. Akşama kadar tek bir serçe bile görünmedi... Ve hala da yoklar!..
Demek ki bu serçe milleti de nankörmüş!.. Sen merhametinden ötürü götürüp son lokmanı bu kuş beyinlilere ver... Onlar burun kıvırsın!.. Lan alçaklar!.. Benim pişirdiğim pilavı beğenmeyecek adam daha anasından doğmadı... Yani, yumurtasından çıkmadı.
Şu elimdeki sapanı yapmayı bir bitireyim, görüşeceğiz sizinle!..
FANATİK KARAFATMA!..
Evimiz, bahçeli olduğu için haşaratımız boldur. Yılanımız, çiyanımız da eksik olmaz. Bütün pencerelerde sinek teli olmasına rağmen nasıl girerler, tünel mi kazarlar bilinmez, evde hep sefer halinde sinek bulunur. Fakat, bu El Nino havalarının ani sıcak ve soğukları, sinekleri de duman etti. Sivrisineklerin hepsi nezle oldu. Eskiden Yılmaz Morgül gibi şarkı söyleyenler, şimdi Metin Milli gibi ses çıkarıyor.
Çarşamba gecesi, başparmağım iriliğinde bir karafatma, beni hiç takmadan çalışma masamın üstünde dolaşmaya başladı. Belki, kağıtların altında kalan tabaklardaki yiyecek kırıntıları, belki de karikatür aşkı uğruna gelmişti. Tam, terliğimi çıkarıp karafatmayı telef etmek üzereydim ki Oktay, televizyonda Sen Jermen'e ikinci golü attı. Terlik elimde havalara uçtum. O keyifle, karafatmanın canını bağışladım. Fücceten Beşiktaşlı olmuştum. Böceğe baktım, simsiyah... O, ani Beşiktaşlılık coşkusuyla fırçayı beyaz guvaj boyaya bandım. Karafatmanın üstüne beyaz çubuklar çizdim. Böylece, karafatma da o gecenin şerefine Beşiktaş forması giymiş oldu. Sonra, hayvanı götürüp bahçeye saldım.
Ertesi sabah, Semiha Arayıcı güzel kızım beni ziyarete geldi. Semiha, kimya profesörüdür ve üniversite hocasıdır. Bir kibrit kutusunun kapağını aralayıp;
‘‘Sizin kapının önünde bak ne buldum?.. Kabuğu beyaz çizgili bir .... (Latince bir isim söyledi) Yani bir karafatma. Bu hayvan dejenere olmuş. Ozon tabakasının delinmesi, asit yağmurları, yani doğanın kirlenmesi nedeniyle olabilir. Oysa bu, nükleer kirlenmeye karşı bile en dayanıklı mahluktur. Atom bombası atıldıktan sonra, yerkürede kalacak ender canlılardandır. Bu dejenerasyon, müthiş bilimsel bulguların habercisi olabilir!..’’ dedi.
Semiha, yıllardır beni ciddi ve aklı başında bir adam olarak bildiği için, sesimi çıkaramadım. Benim Beşiktaş formalı karafatma, şimdi üniversite laboratuvarında tahlilde. Bir süre Semiha'ya görünmesem iyi olacak!..
SON DAKİKA HABERİ!..
Bu sabah yataktan deli gibi fırladım. Bizim ev taşlanıyordu. Hoparlörlü zerzavatçılar için hazırladığım sopalardan en babayiğidini kapıp don paça bahçeye fırladım. Mustafa, sokaktan hem evi taşlıyor, hem de ağzına ne gelirse veryansın ediyordu. Mustafa tarafından cinsel tacize uğramayan bir yanım kalmamıştı.
‘‘Delirdin mi lan?.. Ne halt ediyorsun kopuk!’’
‘‘......minin vesimcisi!.. Senin yüzünden dayak yedik zepevenk!’’
‘‘Kimden?’’
‘‘Sevgilimden!’’
‘‘O sıska küçük kızdan sopa mı yedin?.. Tüh senin kalıbına!..’’
‘‘Ondan değil be, beşinci sınıftakinden... Hani mektup yazmıştın hıyav!’’ deyince anımsadım. Geçen hafta, yeni başladığı ilkokulda hemen aşık olduğu beşinci sınıftaki kıza Mustafa'nın ağzından aşk mektubu yazmıştım. Mustafa da harflere baka baka anlamını bilmeden yazdıklarımı kopya etmişti.
‘‘Kıza ne yazdın lan adi vesimci?’’
‘‘Hiiç!.. Ne kadar güzel olduğunu, hülyalı gözlerinin denizler gibi mavi olduğunu filan... Sen dedindi ya!..’’
‘‘O zaman, beni niye tokatlan suvatımdan dövdü bu kavı?’’
‘‘Kadın milleti anlayışsızdır. Büyüyünce bunu daha iyi öğreneceksin. Şimdi git, Ali'den bir çokoprens al. Benim hesabıma yazdır. Üzüntün hafiflesin!’’ deyip içeri girdim. Tabii mektupta kendi ağzından kıza neler yazdığımı Mustafa'ya söylemedim. Size de söylemeyeceğim!..