Oluşturulma Tarihi: Kasım 14, 1997 00:00
Bir tüketim sapığı!Eşimle en kıyıcı kavgalarımız, üstüme başıma bir şey alamayışımdan kaynaklanır. Benim, 8-10 yıllık partallar içinde dolaşmaktaki ısrarım Tolga'yı çileden çıkarır. Oysa, zor uyum sağlayabilen biri olduğum için ben, o 8 yıllık giysiye yeni yeni alışmış ve içinde ancak rahat eder olmuşumdur.Kavga dövüş, zorla bir şey satın alınca da bu kez onu atamam. Aslında ben hiçbir şeyi atamam. Parmak ucu boyuna inmiş silgiler, bozulup ucu çatallanmış ve asla çizmeyen çini mürekkebi uçları, içi kurumuş ispirtolu kalemler, bozuk elektrik düğmeleri, kadranı olmayan saatler, teki kaybolmuş eski çoraplar, çakarken bükülmüş çiviler, içine artık asla giremeyeceğim bir sürü gömlek ve elbise, bozuk çakmaklar, unutulup tedavülden kalkmış pırtık kağıt paralar, yapıştırılmak üzere saklanmış kırık vazo parçaları, adamın hababam eline batan paslanmış olta iğneleri, sapı kırılmış ekmek bıçağı ya da karşı komşusu kopup kaybolmuş tek makas parçası, biçimini güzel bulduğum muhtelif boy şişeler, evdeki hiçbir kapı kilidine uymayan bir sürü anahtar, kurumuş boya tüpleri ve daha böyle yüzlerce ıvır zıvır, benim adeta hazinelerim gibidir.Evde kımıldayacak yer kalmayınca eşim, bunlardan bir kısmını benden gizlice eksiltir, yani atar. İşte o zaman da kıyamet kopar.‘‘Bu evde, bana ait eşyalara ve dolayısıyle bana saygı gösterilmiyor!..’’ avazları arasında evi terketmelere kalkarım. En az bir hafta kimselerle konuşmam ve fırsat buldukça da onların miskin kedilerini tekmelerim. Gerçi, eşyalarımdan bazılarının yokluğunu ancak 10 yıl sonra farkettiğim olmuştur. Ama sonuç değişmez. Aynı patırtı yine çıkar.***Benim kuşağımın çoğu bir paketi açarken ipini koparıp atmaz. Onu, parmağına dolayıp küçük bir yumak haline getirir ve bir gün gerekir diye bir daha asla bulamayacağı bir yere saklar. Bu duygu bize, yokluk içinde geçirdiğimiz 2. Dünya Savaşı yıllarının mirasıdır. Rahmet olsun anneanneciğim, Balkan Savaşı ve 1. Dünya Savaşı'nı kocası hep cephede olan bir ev kadını olarak yaşadığı için benim kesekağıtlarını bile atmama kızardı. Atılacak yırtık pırtık ne kadar bez veya kumaş varsa onları makasla parmak inceliğinde doğrar yumak yapardı. Onlardan arada bir kilim dokuturdu. Ama yine de yüklüğün kapısını açınca üstünüze paçavra topları düşerdi. Bazen de çamaşırların arasında bir mevsim öncesine ait çürük portakal ve elmalar çıkardı.***Ama insanoğlunun yaşlandıkça ne denli değişebileceğine akıl sır ermiyor. Çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Az konuşan, yazın bile lacivert ve koyu gri takım elbiseden başkasını giymeyen, çok ciddi, hatta tutucu biriydi. Aynı zamanda çok da çapkındı. Robert Mitçum'un bıyıklı haline benzerdi. Ellisini geçince, arkadaşımda ufak tefek değişiklikler olmaya başladı. Önce, allı güllü gömlekler ve kırmızı ekose pantolonlar giyindi. 25 yıllık pos bıyığını bir gün kesiverdi. Derken, taşlı yüzükler, bilek zincirleri ve kolyeler takınmaya başladı. Saçlarını uzatıp sarıya boyadı ve şekerimli, canımın içili, ayollu ve de bol cilveli bir konuşma tarzı edindi. Sesi bile inceldi... Sonunda tırnaklarına oje sürüp hafif makyaj yapar oldu. Karısı da onu boşayınca birtakım acayip heriflerle elele dolaşmaya başladı.Çok şükür bendeki değişim arkadaşımınkinin cinsinden olmadı. Ama çok daha tehlikelisi oldu... Kitap ve içkinin dışında hiçbir özel masrafı olmayan, borçtan ödü patlayan ve kötü günler için her zaman bir kenarda birikmiş parası olan bendenizin şu anda milyarlarca lira borcu var.Herşey marangozluk araç ve gereçleri satan Mösyö Brikolaj mağazasına gidip de ruhumun derinliklerinde gizlenmiş olan o usta marangozu keşfetmemle başladı. Önce çekiç, kerpeten, testere ve çivi ile başlayan bu masum alışveriş, birkaç hafta içinde elektrikli tornavida takımları, elektrikli matkap takımları, elektrikli testereler, elektrikli rende ve dekupaj takımlarıyla sürdü. Artık, marangozluk aleti satın almadan duramıyordum. Hatta bir sabah ‘‘Ben rahatsızlandım, bugün karikatür çizemeyeceğim!..’’ diye okulu kırar gibi gazeteyi kırıp alet ve tahta satın almaya koştum. Evde misafir yatak odası tıkabasa dolduğu için kalan marangoz malzemelerimi salona koyuyordum. Son aldığım 3 metre boyundaki marangoz tezgahını salona sokmaya çalışırken Tolga'ya yakalandım. Eşim, sanki üstüne kuma getirmişim gibi bir marangoz tezgahı ile aynı salonda yaşayamayacağını ve tezgah salona girerse kendisinin evi derhal terkedeceğini komşularında duyabileceği bir sesle söyledi.Tabii, yine haksızlığa uğramıştım. Oysa, bağrıma taş basıp ben onun kedilerine yıllardır katlanıyordum. Çaresiz tezgahı geri götürdüm. Ama paranın iadesi mümkün değilmiş. Yerine daha ufak tefek ve göze az batacak şeyler aldım.İşte o gün, satın alma mesleğinin bir inceliğini keşfettim: Bir parayla iki kez alışveriş mümkündü. Satın aldığınız malı ertesi gün geri götürüp, onun yerine aldığınız yeni mallarla tekrar bir satın alma keyfi yaşayabiliyordunuz. Böylece hem bir sürü şey satın alabilmiş, hem de az para harcamış oluyordunuz. Salon dolunca mutfakta biraz boş yer olduğu için marangoz aletlerinden mutfak araç ve gereçlerine yatay geçiş yaptım. (Zaten serde ahçılık da var!..) Mutfağı yeni tabak, bardak, çatal-kaşık, baharat, bıçak, tencere, tepsi ve rende takımlarıyla donattım. Ama dolaplar tıka basa dolduğu için fritöz, mikserler, tavalar, sahanlar, tuzluk ve baharat takımları mutfak zemininde, yani yerde kaldı. Ben de önce mutfağın sonra da hol, merdiven ve üst kat koridorunun bütün duvarlarına raflar yapıp kap ve kacağımı yerleştirdim. (Eh, serde marangozluk da var!..)***Ben, bir pehlivan torunuyum ve en az 20-25 güreş oyunu bilirim. Ama kadınların ne kadar iyi güreşçi olduklarını alışveriş sırasında öğrendim. Satın alma keyfim, artık keyiflikten çıkıp tiryakilik, hatta bağımlılık haline dönüşmüştü... Gecenin bir körü uykunun en derin yerinde birden yatağımdan fırlayıp ve acele giyinip sokağa çıkmaya başladım. İstanbul'u turlayıp ne kadar açık dükkan bulabilirsem bir şeyler satın alıyordum. Eve, 20-30 sıcak ekmek ve kilolarca damardan tuzlama işkembeyle döndüğüm oluyordu. Mahallenin itleri ve kedileri bana artık evliyaymışım gibi bakar oldular. Arabamı satıp üstü kapalı küçük bir kamyonet aldım. Çünkü arabamın bagajı küçüktü ve satın aldıklarımı bir kerede taşıyamıyordum. Bu satın alma krizleri nedeniyle ekonomik durumum bozulunca mağazalardaki ucuzluk günlerini kollamaya başladım. İşte kadınların bana çift dalıp, çapraz veya paça kasnak girip, kazkanadına alıp, elense çekip, tek kle ve ters sarmayla çevirip kılçık, yani bravle ile beni yerden yere vurmaları bu ucuzluk günlerinde oldu. Hatta içlerinde güreşi bırakıp mallara benden önce yaklaşabilmek için karate yapanlar bile çıkıyordu. Ucuzluk günlerinin alıcıları çoğunlukla kadınlardı ve aşağı-yukarı aynı kişilerdi. Giderek birbirimize alıştık ve bir aile gibi olduk. Geceleri birbirimize telefon edip ucuzluk yapılacak mağazaların önünde randevu vermeye başladık. Hatta, bu satın alıcı hanımların bir kısmı beni kabul günlerine bile davet ettiler. Konken oynayıp, piyasaya yeni çıkan malların dedikodusunu yaptık.***Bu satın alma krizinin bazı zorlukları da oluyor. Zevkten ağzınız çarpılmış, gözleriniz kaymış ve cinsel bir ilişkide alınacak sesli ve sıkı nefesleri alırken aracınıza bir sürü öteberi dolduruyorsunuz. Ama eve gelince aldıklarınızın ne işe yaradığını bulmak için saatlerce kafa patlatıyorsunuz. 3 aydır üstü mavi döküm, altında düğmeler ve bazı çarklar olan ve de üstünde meyd in Tayvan yazılı elektrikli bir makinenin neyin makinesi olduğunu ve ne işe yaradığını bir detektif edasıyla düşünüp durmaktayım. Hangi mağazadan aldığımı bulabilsem gidip soracağım ama bir türlü anımsayamıyorum. Komşularla işin içinden çıkamayınca bazı makina mühendisi arkadaşlara sorduk. Kimi taş cilalama, kimi saç kurutma, kimi ayran karıştırma makinası olabilir dedi. Makinanın gövdesinde oytuk bir yer var. Ben, oraya su koyup şimdilik onu çiçek vazosu olarak kullanıyorum.***Geçenlerde bir ithalat mağazasının vitrininde elma
button