Güncelleme Tarihi:
İnsanlığın odaklanma problemi yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Bu karmaşada, insan kendini her şeyden soyutlayıp nasıl şahane bir aşk romanı yazabilir?
Kim bilir, belki de bu yüzden bu kadar iyi aşk romanları, şarkıları çıkmıyor… E-mail’in icadı hayat ritmini hızlandırdı, adeta insanlığın metabolizmasıyla oynadı. Otokontrol mekanizmamız çöktü. Telefon çalsın da çalışmam bölünsün diye çaktırmadan beklediğim çok olmuştur. Ne yapabilirsin ki… Yazarlık, dediğin azap verici bir yalnızlık. Yazar dediğin yalnızlığa mahkum. Çünkü, yazarlık yalnızlıktan doğar. İşi yazmak olan biri, böyle bir mesleğe karar vermekle beraber ‘ömür boyu yalnızlık’ sözleşmesinin altına imzasını atar.
Yazar, kendi yarattığı karakterlerden hayat dersleri çıkarabilir mi? Olio ve Elio’nun ilişkisinden aşka dair ne öğrendiniz mesela?
Mahremiyet, aşkı öldürür. Tüm duvarlar yıkmalı ki, aşk ‘aşk’ olduğunu hissetsin ve kana kana yaşasın. Arada tek başına vakit geçirmek istersin, alana ihtiyacın olur. Bu, gayet sağlıklı bir ihtiyaç. Mahremiyetten kastım, en stresli olduğun zaman bile kim olduğunu saklamaya çalışma hali. Utanacak hiçbir şeyin olmamalı aşık olduğun insan karşısında. Önünde ciğerlerine sökülene kadar rahatça kusabilmelisin. En rezil anını bile onun önünde yaşayabilecek dürüstlük ve cesarette olmalısın. Utanmak, ancak onu yerle bir ettiğinde güzel gözüken bir histir.
Ailenizin izlerini ne kadar taşıyor film?
Babam, tanıdığım duygusal açıdan en zengin insandı. Hayatında denemediği bir şey, kurcalamadığı bir his kalmamış bir adam düşün. Son derece anlayışlı, hoşgörülü… Bu yüzden sonsuz bir anlayışla yaklaşırdı herkese ve her şeye. Tolerans gösteremediği tek şey aptallıktı.
Filmdeki ‘baba’ karakteri geliyor insanın gözüne hemen, ister istemez…
Çok doğal. Babanın oğlu Elio’ya yaptığı o meşhur ve uzun replik, neredeyse babamın bana yaptığı konuşmadan birebir alıntıdır. Aynı konuşmayı, ben de üç oğluma yaptım.
Filmin de romanın da en vurucu sahnesi… Müzisyen Frank Ocean’ın, filmdeki baba karakterini “günümüzün rol modeli babası” olarak tayin etmişliği var Twitter’da.
Yeryüzündeki tüm eşcinsel erkek babaları oğullarına bu konuşmayı yapabilsinler diye yazdım o sahneyi. Zaman değişti, devir gelişti. İstediğiniz kadar karşı durmaya çalışın, çabalar boşuna… İnsanların cinsel kimliğini sorgulamasından daha doğal ve olağan bir durum yok artık şu hayatta. Ve her babanın, asıl babalık görevi, çocuğuna bu sorgulama sürecinde destek vermek, hatta yüreklendirmek olmalı. Kimse kusura bakmasın ama sen oğlunu olduğu gibi kabul edemeyen bir babaysan, senin babalığın ne işe yarar ki? Ne yüzle kendine hala baba dedirtebilirsin ya da kendini bir baba olarak görebilirsin?
İyi ya da kötü babalık bile değil burada tartışılması gereken. Çünkü sen ‘baba’ sıfatını bile hak etmiyorsun. Sadece cinsel kimlik de değil mesele. Kızını istediği erkekle evlenmesine izin vermeyen, mesleğine ya da yaşayacağı şehre karışan ebeveynler… Hepsi aynı.
Bayılırız laf arasında Türkçe bir deyim sokuşturmaya
İstanbul’a “baba memleketi” diyorsunuz. Ne ifade ediyor size?
Büyükbabam meşhur bir Türk şarkıcıydı. Evde Türkçe şarkılar dinleyerek büyüdüm. Babam da büyükbabam da hem Türkçeyi hem Yunanca anadili gibi konuşurdu. Türk örf ve adetlerine
her zaman benzersiz bir kültürel haz gözüyle bakılmıştır ailede.
En çok da Türkçe deyim ve atasözleri yerleşmiştir aile kültürümüze. Dedemden babama, ondan bana, benden çocuklarıma bir kültürel miras gibi taşındı tüm o deyimler. Bayılırız laf arasında Türkçe bir deyim sokuşturmaya. “Düşün düşün b.ktur işin” mesela!
Nasıl bir aile sizinkisi?
Vatanı olmayan, kendini bir toplum üzerinden tanımlamayan bir aileden geliyorum. Kökünün ve seni tanıtan bir etiketinin olmaması hayatın her alanına daha bağımsız bir noktadan bakmanı sağlıyor. Her alanına, cinselliğe bile… Tek bir tanımla gelmiyoruz bu hayata. Kendisini tek bir ülke, tek bir din, hatta tek bir cinsel kimlik üzerinden etiketleyip tanımlayabilen insanlara hayranım. Takdir ediyorum.
Kendini din, ülke ya da cinsellik üzerinden tanımlamak, işin kolayına mı kaçmak oluyor?
İnsan dediğin su gibidir. Sudan farkı yoktur. İçine girdiği kaba göre şekil alır. İçinde bulunduğu kap yuvarlaksa insan da yuvarlak olur; kareyse kare… Bu yüzden, insanların kimlik tanımlarını çok yapay buluyorum. Bir kimlik benimseyip buna göre şekil almak ve yaşamak manalı değil. “Yarı İtalyan yarı eşcinselim” dediğinde tarif ettiğin aslında kimliğin değil, içinde bulunduğun kaptır. Kendimizi tanımlaya kattıkça özümüzü unutuyoruz; su gibi ne kadar da akışkan ve değişken olduğumuz özelliğini yitiriyoruz. Aslında hepimiz birer‘serbest moleküler’iz.
Her şeyle ve her koşulda yaşamayı öğrenir insan
Hayatın size iyi davranmadığı dönemlerden bahsettiniz…
Sefarad Yahudisi bir ailenin oğlu olarak Mısır’da dünyaya geldim. Ben 14 yaşımdayken, doğup büyüdüğüm ülkemden kovulduk. Gayet varlıklı bir aileyken, beş kuruşsuz ve vatansız kaldık. Varlığın da yokluğun da en uç noktasını gösterdi hayat bana.
Acı şekilde de olsa öğrendiniz hayatın gerçekleri nelerdi o dönem?
İnsanlar, varlıklı ailelere düşkündür, karşı koyamadıkları bir zaaf beslerler. Oysa kimse yoksullardan hoşlanmaz. Sen aynı sen ol; ne yüzün ne duruşun ne de kurduğun cümle değişsin, fakat bir anda tüm varlığını kaybet. Bu gerçeği çok acı bir şekilde öğrendim.
Ev yok, vatan yok, para sıfır, kariyer bitik… Nasıl ayağa kalkar insan?
Kendimi yeniden icat etmem gerekti. Hayata dair tüm bildiklerini silip yeniden başlamak… Biraz zaman aldı. İzleri hala duruyor. İyi ki de duruyor. Her şeyle ve her koşulda yaşamayı öğrenir insan. Hayat bu. Almasını bildiği kadar vermesini de bilir. Tanıdığım iyi insanlarım yardımı olmasaydı şu an sokakta yaşıyordum. Eşim benimle evlenmeye karar verdiğinde bile ne cebimde beş kuruş vardı ne iş ne kariyer… Yazar olmayı istiyordum ama daha yayınlanmış bir eserim bile yoktu. “Yazar mı olmak istiyorsun? Tamam o zaman yazar ol” diyordu. Ben kendime bile inanmazken, o bana inandı; bugünlere böyle geldik.
Gerçek aşkın tanımı sizce yaklaşık böyle bir şey mi?
Belki de…
İnsanın da aşkın da aslında ne kadar değişken ve akışkan olduğundan bahsediyorsunuz. Birden çok akışkan/değişken unsurun bulunduğu bir denklemde, nasıl aynı insanla 30 yıl evli kalabilir insan?
Sorundan henüz evli olmadığını anlıyorum…
Hayır, henüz değil…
İnan, kulağa geldiği kadar zor değil. Sırrı, tek kelime. Zaman içinde o kadar hoyratça kullanıldı ki telaffuz etmeye dilim varmıyor ama söylemek zorundayım: Evrim. İlişki karşılığı, birlikte evrilmek.
Yazarlık dediğin yalnızlığa mahkumluktur
‘Beni Adınla Çağır’ı beyazperdede izlemek, bana romanı tekrar okuma ihtiyacı hissettirdi ve filmin sanki romana yeni bir katman kattığını sezdim. Sizin kişisel deneyiminizi merak ediyorum…
Yorumuna katılıyorum. Ortaya öyle bir film çıktı ki sanki uyarlama değil tamamlama oldu. Filmin final sahnesini kitapta yazmaya kalksaydım, aylarımı yıllarımı vereyim, sayfalarca yazayım, yine de aynı hissi yakalamazdım. Tersi durumlar da var tabii. Ortak yönleri çok ama bir yandan bambaşka bir ruha ve tona sahip. Tamamlayıcı ruhlar bunlar. Kendimi romanı beyazperdeye uyarlanan yazarlar arasında gelmiş geçmiş en şanslı kişi gibi hissediyorum.
Her romandan uyarlama filmin ve yazarın kaderinde var sanki o bitmeyen ‘film mi roman mı’ tartışmasına maruz kalmak…
Çünkü yazar dediğin yalnızlığa mahkûm, yüksek egolu, her zaman kendini en iyi zanneden, başkalarının işine nerede eksik olduğuna bakacak biridir. Elbette yönetmenin yaptığı işi beğenmeyecek, iki laf etmeden rahat duramayacak. Luca’ya (Guadagnino) hem yönetmen hem insan olarak büyük saygı duyuyorum ki genelde kimseye - maalesef - saygı duymam, duyamam. Bence saygı duyulacak bir insan, kendini entelektüel olarak iyi yetiştirmiş, kendini çok da fazla ciddiye almasını engelleyecek kadar mizahi zekâsını geliştirmiş biri olmalı. Luca, tüm bunların ötesinde, ne kadar ileri gitmesini ve tam olarak nerede durmasını çok iyi bilen biri ki bu insanlarda çok ender görülen bir özelliktir.
Affedersiniz, bu kadar nazik, kibar ve güler yüzlü meşhur bir yazardan “Kimseye saygı duymam” cümlesini duymak epey şaşırttı beni…
Bu, epey tarif etmesi zor bir his aslında. İnsanın kendi hakkında yorum yapması her zaman tuhaf kaçar. Yine de şunu söylemekte bir sakınca görmüyorum: Evet, iyi bir insan olduğumu düşünüyorum. Elimden geldiğince herkese yardım etmeye çalışırım. Çünkü, hayat başlardan bana pek de yardımcı olmadı; yardıma muhtaç kalmak ne demek, çok iyi bilirim.
Bir yandan ‘çok yüksek standartları’ olan bir insanım. Misal: Yazar arkadaşlarımdan birini ele alalım. Dünya iyisi bir insan fakat kitapları o kadar da iyi değil. Sırf yakın arkadaşım diye, sırf ‘özünde iyi biri’ diye vasat işlerine saygı gösterecek değilim. Bu ikisi farklı şeyler olmalı.
Bu kadar dürüst olmak insanın başına dert açmaz mı?
Kitaplarını yorumlamamı isteyen birkaç yakın yazar arkadaşım, sırf dürüstçe kritik ettiğim için bana küstü; hala da konuşmuyorlar. Söz konusu edebiyat ve sanatsa, meseleyi kişisel algılayan kaybeder. Edebiyatı ve sanatı çok ciddiye alırım. Aynı şekilde, çok ciddiye alınması gerektiğini düşünürüm.
Bir ülke, sırf ‘doğup büyüdüğün yer’ diye kendini ait hissettiğin, evin diye bellediğin yer olmamalı
Sizin için ‘ev’ ne demek?
Bir kere: New York’un havasını gerçekten soluyacak kadar yaşadıktan sonra doğup büyüdüğün ülkene dönmek zor. New York’un başka hiçbir şehirle kıyaslanamayacak bir standardı var. Sev sevme, o kan bir kere damarlarında dolaşmaya başladı mı kolay kolay başka bir şehir düşünemezsin. Ha, gerçek evim burası mı? Emin değilim. Komplike bir durum. Ama bir ülke, sırf ‘doğup büyüdüğün yer’ diye kendini ait hissettiğin, evin diye bellediğin yer olmamalı. Mısırlı olmadığımı ve Mısır’da yaşamayacağımı doğduğum günden itibaren biliyordum. Babam da doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen hiçbir zaman kendini Türk gibi görmedi, hissetmedi. Tüm ailesi yıllarca İstanbul’da büyümesine ve yaşamasına rağmen aile arasında konuşulan dil Fransızcaydı.
En kötüsünü bekle, sonra en iyi niyetinle harekete geç
Oscar’dan Altın Küre’ye, ödül sezonu boyunca film ekibiyle birlikteydiniz. Bir yazar olarak izlenimlerinizi merak ediyorum…
Geldiği gibi gitti. Hiçbir şey anlamadan geçti. Beklentiler yine boşa çıktı.
İnsan yaş aldıkça, hayattan beklentilerini düşük tutmasını öğrenmez mi?
Hayır, hayır… Bunu diyen varsa, emin ol kendine dürüst değildir. Yaşlandıkça ne hayattan bir şey öğreniriz ne de daha iyi birer insan oluruz. Sadece yaşlanmış oluruz. Düşün, hayata son derece iyimser bakabilen bir insan söylüyor bunu.
Daha iyi bir insan olmayacağımızı kabullenip yine de nasıl iyimser kalabiliriz geleceğe karşı?
Karamsar düşünüp iyimser davranarak… Bir yandan yüksek seviyede batıl inançları olan biriyim. Bu da beni, fark ettiğim her detayı, başıma birazdan gelecek felaketin habercisi gibi görmemi sağlıyor. En kötüsünü bekliyorsun. Sonra en iyi niyetinle harekete geçiyorsun…
‘Odaklanamamanın’ bir problemden çok bir ‘bağımlılığa’ dönüştü. Kafamız dağılmadan bir iş tamamlayamaz olduk.
Yok sayamıyorsun. Yok saymak da istemiyorsun zaten.
Bir kere hepimizin hayatı, bir yaşam ünitesi gibi, ‘e-mail’ kutusuna bağlı; her e-mail bir damla serum. Olabildiği kadar hızlı bir şekilde yanıtlamaya çalışıyorsunuz, sanki yavaşlarsanız hayatınız da kalp ritimleriniz de yavaşlayacak… Yeni düzende, her şey son derece hızlı olmak zorunda. Kimsenin yavaşlığa toleransı yok.