Güncelleme Tarihi:
Başrolünde oynadığı ve senaryosunu yazdığı ‘Kin’ filmi sebebiyle buluşmak üzere sözleşiyoruz. Bir süredir yaşadığı Köyceğiz’den geliyor. Son dönemde hayatında tarımın önem kazandığını öğreniyorum: “Bu sene susamlarımız biraz aralıklı aralıklı yetişti ama gene 200 kilo falan çıkmıştır. Şu an kurutuluyorlar.” Mizahçı yanıyla komik, şiirlerinden yola çıkarak romantik ama bir yandan da kolay kızabilecek biri olduğunu düşünüyorum. “Zaman geçtikçe eskiden kızdığım şeylerin çoğuna kızmıyorum. Bu kadar kızmayan halimi daha çok seviyorum. Yani daha tatlıyım” diye anlatıyor. Peki, onu değiştiren şeyler neler? Cevabı sohbetimizde...
‘Kin’ Güney Kore uyarlaması bir film. Size nasıl geldi?
Film gündemdeydi. Başka yazar arkadaşlarla uyarlamalar denendi ama istenen sonuç herhalde alınamadı. Sonra Necati Akpınar “Bir sen baksana” dedi. Ben de zaten polisiye türünde bir şey yapmak istiyordum. Yaparak öğrenmek diye çok sevdiğim bir model var, buna da öyle baktım.
Bizde sanki uyarlama yapmak daha kolay gibi bir algı var. Öyle mi?
Orijinalini yapmak için de, iyi uyarlama yapmak için de iyi yazmak lazım. Senaryo yazmayı bilmek ve orijinal hikâyenin anlattığı toplumda geçerli ama bizde geçerli olmayan yönlerin, bizdeki karşılıklarını görmek lazım. Bunun için de orijinal senaryo yazma yetisinde olmak gerek. Kolay yönü zamanlaması. Orijinalini yazan kişi iki sene düşünüp yazmış.
Kin size ne ifade ediyor?
Dünyanın başına gelmiş bütün felaketlerin kaynağının kin olduğunu düşünüyorum. Polisiye öyküler çok fazla önerme istemezler ya da onun üzerinde çok fazla durmayabilirler. Bizim orijinal filmde de çok fazla böyle bir kaygı yoktu. Ben ona bizim ‘önerme’ dediğimiz şeyi ekledim. Dolayısıyla kin kavramının nereden kaynaklandığını, intikam denen şeyin özünün nerede olduğunu falan arayan bir film oldu. Mesela intikamla ilgili polisiye türde yapılan filmlerin çoğu bilerek ya da bilmeyerek intikamı över. Biz burada tam tersini yapmaya çalıştık.
Hiç kin ya da intikam duygunuz oldu mu?
(Gülüyor) Zarif şekillerde, acıtmadan... İntikam denemez de, bazen birisinin hak ettiğini düşündüğüm bir sözü, yıllar da geçse söylemişliğim vardır. Akrep burcunun bir özelliği galiba.
Filmin sorduğu sorulardan biri de kendi intikamını almak mı yoksa adaleti seçmek mi...
Adalet tabii... İntikam hiçbir zaman hiçbir işe yaramayan, sadece yok edici bir kavram.
Duygu Sarışın’ın canlandırdığı karakterin kolunda ‘Herkes için adalet’ yazan bir dövme var. Hayatta herkes için adalet mümkün mü?
Bu şuna benziyor: “Bu dünyada herkes için mutluluk denen şeyi görecek miyiz?” Sanmıyorum ama bu çaba hâlâ en büyük erdem olarak kalacak.
Siz umutlu musunuz?
Ben sonuçta mizahçı bir insanım. Mizah konusunda çok usta bir ismin bir lafı vardı: “Mizahçılar hayal kırıklığına uğramış idealistlerdir. İşi makaraya vurmaktan başka çare bulamamışlardır.” Dolayısıyla mizahçı umutlu da olmaz, umutsuz da... İroniktir bu.
Hayatta hayal kırıklıklarınız oldu mu peki?
Dünyada çekilen acıları düşündüğümde Allah’a çok şükür, durumum hiç fena değil. Ama hayal kırıklığına uğramadan yaşamak ya da mutsuz olmadan yaşamak mümkün değil.
Filmde karakteriniz Harun kendini korumak için delillerle oynuyor. Siz bir suç işleseniz kendinizi korumak için ne kadar ileri gidersiniz?
Filmlerde karakterlerimizin yaptığı şeylerle bizim sınanmamız ilginçtir. Ama şunu söyleyeyim; canlandırdığım Harun Çeliktan karakterinin yaptığı şeyi hepimiz kolaylıkla yapabiliriz. Sesini kes, olaylara karışma, kariyerin yürüsün... Orada hem kariyer endişesi kaynaklı bir tercih var hem de şahsen bir hedef alınma durumu söz konusu. Onu çözeyim derken emniyetin karşısına ceset asılınca olaylar karışıyor. Orada tabii bir anlık kendini düşünmek, egoist tavır, aslında bütün hayatını da mahveden bir şeye dönüşüyor.
ADİL OLAN İYİDİR ZATEN
Filmdeki ‘İyi insan olmak kolay, zor olan adil olmak’ sözü çok konuşuldu...
Bu Victor Hugo’nun bir sözü. Bu filmle ilgili araştırma yaparken, gazeteci bir arkadaşımızın yazısına rastladım. Bir polis yetkilisiyle yaptığı röportajın izlenim kısmında emniyette duvarda bu yazının olduğunu yazmış. Tam bu filme yakışacak söz diye düşündüm.
İyi olmak kolay mı gerçekten?
O iki polis arasındaki bir diyalogda geçiyor. Sen çok iyi kalplisin de, adil olmak için bazen katı olman gerekir gibi... Şunu düşün, çok iyi kalpli bir hâkim ne yapsın? Yani herkese beraat mı versin? Böyle adalet mi olur? Adaleti sağlamak için sevimsiz olmayı da göze almak gerekir. Şöyle de denebilir, adil olmayan biri iyi olabilir mi?
Sizin için hayatta iyilik mi adalet mi daha ağır bastı?
Adil olan iyidir zaten, her zaman sevimlilik olmayabilir tabii...
HAYATIN KENDİSİNDEN NEFRET EDEN BİRİ, KİMSEYİ SEVEMEZ
“Bir tek seni severdim, sevmeyi bilseydim” diye bir laf var filmde. Bunu hissederek mi yazdınız?
Evet, bu lafı söyleyen, filmin önemli figürlerinden Duygu Sarışın. Hayatının tamamını intikam, kin duygusuna havale etmiş birisinin sevgiyle ilgili ciddi bir problemi vardır diye düşünerek yazdım. Hayattan, hayatın kendisinden nefret eden biri ancak tüm bunları yapabilir. Kimseyi sevemez. İşte zaten o da kardeşine bunu söylüyor: “Bir tek seni severdim, sevmeyi bilseydim...”
Peki siz hayatta sevmeyi becerdiniz mi?
(Gülüyor) Fena değilim canım, sevecen bir insanım.
O kadar güzel aşk sözleriniz var ki... Yıllardır gençler birbirlerine sizin mısralarınızla ilanı aşk ediyor. Aşkı yazan, çeken, oynayan bir adam olarak siz aşkı nasıl anlatırsınız?
Aslında benim yazdığım her şiir ya da her öykünün sevgiyle olan kısmı bunu aramakla ilgili olabilir. ‘Evet şudur’ diyebildiğim gün herhalde bir daha o konuyu yazmam.
İnsan ‘Budur’ diyebilir mi?
Aşk ona hiç izin vermiyor. Çünkü bir akılla, mantıkla izah edilecek yönü var, bir de seni sabaha kadar uyutmayan, aylarca seni ülser eden bir yanı var. Sana hâkim olan, senin çok tanımlayamadığın... Nicedir başımıza gelmemekle birlikte, öyleydi yani (gülüyor). Mesela bir şiirimde aşkı “Bir insan gözü yüzünden yüz gün art arda uyumamak” diye tanımlamıştım.
GÜZEL KIZAN BİR İNSANIM
Bir tarafınızla romantik, bir tarafınızla sert bir duruşunuz var. Sizi çözmesi zor...
Bence romantizmin tanımında bir yanlışlık yapıyoruz.
Ne gibi?
Şiirlerin ne dediğine bakarsak, romantik bir konu değil ama algısında öyle bir şey var. Bir yumuşaklık... ‘Sana bakmak Allah’a inanmaktır’ dediğimde, benimle Tanrı arasında bir mesele o. ‘Seni çok seviyorum, ne kadar güzelsin’ meselesi değil.
Bunu çoğu kişi sevgilisine söylüyor.
Biraz felsefe işi. Felsefe dediğimiz şey kelimelerle resim yapmak eylemi olduğu için hayatta hepimizin bildiği bir şeyi, bir durumu bazıları tanımlayabiliyor. Bazılarının mesleği bu. Yani, nasıl bazıları sıhhi tesisatı çok sıhhi bir şekilde yapabiliyorsa bu da bir meslek. Bence yazarlığın, hangi türde yazarsan yaz, temelinde bu var. Olması gerekir. Filme gelirsek; senaryolarda karakterin davranışları, söylediği sözler, onun yaptığı tespitleri senin daha önce yapman ve o karakterlerin içindekini yeniden tanımlaman gerekir. Daha sert bir mücadele aslında içerideki.
Peki, size dönersek... Kolay kızan bir adam mısınız yani?
Güzel kızan bir insanım (gülüyor). Ama zaman geçtikçe eskiden kızdığım şeylerin çoğuna kızmıyorum.
Ne değişti?
Bu kadar kızmayan halimi daha çok seviyorum. Yani daha tatlıyım. Mesleğin ilk yıllarında bir şeyi ispat etme çabası ve aslında geriden geriye yaşadığın bir güvensizlik hali de var. O zamanlar film çekimleri sırasında bir aksilik görünce, bu kişi benim filmimi mahvedecek duygusuna daha çabuk giriyorsun. Şimdi ‘Yok bir şey olmaz, hallederiz’e daha çok yaklaşıyorum. Bu halimi de daha çok seviyorum. Ama öfke mizahçının, anlatıcının bir numaralı malzemesi. Yani bir şey senin asabını bozmuyorsa, seni rahatsız etmiyorsa onu da yazmıyorsun zaten.
Netflix’te yayımlanan ‘Kin’deki rolü için dövüş dersleri alan Yılmaz Erdoğan: “Tekrar polisiye yaparım, hoşuma gitti.”
BENZİN HÂLÂ VAR MI, ONA BAKIYORUM
Yılmaz Erdoğan olmak zor mudur?
Bilmiyorum, ona sormak lazım. Ben Yılmaz’ım.
Şunu demek istiyorum Yılmaz Erdoğan olunca hep çıta yükseliyor. Şimdi ne gelecek? Bizi tatmin edecek mi? Böyle yaşamak zor olmuyor mu?
Senin kastettiğin şey ünlü kişi, yoksa ben 1967 yılında Yılmaz Erdoğan oldum (gülüyor). İşlerden bir iş seçtim, onu yapıyorum. Ama dediğin o beklenti meselesine gelirsek, ilk ‘Bir Demet Tiyatro’yu yaptığımızda hiçbir beklenti yoktu. ‘Vizontele’yi yaparken de ilk filmimdi ve bir beklenti yoktu. O gün bugündür de beklenti falan benim umurumda değil. Nasıl yazıyorsam, nasıl yapıyorsam... Tek dikkat ettiğim şey kendimi tekrar etmemeye çalışmak. Yeni türlerde denemeler yapıyorum. İşte ‘Kin’ de onlardan biri. Dışarıdan bakınca dediğin gibi düşünülmesini anlıyorum ama sabah yataktan kalkınca “Evet, Yılmaz Erdoğan gene uyandı” demiyorum. Normal kahvaltımı yapıyorum. Hatta onu artık geciktirmeye çalışıyorum, acıkıncaya kadar yemiyorum falan (gülüyor).
53 yaşındasınız. Hiç hayat muhasebesi yaptınız mı?
Tabii, her insan gibi...
Nasıl bir hayattı sizinki?
Tam muhasebe gibi giderler, gelirler olarak düşünmüyorum. Ama bu benim her gün yaptığım bir şey. Hâlâ hayallerim var mı, ona bakıyorum. Çünkü motivasyonu oradan alıyorsun. Evet, kabul etmek lazım, meslekte buralara geldiğinde bu sefer senin maceran, tatmin duygusuyla ilgili oluyor. ‘Tamam’ dersen artık yapmak istemezsin. Ben benzin hâlâ var mı, ona bakıyorum.
Var mı?
Yapmak istediğim çok şey var. Sanırım bu ömür kafamdaki ya da bilgisayardaki projeler bitmeden daha erken biter. O yüzden sorduğun muhasebenin iş, kariyerle ilgili kısmı bu. Öbürü de beni ilgilendiriyor zaten.
KARŞINDAKİ ADAM BU SENE 1 TON ORGANİK BUĞDAY YETİŞTİRMİŞ BİRİ
Köyceğiz’e yerleştiniz. Nasıl karar verdiniz?
Pandemiyi değil ama bu gidişatı görmüştüm. İstanbul depremi vs... Hatta bir gün hiç hesap etmediğimiz bir trafik felaketinin buna yol açacağını düşünüyordum. Kilitlenen ve bir daha açılmayan bir trafik. Bütün şehir bir otoparka dönecekti, hâlâ da öyle bir ihtimal var. Sonra ‘Ben ne yapıyorum’ sorusuyla çok vakit harcadım. Ardından ‘Bunları yaparken ne yaşıyorum, mutlu muyum’ diye sordum kendime. Tamam, başarılı veya başarısız filmler yapıyoruz ama mutluluk... Ben ne hissediyorum? Sonra, sağlık durumları... Detaylarını ‘Münaşaka’ oyunumda anlatıyorum, isteyen oradan dinleyebilir. Dolayısıyla böyle bir karar verdim. Ama işte bütün dünya o noktaya geldi. ‘Oralarda ne işin var’ diyenler şimdi ‘Yer var mı? Biz de gelip kalabilir miyiz’ demeye başladı.
Oraya yerleşince hayattaki öncelikleriniz değişti mi peki?
Tabii. İyi ki buradayım duygusuyla uyanıyorum. Gündemim toprak ve gökyüzü. Orada buradaki kadar televizyon açmıyorsun.
Neler yapıyorsunuz?
Mesela susam var hayatımda. Bu sene susamlarımız biraz aralıklı aralıklı yetişti ama gene 200 kilo falan çıkmıştır. Şu an kurutuluyorlar.
Bayağı kendiniz yetiştirip o ürünlerle mi besleniyorsunuz?
Tabii, senin karşındaki adam bu sene 1 ton nefis organik buğday yetiştirmiş biri. Sonra altın çilek de ektik, nefis oldu. Meğer o toprağı severmiş. Göndereyim sana.
Bu kadar formda görünmenizin sebebi bu yaşam tarzı mı?
Köyde herkesin bisikleti var, oradan oraya bisikletle gidiyor, sürekli biniyorsun. Devamlı spor da yapıyorsun.
Hiç yaşlanmıyorsunuz, bunda etkili mi bu yeni hayat?
Evet, herkes gidip bir köye yerleşemeyebilir ama her sabah bir kaşık zeytinyağı içebilirsiniz. Tüyolarımı da veriyorum...
‘KEŞKE’ DİLİMİZE NEREDEN GİRDİ...
Genelde ekip işleri yaptınız. Hiç ‘ben’ kaygısına düştüğünüz oldu mu?
Yok ama benim içimde inceden egoist biri vardır, o da aktör. Bazen yazar Yılmaz Erdoğan’a “Bana bu kadarcık mı yazdın” dediği olmuştur. Ama bizde patron yazardır.
Peki, mesleki ‘keşke’ler var mı?
Eskiye dönük ‘keşke’lerim yok ama geleceğe dönük “Keşke yapsak bu işi” dediğim ‘keşke’lerim var. Aslında ‘keşke’ sevdiğim bir sözcük değil. Faydasız, boş bir sözcük. ‘Keşke’ dilimize nereden girdi, keşke girmeseydi (gülüyor).
Babanızın hayali, inşaat fakültesinde okumanızmış. Siz İTÜ’yü kazanmış ama bırakmışsınız. Hiç pişman oldunuz mu?
İkinci sınıfın sonunda bıraktım. Son dönemde köy yaşamı falan, bir sürü inşaat işi hayatıma girince ‘İki sene daha gidip şunu bitirseydim’ dedim. Babam haklı çıktı... Ama asla bu meslekten pişman değilim. Gene olsa, gene bu işi yapardım.
BEN UZAYDAN BİR ŞEY BEKLİYORUM...
Meslekte hep vizyoner oldunuz. Sizce gelecekte kültür ve sanatta bizi neler bekliyor?
Valla bir kere daha somut bir kaygımız var. Yani bizi bir dünya bekliyor. Kaygılar mesleki değil de hayati kaygılar haline geldi. Şu anda bir fayın üstünde sohbet ediyoruz. Ve pandemi var. Var da var... Gökten şöyle bir komut geldiğini hissediyorum... “Size imkân verdim, kendi kendinize değişmediniz, düzeltmediniz bu şeyi. Hâlâ zulüm, hâlâ ölüm, hâlâ savaş var. Anlaşan iki ülke yok. E, o zaman ben değiştireyim” diyen bir tanrısal ses. Dolayısıyla kaygılar biraz onunla ilgili. Şimdi mesela komedinin de eski tadı yok.
Neden?
Çünkü insanlar ciddileşti. Fantastik şeylere, yaşamın ötesinde neler olduğuna, ölümden sonrasına falan merak sardı. Biz hayatımızda hiç bu kadar ölüm duygusuyla yan yana yaşamadık. Hatta ona da alıştık. 270 kişi öldüğünde normal diyoruz. Her tür fantastik oluşuma da hazırız. Dur bakalım, ben uzaydan bir şey bekliyorum.
AL PACINO DA OLSAN ÜŞÜYORSUN
Kızınız Berfin’i büyüttünüz. Oğlunuz Rodin 12 yaşında. Onların mesleklerine müdahaleniz var mıdır?
Berfin aşçı oldu. Benim de en sevdiğim işlerden, hobilerimden biriydi zaten. “Aşçı olmak istiyorum” dedi, “Yürü kızım” dedim. Rodin, diğer bir eski aşkım futbolla ilgileniyor. Çok güzel de oynuyor, yetenekli de... Benim yaptığım işleri yapsınlar diye bir şeyim olmadı. Nerede mutlu olurlarsa onu yapsınlar. Mesela Berfin filmde oynadı ama istemedi. Geçen gün sette söyledim: “Şu gün yaşadıklarımızı izletselerdi, oyuncu olmak isteyenlerin yarısı bırakırdı.”
Oysa birçok genç, oyuncu olup yırtabileceğine inanıyor...
Sana şu kadar diyeyim; bu filmde bir kovalamaca sahnem var, öyle çok büyük bir sahne de değil yani, gece gittik, sabah 4’e kadar koştum. Gece, soğuk... Al Pacino da olsan üşüyorsun.