Huysuz ihtiyar

Güncelleme Tarihi:

Huysuz ihtiyar
Oluşturulma Tarihi: Ocak 18, 1998 00:00

Püfüme dokunmayın!..Evden çıkarken eşim Tolga'nın kedisini bir güzel tekmeledim. Sokak kapısını da evdeki herkesi yerinden zıplatacak kadar gümbürtüyle çarpıp kapattım. Belki iyi kapanmamıştır diye, anahtarımla açıp ilkinden daha şiddetle tekrar kapattım. Bizim evin bitişiğindeki Bosna-Hersek Konsolosluğu'nun koruma polislerinin beslediği sokak iti, her zamanki yılışıklığıyla gelip paçama süründü. O sırada, polisler bize baktığı için kulağını sever gibi yapıp, iyice çimdikledim. İt, viyaklayarak can acısıyla kaçtı. Arabamın kapısı, bir türlü açılmadığı için Japonlar'a ve imal ettikleri bütün arabalara yedi sülale düz giderek Honda'yı tekmeledim. Ama arabanın kapısını evin anahtarıyla açmaya çalıştığımı farkedince, bu kez de anahtarlara ve anahtarcılara küfretmeye başladım. Gazı zart diye kökleyip canhırhaş bir patinajla kalkış yaptım. Komşumuz İhsan Bey bir hafta önce yeni bir BMW almış, sokağa parketmişti. Sokaktan geçerken her araba sesini duydukça acaba arabama vurdular mı, çizdiler mi telaşıyla gece gündüz pencereye koşuşturup duruyordu. Ceymis Bond kalkışıyla İhsan Bey'in BMW'sinin yarım parmak yakınından geçtim. İhsan Bey'in arkamdan pijamayla sokağa fırlayıp, arabasının neresini çizdiğimi uzun uzun tetkik edişini hayal edip keyifle sırıttım. TEM otoyolunda giderken beni sağımdan geçmeye çalışan bir arabaya önce elimle, otomobilim otomatik viteste olduğu için sonra da ayağımla ayıp işaretler yaptım. Umduğum gibi Murat araba az sonra sağa çekip durdu. Tabii, arkasından ben de durdum. Murat'tan üç kişi fırlayıp küfürler ederek bana doğru koşmaya başladı. Önde koşan sıska herifin burnuna keyifle bir sağ direkt oturttum. Herif, kelebekler gibi havalandı. Tabii arkadan gelen iki yarma da beni dövdü.*Gazetenin döner kapısının dolabına girdim. İttim, ama kapı bir türlü yürümedi. Ben de cam kapıyı tekmeledim. Bütün gayretime rağmen kalın cam kırılmadı. Koşup gelen koruma görevlisi delikanlı:‘‘Oğuz Bey, kapı sağa itince dönüp açılır. Siz, deminden beri sola itmektesiniz.’’ dedi. ‘‘Ne yani, sen şimdi sağımı solumu bilmediğimi mi söylüyorsun!..’’‘‘Hayır efendim, estağfurullah!..’’‘‘Yok yok öyle dedin!.. Senin sağından solundan haberin yok moruk dedin.’’ ‘‘Aman Oğuz Bey, nereden çıkarıyorsunuz bunları?..’’‘‘Ben uyduruyor muyum yani?.. Bak, şimdi de bana yalancı dedin!..’’‘‘Aman efendim...’’‘‘İnanmazsan danışmadaki hanıma soralım.’’‘‘Hay hay soralım efendim.’’Danışmadaki hanım öyle birşey duymadığını söyledi. Ben de onlara bana karşı tuzaklar hazırlayan bir çete olduklarını ve yakında kendileriyle hesaplaşacağımı söyleyip asansöre bindim. Asansörde bir kişi daha vardı. Yedinci katın düğmesine bastı. Ben gözlerimi belertip:‘‘He halt etmeye yediye bastın?.. Sen benim dördüncü katta ineceğimi bilmiyor musun!..’’ diye homurdanınca önce şaşkın şaşkın suratıma baktı, sonra da imdat düğmesine basıp ikinci katta indi.Odama girince Ayşen'e:‘‘Hala çayım gelmedi mi?...’’ diye bağırdım. Zaten yarım patlak bir ödle dolaşan kızcağızın ödü tamamen patladı.‘‘Ne zaman geleceğinizi bilmediğim için çayınızı daha söylemedim ki!..’’‘‘İyi bir sekreter, patronun bir kilometre öteden ayak sesini duyar ve çayını hazır eder!..’’ diye kükredim. Kız ağlayarak odadan çıktı. Bir daha da görünmedi.*Bizim ikinci sayfa ilan sayfası olduğu için ve benim karikatürüm de ilan sayfasında yayınlandığı için karikatürün enini boyunu gelen günlük ilanlar tayin eder. İkinci sayfanın sorumlusu Şükrü Bey karikatürün ölçüsünü verince doğru yazı işlerinin yolunu tuttum. Bulduğum o günkü karikatür esprileri hep dikine bir ölçüde çizilebilirdi. Oysa Şükrü Bey'in verdiği ölçü enineydi. Daha odamdan çıkmadan bağırmaya başladım. Yazı İşleri salonunun ortasına gelince de gazeteciliğin öldüğünü garajlı, asansörlü, bilgisayarlı binaların gazeteciliği yozlaştırdığını ve de masraf arttıkça reklamların esiri olacağımızı haykırdım. Ama kimse iplemedi. Bizim sobalı odalarda altı delik pabuçlarla yaptığımız gazeteciliğin bilgisayarın başından poposunu kımıldatmayan gazetecilere beş bastığı konusunda çektiğim söyleve kimse ilgi göstermedi. Homurdanarak gidip karikatürümü çizdim. Yazı İşleri Müdür'üm Fikret Ercan geleneksel iğfal edici sevimliliğiyle:‘‘Acaba Erbakan'a pantolon giydirsek nasıl olur ağbey?..’’ diye sordu. Ben de bağıra çağıra sanata sansür koymanın bir insanlık suçu olduğunu söyledim. Fikret:‘‘Pantolondan vazgeçtim, hiç olmazsa don giydir. Bu karikatürü böyle basarsak, Müstehcen Neşriyat ve Cinsel Hakaret dahil en az sekiz dava açılır. Bu yaştan sonra mahkemelerde sürünmek istemezsin değil mi ağbey?..’’ gibisinden karşı durulmaz laflar etti. Bir gün Fikret'i yemek sırasında nasıl zehirleyeceğimi hayal ederek kovulmadan gazeteden çıktım ve hastanenin yolunu tuttum. Bir hafta önce çok sevdiğim eski bir köşe yazarı arkadaşım açık kalp ameliyatı geçirmişti. Ben de bir türlü geçmiş olsuna gidememiştim. Benimki de arkadaşlık mıydı yani?.. Kendimden utanıyordum ve arkadaşımın sevimli yüzü rüyalarıma giriyordu. Beni görünce çok sevindi. ‘‘Bunca olay varken, okurlarıma iki çift laf edememek insana ameliyat acısından daha çok koyuyor!..’’ gibisinden edebi ve hamasi laflar etti. Ben de:‘‘Sen de eski yazılarından birini veriver. Nasıl olsa topu topu 10-15 lafınız var hayatta... Hepsi de ahlat üstüne!.. Evirip çevirip, allayıp pullayıp aynı yazıları kakıştırıyorsunuz okurlara... Kimse bir şey farketmez!..’’ diye başlayan kısa bir söylev çektim. Ama söylevimi bitiremeden iki ızbandut hastane hademesi, beni ite kaka dışarı attı. Koşuşturan doktorlar da kriz geciktirmekte olan arkadaşımın ağzına oksijen maskesi kapatıp koluna iğneler yaptılar.* Eve dönmeden, biraz sakinleşmem gerektiğine karar verdim. Bulabildiğim ilk meyhaneye daldım. İçeride topu topu üç kişiydik. İki delikanlı, bir köşede biralarını yudumlayıp televizyon seyrediyorlardı. Ben, ilk kadehi yarıladıktan sonra meyhane zagonuna göre aramızda bir muhabbet başlatmak istedim.‘‘Bu mübarek Ramazan gününde bira içmeye utanmıyor musunuz?.. Bu saate meyhanede olduğunuza göre demek işsizsiniz. İşsiz olduğunuza göre de içki parasını nereden buluyorsunuz?.. Yoksa siz hırsız mısınız?..’’ gibisinden tatlı bir muhabbet açışı yaptım.* Dayak yediğim belli olmasın diye üstümü başımı iyice düzeltip eve döndüm. Polislerin beslediği it, ben arabamdan daha çıkmadan sokağın öbür ucuna kaçtı. Eve girerken beni karşılamaya gelen kediyi de bir güzel tekmeledim. Koltuğuma oturur oturmaz eşim Tolga'ya:‘‘Sen o kırmızı etekliği niye giydin?..’’ diye sordum.‘‘Hangi kırmızı etekliği?.. Benim üstümde mavi bir sabahlık var.’’‘‘Hani Kenterler'deki Fadik Kız'ın galasına giderken giydiğin kırmızı etekliği...Benim kırmızı renkli giysilerden nefret ettiğimi bile bile bana bunu nasıl yaptın?.. Boşanmak istiyorsan açıkça söyleyebilirsin!..’’Tolga:‘‘Ne giydiğimi anımsamıyorum, çünkü Fadik Kız'ın galası tam 32 yıl önceydi.’’ deyip önümdeki sehpaya beş paket sigara ve üç adet çakmak koydu. Sehpada boş kalan yerlere de birkaç kül tablası yerleştirdi. Hatta, koltuğumun çevresine de bir sürü kül tablası dizdi. Sonra da ağlayarak üst kattaki odasına çıktı. Kapısını çarparak kilitlediğini duydum.*Bir gece önce günlük nafakam olan dört paket sigarayı bitirdikten sonra meşhur kalp spazmlarımdan birini geçirmiştim. Arkadaşım Prof.Dr. Aydın Kargı yine koşarak gelmişti. Tolgay'la Aydın tehdit, şantaj, acındırma ve yalvarmalar sonunda bana sigarayı bırakacağıma dair söz verdirmişlerdi. Ben de o andaki can korkusuyla bir halt edip söz vermiştim. İşte, bugün benim sigarayı bıraktığım ilk gündü.‘‘Ellerim titreyerek, Tolga'nın önüme yığdığı sigaralardan birini yakıp bir nefes çektim. Sigara yarısına kadar kül oldu. Sonra kediyi kucağıma alıp sevdim. Ne kadar da sevimli bir mahluktu!..’’Buzdolabına gidip kebap yapmak için kuzu inciklerini polislerin itine verdim. Keyifle yerken keneli kulaklarını sevdim. Sonra da üst kata çıktım. Tolga'nın kap
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!