Güncelleme Tarihi:
CENEVİZ SURLARINDAN BİZE KALAN
Ahmet Ümit, anlatmaya ilk durağımız Galata Kulesi’nden başlıyor: “Venedik-Cenevizliler zamanında burası surlarla kaplıydı. Bu kule de, surlardan birinin kulesiydi. Fatih Sultan Mehmet Konstantinopolis’i fethedince Cenevizlilerin burada yaşamasına ve ticaret yapmasına izin verdi fakat surların yıkılmasını istedi. Surları ortadan kaldırdılar ama kule kaldı.” Rotamızı Tünel’e kırıyoruz. Ümit’e göre Tünel Pasajı, “İmparatorluktaki bütün halkların tüm renklerinin yaşandığı nadir yerlerden biriydi.” Bu pasajın bir kapısı General Yazgan Sokak’a çıkıyor. Yazara göre bu sokak da Beyoğlu mimarisinin kendini gösterdiği yer.
MEŞRUTİYET KALABALIĞI BURADAYDI
“Büyük Londra Oteli’nin de olduğu bu bölgeye Tepebaşı Bahçesi deniyordu. O dönem Avrupa’da ünlü kim varsa gelip burada konser veriyordu. Osmanlı döneminde Tepebaşı Dram Tiyatrosu da vardı ama yandı. Bugün Beyoğlu’nda ne yaşanıyorsa o zaman da aynısı yaşanıyordu. Bugün Tepebaşı Meşrutiyet Caddesi ile İstiklal Caddesi arasındaki Odakule, şehrin dokusunu mahveden rezil bir bina. Osmanlı döneminde burada Carlmann diye bir market vardı ve bina, böyle yüksek değildi. Gelelim bu caddenin adının neden Meşrutiyet olduğuna... Sultan Abdülhamit, parlamento açacağına dair söz vermişti. Fakat sonraları Rus Savaşı’nı bahane ederek buna yanaşmadı. Bunun üzerine Selanik’te başlayan bir hareketle 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Halk sokaklara döküldü. Tam burada da büyük bir kalabalık vardı. O yüzden buranın ismi Meşrutiyet oldu.”
GÜL BABA VE MEKTEB-İ SULTANİ
“II. Beyazıt, bir av seyahati sırasında, susamış halde Galatasaray’a geliyor. Gül Baba isminde bir ihtiyarla karşılaşıyor. Gül Baba, içecek bir şey verince padişahın çok hoşuna gidiyor ve dileğini soruyor. O zamanlar, Galatasaray hep bahçe, bostanlık... ‘Buraya bir okul yapar mısın?’ yanıtını alınca, Mekteb-i Sultani kurulmuş oluyor. Fransızca eğitim veriyor, diplomatlar, önemli devlet adamları, önemli şairler buradan çıkıyor.”
MARDİNLİ MİDYECİLERDEN ÖNCE GRİTTİ KARDEŞLER VARDI
“Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Beyoğlu’ndaki ilk büyükelçiliği Fransızlar, 16. yüzyılın sonunda açtı. Ardından öteki elçilikler geldi. Uluslararası ilişkilerin geliştiği bir dönemdi. Elçilikler açılınca, yabancı dil bilen Rum, Ermeni ve Yahudi nüfus, onlara hizmet vermek için buraya taşındı. Beyoğlu’nda hızla dükkânlar, eğlence merkezleri, restoranlar, barlar açıldı. Viyana’da, Berlin’de ne varsa hepsi buradaydı... Bugünkü Beyoğlu’nu yaratan da budur. Ancak bundan önce, bölgede midye işi yapan Venedikli Gritti Kardeşler’den bahsedelim. Bu kardeşlerin, bugünkü Gümüşsuyu’nda bir konakları vardı. Ticaret yaptıkları için Osmanlı tarafından imtiyazlar tanınmış bir aileydi, aile fertlerine de ‘bey’ deniyordu. Adam ölüyor, oğlu oluyor, insanlar ‘Beyin oğlu’ diyor. Haliyle, konaktan bahsederken de ‘Beyin oğlunun konağı’ diyor. ‘Beyin oğlu’ diye diye, buraya Beyoğlu adı verildiği rivayet ediliyor.”
Bir vakitler Rus Büyükelçiliği olan Narmanlı Han’dan Pera Palas’a geçiyoruz. Otel’de Ahmet Ümit’in odasıyla polisiye yazarı Agatha Christie’nin odası yan yana. Ümit’in “Tümüyle oryantal bir mimarisi vardır” dediği mekâna Batılılar, Sirkeci’de indikleri trenden tahtırevanla taşınıyordu.
ST. ANTUAN’IN YERİNDEKİ ÇAY BAHÇESİ
St. Antuan Katolik Kilisesi 1910’da yapılmadan önce, yerinde konserlerin de verildiği bir çay bahçesi olduğunu biliyor muydunuz? Az ilerisinde Doğu mimarisinin özelliklerini taşıyan Elhamra Han var. Ve tabii, Mısır Apartmanı... Burası, Beyoğlu’ndaki ilk apartmanlardan biri (bir diğeri de Doğan Apartmanı). Ümit anlatıyor: “Mısır Apartmanı’nda büyük şair Mehmet Akif Ersoy yaşamış. O dönemde her yer karanlık ama burada gazla yanan sokak lambaları vardı. 1870’te burada çok büyük bir yangın çıktı ve bütün ahşap binalar yandı. Ondan sonra bugün gördüğümüz ve adına ‘Beyoğlu mimarisi’ dediğimiz binalar ortaya çıktı.” Çaprazda Hazzopoulo Pasajı... Burada Abdülhamit döneminde gazete çıkaran ve 1841’de ilk polisiyeyi yazan Ahmet Mithat Efendi’nin matbaasının olduğunu öğreniyoruz.
PASAJA İSMİNİ VERENLER
“Çiçek Pasajı, bir zamanlar Naum Tiyatrosu’ydu ve sokağın adı da Sahne Sokak’tı. Padişah geleceği zaman Taksim’den buraya kırmızı halı döşenirdi. Naum Tiyatrosu yanınca pasaj yapıldı. Çiçek Pasajı’nın hikâyesi ise şöyle: 1918’de, devrimden sonra, Rus aristokratlar Türkiye’ye geldi. Aralarında kadınlar da vardı ve Galatasaray Lisesi önünde çiçek satarlardı. İngiliz subayları, işgal döneminde bu kadınlara sarkıntılık etmeye başladı. Kadınlar da daha korunmalı olsun diye çiçeklerini bugünkü pasajda satmaya başladı. Pasajın isminin buradan geldiği söylenir.”
AĞAÇSIZ MEYDAN: TAKSİM
Ahmet Ümit’le Beyoğlu turunda Hüseyin Ağa Camii’ni, Afrika Han’ı, Fransız Kültür Merkezi’ni geçip meydana varıyoruz. Taksim Meydanı’nda bugün Büyükşehir Belediyesi’nin İletişim Noktası olarak kullandığı yer, I. Mahmut döneminde yapılan bir su mahzeni: “Bölgeye gelen suyu taksim etmek için burada bir mahzen yapıldı. Meydanın ismi de buradan kaldı. Taksim Cumhuriyet Anıtı ise bir İtalyan heykeltıraş tarafından yapılmış. Heykelin bir tarafında Atatürk’ün sivil tarafı, diğer tarafında asker yönü gösteriliyor. Bugün Atatürk Kültür Merkezi atıl durumda... Meydan da öyle... Ağaçları olmayan bir yer haline geldi. Şehirler meydanlarla, parklarla, kültür merkezleriyle anılır. Şehrin kimliğini kazandıran, tarihidir. Bunların hepsi hızlı bir şekilde yok ediliyor. Yol yapabilirsin, bina yapabilirsin ama bu şehri yapamazsın. İstanbullu olmanın bir ayrıcalık olduğunu anlayamadık.”