Huysuz İhtiyar

Güncelleme Tarihi:

Huysuz İhtiyar
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 19, 1998 00:00

Konukseverlik öldü mü?Kızım Elgin, geçenlerde çocuklarını önüne katıp Türkiye'ye el öptürmeye getirdi. Noyan, ilkokul birinci sınıftan ikiye aferinle geçmiş, Aliyeska da dört yaşına değmiş... Torun hasretini bilen bilir, torunlara kavuşunca sevinçten zil takıp oynayası gelir insanın. Ama torun belasını da bilen bilir. O şamataya, patırtıya ve zırlamalara yaşlılığın tahammülsüzlüğü ile dayanmaya Hazreti Eyüp sabrı kar etmez. Torunlar eve ayak basar basmaz, derhal kedi tahribatına giriştiler. Onları bir kez daha sevip,‘‘Aman, benim ne cici, ne akıllı torunlarım varmış!..’’diye bağrıma bastım. Özellikle Portakal adlı kediden öcümü almışlardı. Bu kez kedileri kıyıma uğrayan eşim Tolga, öfkeden küplere bindi. Ben de ona torunlarımızın daha küçücük çocuklar olduğunu, onlara anlayış ve sabır göstermemiz gerektiğini hatırlattım. Ellerinde tutam tutam kedi tüyleri olan torunlarımı da kapıp mükafat olarak dondurma yedirmeye götürdüm. Torunlar, Türk-Amerikan kırması olduğundan ve Amerika'da doğup büyüdükleri için Türkçe'yi biraz anlıyorlar, ama konuşamıyorlar. İnsanın kendi torunlarıyla İngilizce konuşmak zorunda kalması berbat bir şey!.. Ama yine de şükür, Çin'ce ya da Japonca da konuşmak zorunda kalabilirdim. Geçen gün Aliyeska televizyonda arabesk bir şarkı bulup başladı kıvırmaya... Nereden görmüşse görmüş, bir kıvırıyor ki iki karış bedeninde kemik yok sanırsınız. Bre aman!.. Bizim torun oryantal çengi mi olacak nedir!..‘‘Kız, keserim seni!..’’diye Türkçe ünülemişim.‘‘Vat is keserim dede?’’diye sordu.‘‘Tu kat, yani ay kat yu!..’’‘‘Neyle keseceksin?..’’‘‘Nah bu çakıyla!..’’‘‘O kesmiyor, ben onu denedim. Kedileri bile kesmiyor.’’deyip bir koşu mutfağa gitti ve ekmek bıçağıyla döndü.‘‘Ama sonra yapıştıracaksın değil mi?’’dedi. O öfkeyle kızıma döndüm.‘‘Şunlara Türkçe öğretmeyi bir türlü beceremedin!.. Ben de güzelim Türkçem'le ağızlarının payını bir türlü veremiyorum.’’‘‘Ne yapabilirim babacığım?.. Amerika'da evde, sokakta, okulda, televizyonda hep İngilizce konuşuluyor. Bir tek onlarla ben Türkçe konuşuyorum. O da işten, güçten, koşuşturmaktan zaman kalınca!..’’Aliyeska fiyakalı bir edayla öne çıktı. Manzume okuyan çocukların ciddi yüz ifadesiyle göğsünü şişirip Türkçe,‘‘Ke-le-bek!..’’diye bağırdı. Sonra da,‘‘Savol!.. Günıydın!.. Pis kedi!..’’diye sıraladı. Bu Türkçe gösterisi karşısında tabii Noyan da boş durmadı.‘‘Karpuj!.. Patatis, suvan!.. Eskiliyer alayim!..’’Sonra da düşündü, düşündü;‘‘Hastir dede!..’’dedi.‘‘Sana elimin tersiyle bir çarparım, bir de duvar çarpar hergele!.. Sen kendin hastir!.. Nereden öğreniyor bu lafları?’’‘‘Dün akşam senden öğrendi ya babacığım. Sen, ona öyle deyince o da güzel bir laf sanıp seni sevindirmek için söyledi.’’Ağzımı iyice bozacakken Tolga çarpık çarpık gülerek;‘‘Onlar daha çocuk, anlayış ve sabır göstermeliyiz Oğuz'cuğum.’’dedi. Noyan da iftiharla tekrar bağırdı:‘‘Hergele!..’’*Ama en büyük kızgınlığımı, Elgin'in kayınvalidesi Şerın'ın üç gün sonra Amerika'dan bize misafir geleceğini öğrenince yaşadım.‘‘Siz beni yedi düvele rezil etmek için sözleştiniz mi!.. Benim konuk ağırlayacak hazırlığım mı var? Bana haber vermeden Amerika'dan konuk çağırmak da neyin nesi?’’diye bir avaza bağırmaya başladım. Anne-kız bir ağızdan yarı kızgın, yarı bezgin,‘‘Biz çağırmadık ki!..’’dediler.‘‘Ya kim çağırdı?’’‘‘Sen!..’’‘‘Ben mi, nasıl ben?.. Ne zaman çağırmışım?..’’‘‘Amerika'da, Elgin'in evindeki bu yılbaşı yemeğinde!..’’‘‘Ben öyle bir şey hatırlamıyorum.’’‘‘Hatırlamaman normal. Çünkü, iki şişe şarabın üstüne damadına hediye getirdiğin Fransız konyağının da yarısını içmiştin o sırada!..’’‘‘Ben, bir fıçı içsem yine hatırlarım!..’’‘‘O zaman, kadıncağıza önce Promis diye söz verdirip, sonra da Müslüman usulü vallahi-billahi diye yemin ettirdiğini de hatırlarsın. Hatta, Şerın'ın dili dönmemişti de, vallahi-billahi'nin İngilizce'sini kağıda yazıp okutmuştun.’’diye artık umudunu yitirmiş bir zevcenin bezgin ifadesiyle söylendi Tolga...Jetonum tam düşmese bile, yarı yola gelmişti. 15 yıldır tek çivi çakamadığımız evimizdeki tadilat, tamirat ve boyaların nedenini ve de o toz duman içinde Tolga'nın ikide bir bana niye kötü kötü baktığını anlamaya başlamıştım.*Türkler, her şeylerini yitirseler bile konukseverliklerini kaybetmezler. Borçla, harçla bile olsa konuk ağırlamak bizim için bir onur sorunudur. Dünyada yalnızca Türkiye'de istediğiniz evin kapısını çalın,‘‘Aç ve susuzum!..’’deyin. Mutlaka bir lokma ekmek ve bir bardak su bulursunuz.İnşallah hala öyledir.Gazetenin işlerinin dışında üç gün üç gece Şerın'ı ağırlama programı için ders çalıştım. Misis Şerın Raykır gayet hanımefendi, kültürlü ve sevimli bir kadın... Hele, Amerika'daki ilk yalnızlık günlerinde kızıma çok yardımcı olduğu için onu çok severim. Çeyrekkan da Kızılderili olduğundan bildiğimiz Amerikalı kadın tipine hiç benzemez.Uçaktan iner inmez yaptığım ağırlama programı gereğince, Şerın'ı kaptığım gibi önce bir Boğaz turu attırdım. Elgin'in,‘‘Babacığım, kadın 16 saattir uçaklarda telef olmuş. Bırak biraz uyusun, öyle gezdirirsin...’’diye yalvarmalarına kulak asmayıp bir de Ayasofya Müzesi'ne götürdüm. Zaten akşam olmuştu. Boğaz'da bir balık yedirmeden misafiri yatırmak mı olurmuş? Kızım hala,‘‘Babacığım, kadın ölmek üzere... Bırak biraz uyusun!.. Daha 10 gün bizde kalacak, o zaman dilediğin yere götürürsün.’’diye mızırdanıp duruyordu. Ben de en Türk babasının mazeret kabul etmez en çatık kaşlarıyla homurdandım.‘‘O, 10 günün her saati programlandı. En küçücük bir değişiklik olursa, benim 3 gün 3 gecelik emeklerim boşa gider. Bir Türk, yabancı bir konuğunu nasıl ağırlarmış sen de iyi bak da öğren!..’’‘‘Ama bak, kadının gözleri bayılıyor.’’‘‘O bayılma, Boğaz'daki muhteşem manzaraya duyduğu hayranlıktandır.’’Şerın, yemekte üstüne koca bir balık parçası düşürdü, biraz sonra da patlıcan tava... Ama düşenleri almayı bir türlü akıl edemiyordu. Patlıcanla çipura Şerın'ın göğsüne yayılmış yatıyorlardı. Kadıncağız herhalde görmemişti.‘‘Şerın, göğsüne biraz yiyecek düştü. Leke yapacak’’ dedim.‘‘Seni duyamaz babacığım.’’‘‘Niye duyamazmış?’’‘‘Çünkü zavallı masada uyudu!..’’*Konukseverlik programım gereği Şerın, ertesi akşam benim Mecidiyeköy'deki eve akşam yemeğine davetliydi. İki yardımcıyla hazırladığım Nis salatası, cacık, muhammara adlı arap salatası, sarmısak-sirke soslu Arnavut biberi, krepli somon füme, içi ananas ve karidesli volovanı keyifle yedi. Karidesli ve soslu patates salatasını, Arnavut ciğerini ve sigara böreğini yerken biraz zorlandı. Ama Fransız soğan çorbası, kuzu pirzolalı hünkar beğendi, su muhallebisi ve yarım kavun içinde kirazlı konyaklı dondurmayı bütün ısrarlarıma rağmen bitiremedi. Eh, ne de olsa yemek kültürü olmayan bir ülkeden geliyordu!..Şerın'a kendi yatak odamızı verdiğimiz için Tolga çocukların odasında, ben ise Mecidiyeköy'deki çalışma evimde kalıyordum. Sonradan öğrendiğime göre Şerın o gece çok hastalanmış, kalbi falan sıkışmış. Sabaha karşı doktor bile çağırmışlar. Denver gibi dağlar arasında yüksek bir yerden İstanbul'un nemli sıcağına gelince insan hastalanır tabii!.. Bir daha konuk çağırmadan eve klima tesisatı yaptırmaya karar verdim.*Üçüncü günün sabahı eve gelince kimseleri bulamadım. Demek, Tolga ve Elgin benimle konukseverlik rekabetine girişip konuğumu kaçırmışlardı. Bir satranç oyuncusu olarak tüm hamleleri hesap edip öğleye doğru Kapalıçarşı'da bir kilimci dükkanında onları yakaladım ve Mısır Çarşısı'nda Pandeli, Kariye Camii Müzesi, Çamlıca Tepesi, Adalar turu ve Galata Kulesi'nde dansözlü akşam yemeğinden ibaret olan üçüncü gün programımı hiç taviz vermeden uyguladım.*Şerın'ı tekrar kaçırmasınlar diye ben de evde salonda yatmaya başladım. Fakat, dördüncü günün sabahı Elgin elinde bir kağıtla iki gözü iki çeşme beni uyandırdı.‘‘Baba, Şerın kaçmış!..
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!