Oluşturulma Tarihi: Aralık 12, 1999 00:00
Bu yazı biraz tuhafçana oldu Birisi gece gelip gizlice yemeklerimi yiyordu. Akşamdan pişirip dolaba koyduğum zeytinyağlı 4 kerevizin sabah ancak 2 tanesini bulabiliyordum. Ya da İzmir köftenin köfteleri gidip patatesleri kalıyordu. Peynirler de hızla bitiyordu. Hele, Rokfor peyniri hiç dayanmıyordu. İşin daha da tuhaf yanı, arada bir dolapta yarım kase salata buluyordum. Oysa, diş belasından ötürü ben çiğ sebze yemem ve kendime asla salata yapmam. Kayıplarım sadece yiyecekle kalsa iyi... İçkiler de hızla tükeniyordu. Daha açmadığım rakının boş şişesini, sabah çöp torbasında buluyordum. Sigaraların durumu daha da beterdi. Her gün 1 karton sigara aldırmaya başlamıştım. Önceleri kendimden şüphelendim. Acaba uyurgezer mi olmuştum? Gecenin bir köründe yataktan kalkıp, tıkınıp, içip sonra da hiçbir şey hatırlamıyor muydum yoksa? Ama gecelerden bir gece, çekilmiş sifondan boşalan su sesiyle uyanınca uyurgezerlik teorimden vazgeçtim. Hem yatakta olup hem de çişe giderek sifonu çekemezdim değil mi? Belki de rezervuar kendi kendine boşalmıştır deyip bıraktığım yerden uykuya devam ettim. Ama bu kez de duş sesiyle uyandım. Duşun suyu da kendi kendine açılacak değildi ya... Demek ki banyoda biri yıkanıyordu. Üstüne üstlük yıkanırken türkü de söylüyordu. Yataktan sessizce kalktım ve mutfağa gidip ekmek bıçağını aldım. Sonra da kendime, ‘‘Ödlek herif, duş yapan birini bıçaklamak insanlığa sığar mı?’’ deyip bıçağı yerine koydum ve marangozluğumdan kalma masa bacaklarından en kalınını seçtim. Elektrikli ısıtıcı açılmıştı. Duş apareyinden sular fışkırıyordu ama banyoda kimsecikler yoktu. Her gece daire kapısını içeriden kilitleyip zincirini takmak da fayda etmedi. Evdeki gariplikler sürüp gitti. Gecenin bir yarısı televizyon kendi kendine açılmaya, müzik seti Mendelson ve Çekiç Ali çalmaya devam etti. * Bir ara otele çıkmayı ve evi satmayı düşünmedim değil. Ama ben kaçmayı beceremem. Bu yüzden de bir sürü dayak yemişliğim vardır. Elimde koca bir sopayla pusu kurmak için saklandığım kilerde uyuklarken salondan Mahur makamında fasıl sesleri geldi. Sonra da akortsuz bir ses, ‘‘Ben çiftliğe indim gittim a ninem aman, durmadan ah durmadan...’’ diye müzik setinde çalan Mahur türküye bir avaza eşlik etmeye başladı. Yıldırım gibi salona daldım. Çalışma masamın başında iri yarı bir herif oturuyordu. Akşam üstü kapıcı Yusuf'a aldırdığım rakıyı açmış, önüne bir sürü meze dizmiş ve tüttürdüğü sigaranın dumanına dalıp, ‘‘Sol yanımdan vurdular beni kıymadan, ah kıymadan!..’’ diye aşka gelik bir sesle ünülüyordu. Öfkem şaşkınlığımı bastırdı. Yemeklerimi yiyen, içkilerimi ve sigaralarımı içen herifi sonunda suçüstü enselemiştim. ‘‘Benim evimde ne halt ediyorsun lan!..’’ ‘‘Burası benim de evim.’’ ‘‘Nereden senin oluyormuş.. Ben bu evin parasını son kuruşuna kadar tıkır tıkır ödedim.’’ ‘‘Ben de bu evde öldüm. Doğduğun değil, öldüğün yer senindir.’’ ‘‘Kendine ölecek başka bir yer bulamadın mı?’’ ‘‘Paris'te ya da Floransa'da ölmeyi tercih ederdim, ama bizde o şans nerdee?’’ ‘‘Laf ebeliğini bırak da, öptür ol git!.. Hem uykum, hem de yarın çizilecek karikatürüm var.’’ diyerek herifi ensesinden yakalayıp kapıdan atmak için hamle ettim, ama elim adamın bedeninden geçip boşluğu yakaladı. ‘‘Gidemem, bu ara öbür tarafa öyle kalabalık bir sevkıyat var ki, bana giriş için ancak aylar sonra sıra gelebilirmiş.’’ Üstünü başını karıştırdı, zor bela pantolon cebinden bulduğu bol rakamlı bir káğıdı burnuma doğru uzatıp, ‘‘Bak, giriş numarası verdiler. Benden önce sırada daha 15 bin kişi varmış. O tarafta da işler ağır yürüyor. Daha duruşmaya çıkmadığım için cennetlik miyim, cehennemlik miyim ben de bilmiyorum.’’ ‘‘Herhalde ufaktan tozutmaya başladım veya gece içkiyi fazla kaçırdığım için kendi kendime hayaller icat ediyorum!.. dedim ve gidip buz gibi sularla yüzümü gözümü yıkadım. Salona döndüğümde ne yazık ki herifi yine masamın başında buldum. Yalnız şişedeki rakı daha azalmış, Mahur makamı Nihavent'e dönmüş ve adam, ‘‘Biz Çamlıca'nın üç gülüyüz, Hasbahçelerin bülbülüyüz....’’ diye keyifli bir şarkı tutturmuştu. Emin olabilmek için herifin kafasına sopayla vurdum. Sopa kafanın içinden geçip koltuğun arkasına çarptı. Bir bardak alıp kendime de rakı koydum. ‘‘Sen şimdi ölü müsün?’’ ‘‘Evet.’’ ‘‘Yani, sen bir hayaletsin.’’ ‘‘Evet, ben bu evin hayaletiyim.’’ ‘‘Hiç böyle rakı içip şarkı söyleyen hayalet görmemiştim.’’ ‘‘Daha önce hiç hayalet görmüş müydün ki içip içmediğini bilesin.’’ Migrenim, miyobum, gastritim, diş protezim ve göbeğim yetmiyormuş gibi sonunda bir de hayaletim olmuştu. Üstelik de, ukala bir hayaletti. Yemeklerimi fazla yağlı ve tuzlu buluyor, dergileri ve gazeteleri yere atmama bozuluyor, hatta karikatürlerimi bile eleştiriyordu. ‘‘Genç çizerlere yıllarca fazla taramalardan kaçının diye fetva verdin. Ama kendi çizdiklerin bazen taramadan görünmüyor.’’ ‘‘Sana ne be!.. Sen karikatürden ne anlarsın?’’ ‘‘En az senin kadar anlarım. Çizerken artık ellerin titrediği için desen bozuk oluyor. Resmini taramayla süsleyip hatalarını gizlemeye çalışıyorsun. Dünkü karikatürünü de daha önce çizmiştin. Ama ufak ufak bunama başladığı için hatırlamıyorsun.’’ ‘‘Ah be, senin azıcık etin kemiğin olacaktı ki şimdi ağzını burnunu bir güzel dağıtacaktım.’’ Hayaletim iyice azıtmıştı. Gelen konukların karşısına geçip oturuyor, gözlerini hanımların bacaklarına dikiyor, sonra da hicranlı hicranlı iç çekiyordu. Anladığım kadarıyla hayaleti yalnız ben görebiliyordum. Dün, iki kadeh içince yine çenesi düştü. ‘‘Haftalardır sokağa çıkmıyorsun. Ömrün masayla yatak arasında geçiyor. Çık bak, dışarıda resim sergileri açılıyor, konserler veriliyor, sinemalarda ne güzel
filmler oynuyor... Hiç olmazsa deniz kenarında biraz yürüyüp dalgaların sesini dinle. Martılara ekmek at, sandalcıdan balık-ekmek alıp ye... Hiçbir halt edemezsen, kızların bacaklarına bak be!..’’ ‘‘Benim can vermeye dermanım mı var lan! Haftada 2 koca yazı yazıp tam 7 karikatür yetiştiriyorum. Sen, şimdi ayak altında dolaşma, toz ol da bu haftaki Huysuz İhtiyar yazısını yazayım!..’’ Hayaletim mutfağa geçti. Bardak şıngırtısından anladığım kadarıyla kendine yeni bir rakı doldurdu. Ben de konu bulmak için ıkınırken bu hafta hayaletimi yazmak aklıma geldi. Oturup gece geç vakte kadar okuduğunuz bu yazıyı yazmak için debelendim durdum. Ama, şöyle keyifli ve sürprizli bir son bulup yazıyı bir türlü bitiremedim. Yorgunluk ve uyku bastırınca sabaha tamamlarım deyip yattım. Bu sabah kalkıp masama oturunca, yazıyı tamamlanmış olarak buldum. Yazı şöyle bitiyordu; Enayi herif, çoktan ölmüş ama öldüğünden haberi yok. Kendini hálá yaşıyorum sanıp canlı taklidi yapıyor. Aylardır gözlüklerime, bıyıklarıma ve kel kafama baktığı halde benim kendisinin hayaleti olduğumu anlayamadı. Bunların çoğu, daha yaşarken öldüklerini fark edemiyorlar zaten. ‘‘Ulan hayalet!.. Bu yazıyı sen mi yazdın?’’ diye masamdan fırladım. Cevap veren olmadı. Hızla mutfağa, banyoya, kitap odasına koşup baktım. Hiçbir yerde yoktu. Hayaletim gitmişti. Sonra kapıyı boşverdim. Kitap odasının duvarının içinden geçip mutfağa girdim. Ve kendime bir duble rakı koydum.
button