Oluşturulma Tarihi: Nisan 12, 1998 00:00
Evden kaçtım!..Silivri'de dikiş tutturamayıp kös kös Levent'teki eve dönünce, bana zenci muamelesi yaptılar. Artık,
yemek pişirmeme ve marangozluk yapmama izin yok. Bağlama çalmama izin var ama, türkü söylememe de izin yok. Bitişiğimizdeki Bosna-Hersek Konsolosluğu'nun kapısında nöbet tutan polis, bir gece ben türkü söylerken, bizim evde olay var sanıp telsizle ekip çağırmış. Ekibe kimsenin öldürülmediği, sadece benim Hacı Taşan'dan öğrendiğim bir bozlağı çalıp söylediğimi anlatana kadar akla karayı seçtim. İyice inansınlar diye, onlara da bozlak okumaya başladım. ‘‘Bu yıl bu dağların karı erimez’’le başlayıp, daha ikinci mısraı olan ‘‘Eser badı sabah, yel bozuk bozuk’’ kısmına gelmeden, çok acele işleri olduğunu söylediler ve ekip otosuna doğru bir koşu kopardılar. Sonra da tekerleklere patinaj yaptıracak kadar gazlayıp gittiler. Bence polislere biraz müzik eğitimi verilmeli.*Bütün ev halkı, bana karşı... Hatta, Tolga'nın o obur kedileri bile. Gerçi, kimse görmediği sırada onlara birkaç terlik patlatmıyor değilim. O kadar hain ve alçak mahluklar ki, elime sağlık. Bayramın ikinci günü evde kimse yoktu. Odanın kapısını, penceresini sıkı sıkı kapatıp terliği elime aldım. En tatlı gülüşümle Portakal adlı kediye sırıttım.‘‘İşte başbaşa kaldık benim büyük aşkım!.. Artık ölüm bile bizi ayıramaz.’’Deyip, hayvana yavaş yavaş sokulmaya başladım. Tam o sırada
ezan okundu. Birden çok mahçup oldum.‘‘Bu mübarek bayram günü senin yirmide birin kadar minik hayvanları dövmeye utanmıyor musun? Onları da senin gibi yüce Mevlam yaratmış. Onlara da bu dünyada alacak nefes, yiyecek lokma nasip etmiş.’’Diye mırıldandım. Bu yüce insancıl duygular içinde, buzdolabını açıp alt gözün en arkasına kendim için gizlediğim incik haşlamanın sonunu Portakal'a verdim. Haşlamanın bütün suyunu içip son inciğin kemiğini de, yalayarak kupkuru yaptı. Hatta, oburluktan bayılmak üzereyken, patateslerle havuçları bile tıkındı. Ama, ulu Tanrım bu fedakarlığımı görmüştü ya... Bu sevap bana her iki dünyada da yeterdi. Az sonra eşim Tolga geldi, Portakal anahtar sesini duyar duymaz çığlık çığlığa miyavlamaya başladı. Sonra da ok gibi fırlayıp içeri giren eşimin arkasına saklandı ve bana bakıp etinden et koparıyorlarmış gibi acıklı sesler çıkarmaya başladı. Tolga, ayaklarının dibinde kıvranan kedisine baktı,‘‘Sen, zavallı ve aciz hayvanlara işkence yapan bir zalimsin!..’’Dedi. Ve bu zavallı masum yavrudan ne istediğimi uzun uzun sordu. İki gündür benimle konuşmuyor. Ben de o masum yavruyu bir tenhada kıstırmaya çabalıyorum. Ama alçak kedi, Tolga'nın eteğinin dibinden ayrılmıyor. Eşim banyoya bile girse, kapıda kıyametler koparıp kendini içeri aldırıyor. Bahçeye çıkınca da, ağaçtan aşağıya inmiyor. Ben de, sabırla tekrar başbaşa kalacağımız günü bekliyorum.*Artık oğlum da bana karşı cephe aldı. Eskiden eve gelen kız arkadaşlarını benimle tanıştırırdı. Şimdi, bana göstermeden doğru odasına çıkarıyor. Güya, kız arkadaşlarıyla beraber salonda otururken ben ağzımdan protezimi çıkarıp, takma dişlerin aralarını temizlemek için üflüyormuşum. Ya da kız arkadaşlarının bacaklarına filan gözlerimi dikiyormuşum. Hatta yanaklarından makas aldığım bile oluyormuş. Bu gençler baba şefkatinden ne anlar?Oğlum, yarın akşam Ankara Etimesgut'taki tank birliğine gidip teslim olacak. Askere gidebilmek için yırtındı. Askerlik şubelerine gidip komutanlara yalvardı. Bu yeni kuşaktaki askerlik sevdasını anlamıyorum. Halbuki bizim zamanımızda, askere gitmemek için türlü hile ve hurda icat ederdik. Örneğin karakitürcü Mıstık, Erzurum'da askerliğe başlayınca, bir askerin bilmem kaç dişi eksik olursa, çürüğe ayrılacağını öğrenmişti. Zaten, ağzında çürüğe çıkma limitini doldurmak için, fazladan dört dişi kalmış. Hemen Erzurumlu bir berbere gidip, o dört fazla dişi de çektirdi. Ama dişine kuşuna bakmayıp, yine de askerliğini sonuna kadar yaptırdılardı.*Oğlum Seyit Ali'yi kıtasına teslim etmek için, kafamda küçük bir tören düzenlemiştim. Önde, pembe bir limuzin otomobilin içinde ben, eşim ve oğlum... Arkadaki birinci kamyonda davul zurna ve saz heyeti... İkinci kamyona da, dansözleri doldurup konvoy halinde nizamiyenin kapısına kadar çala oynaya gidecektik. Boru mu bu?.. Askere evlat gönderiyoruz. Baba yüreği, daha aşağısını katiyen kabul etmez. Ama gel de Tolga'ya bir babanın yüreğinden geçenleri anlat. Nuh dedi, peygamber demedi, bu küçücük masum isteğimi reddetti.Artık her isteğimi reddediyor zaten... Bahçeye gömülü sarnıçta yakalayıp da eve getirdiğim bütün kurbağalarımı sokağa attı. Duvarlara ve camlara resim çizmemi yasakladı. Evde pantolonsuz dolaşmama da izin vermiyor. Bu yaptığım teşhirciliğe girermiş.*Üç gündür evden çıkarken, sokak kapısını üstüme kilitlemeye başladı. Anahtarlarıma da el koyduğu için, artık sokağa çıkamıyorum. Eve misafir çağırınca, o dışarıda, ben içeride kapının altından konuşuyoruz. Üstelik, gayet sudan nedenlerle kapıyı kilitliyor. Geçenlerde kapı çalındı, Tolga gidip açtı ve bir süre sonra da, alı al, moru mor odaya döndü.‘‘Sen benim adıma Şükran Hanım'dan borç para mı aldın?.. Üstelik, 20 gündür de ödememişsin. O zavallılar emekli maaşıyla geçiniyorlar. Kadın, utana sıkıla alacağını istedi. Beni mahalleye rezil ediyorsun!..’’Diye başlayıp, bütün gün söylendi. Ben de, kararlı bir sesle, harçlığımı arttırmadığı takdirde, bütün komşulardan yine borç alacağımı söyledim.Bayramın üçüncü günü gittiği ziyaretten hışım gibi döndü.‘‘Evdeki bu adamlar da kim?..’’‘‘Hiiç, arkadaşlarım.’’‘‘Biz otuzbeş yıllık evliyiz. Bu arkadaşlarını ilk defa görüyorum.’’‘‘Ben de ilk defa görüyorum... Ama tatlı çocuklar. Hele tombul olanı bir göbek atıyor, görsen şaşarsın.’’‘‘Peki, o yukarıda yatağımda uyuyan adam kim?..’’‘‘Haa, o bizim çöpçü. Rakıyı fazla kaçırdığı için sızdı.’’Tolga evde yokken, bayramlaşmaya gelen bekçi, çöpçü her kim varsa, eve buyur etmiştim. Araya bir de dilenci karıştı sanıyorum. Biraz meze hazırlayıp, acele bir de mantarlı biftek pişirdim. Rakıyı da açıp, ufaktan bir muhabbete durmuştuk. Üstelik çocuklar da müzikten anlıyorlar doğrusu... Onlara bağlama çalıp, saatlerce türkü söyledim. Sıvaslı olan ağladıydı bile.*Dün yine beni eve kilitleyip gitti. Ben de evden kaçmaya karar verdim. Alt katınkiler demir parmaklı olduğu için, üst kat penceresinden kaçabilirdim ancak. Ama, o da çok yüksek. Önce, evde ufak bir yangın çıkarıp itfaiyeye telefon etmeyi düşündüm. Onlar da yangın merdivenleriyle gelip beni çekip camdan alırlardı. Ama geç gelirler, bütün ev yanar diye korktum. Sonra filmlerdeki çarşaf numarası aklıma geldi. Hani, esas oğlan çarşafları yırtıp uç uca ekler, sonra da pencereden sallandırıp tutuna tutuna iner ya...İşte bu numara yüzünden, bu yazıyı size hastane odasında ve sargılar içinde yazıyorum. Daha doğrusu, ben söylüyorum, Tolga yazıyor. Bir yandan da iki gözü iki çeşme ağlıyor. Çünkü arada bir, çok acıklı inilti sesleri çıkarıp, vasiyetlerde bulunuyorum. O da, daha çok ağlıyor. O kadar üzüldü ki, eve dönünce belki kedisini bile dövmeme izin verir.
button