Güncelleme Tarihi:
Bu hafta Londra maceralarımdan bahsetmeye devam... Şehre gittiğimiz ilk gece arabada aniden korna sesiyle sarsıldım. Londra Belediyesi’ne ait, iki katlı bir otobüsün altında kalıyorduk neredeyse! “Ne oluyor böyle arkadaş? Hadi ben körüm, siz de mi görmüyorsunuz” diye gülünce “Trafik sağdan akıyor ya, şaşırdık birden” deyip özür dilediler. Ölmedik neyse ki gurbet ellerde...
Burada trafik ışıklarında körler için göstergeler varmış, yeşil yanınca düğme dönüyormuş, dokununca anlıyormuşsunuz. Bu bilgiyi test ettikten sonra otele geçmeye karar verdik. Ben engelli odasında kalıyorum ama diğer görmeyen arkadaşlarıma tavsiyem, engelli odasında kalmamaları... Hiç bize göre değil çünkü bütün düzen tekerlekli sandalyeli birinin boyuna göre yapılmış. Hele de uzun boyluysanız yandınız!
Kaldığım odada nasıl bir yalıtım varsa çıt çıkmıyordu. Sessizlikten rahatsız olunca kumandayı alıp İngiliz kanallarını gezmeye başladım, en sonunda bir çizgi film kanalında bıraktım. “En azından şimdi yalnız değilim” deyip banyoya girdim ve yüzümü yıkamak için eğilince fark ettim ki lavabo çok çok alçakta, sabunluk içinse adeta diz çökmem gerekiyor. Sonra kapının hemen yanında, yukarıdan sarkan bir ip olduğunu fark ettim. Bu benim ilk engelli odası tecrübem, malum. “Bu ip ne acaba” diye düşünürken azıcık aşağıya doğru çektim. Hem odada hem odanın dışındaki koridorda alarm çalmaya başladı. “Allah! Şimdi ne yapacağım” diye söylenirken bir görevli geldi, neye ihtiyacım olduğunu sordu. Yarım İngilizcemle yanlışlıkla çektiğimi anlattım. Görevli gidince “Bunu atlattık, bari bir cam açayım, temiz hava alayım” dedim ama cam açılmıyordu. Sadece klima çalışıyor, kumandası da duvarda ve dokunmatik. Onu da çözemedim.
Taksinin ön kapısını açtım, içeriden “No no” diye bir ses duydum. Az kalsın şoförün kucağına oturuyormuşum.
Derdimi anlatabildim
Sabah oldu; kalktım, giyindim. Daha güneş bile doğmamıştı. Koridorda asansörün yerinin nerede olduğunu biliyordum, kendime bir güven geldi, asansör çağırma düğmesini el yordamıyla buldum. Tuşların olduğu tabloyu da yine aynı şekilde el yordamıyla bulunca sevindim. İlk bulduğum tuş sıfır olunca hemen bastım. Ve fakat kendimi onuncu katta buldum! Bunu da anonstan anladım tabii. Neyse sonra doğru sıfıra bastım da
lobiye vardım. Görevliye “Where is the door” (Kapı nerede) diye sordum, “This way” (Bu taraftan) diye yanıtladı ama ben nereyi gösterdiğini anlayamayınca “I am blind” (Ben körüm) diye belirttim.
“Oh my God!” (Aman Tanrım) diyerek hemen dirseğini bana dokundurdu. ‘Çok şükür derdimi anlatabiliyorum’ diye düşünerek dışarı çıkmayı başardım. Çok uzaklaşmadan otelin önünde biraz dolaştım ve kendi başıma dönmeyi başardım.
Bu duygu bana tanıdık geldi. İkinci defa kör olmuş gibiydim. Her şey yeniden başlamıştı adeta. Bana sorarsanız, ülke ve dolayısıyla dil değiştirmek sonradan kör olmaya benziyor. Neyse ki sonraki günlerde biraz daha rahattım, dışarıya da daha kolay çıktım.
Sahne performansımızı da yapınca ayrılık vakti geldi. Taksi beni beklerken arkadaşlarımla kucaklaştım. “Sen öne geç, orada daha rahat edersin” diye bir cümle duydum. Taksiye dokundum, sonra diğer tarafa dolandım, artistçe ön kapıyı açtım ama içeriden “No no no” diye bir ses duydum. Az kalsın şoförün kucağına oturuyormuşum. Direksiyon sağda ya burada... Havalimanına gidene kadar güldüm.