Fotoğraflar: MUHSİN AKGÜN
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 14, 2018 11:38
14 yıl sonra yine bir Nick Cave and The Bad Seeds konserinin kapısındayım. Yine herkes orada... Bir zamanlar birlikte düşündüğüm, ürettiğim, çalıştığım, hayal kurduğum, sevdiğim herkes... Şimdi merkezin dışında kalmış tüm meslektaşlarım, bana bu mesleği öğretenler, bana Nick Cave’i öğretenler, konuşmadan anlaştıklarım... O kapının önünde buluşuyoruz, kucaklaşıyoruz. Bir düğün veya cenaze buluşması gibi... Hangisi, kestiremiyorum. Sanki 14 yıl geçmemiş gibi, sanki bu sürede olan hiçbir şey olmamış gibi...
Jaz Festivali’nin 25 yılı, benim de biraz müzikli tarihim gibi... Hayatımdaki belli başlı meseleleri bile o yılın konserlerini kerteriz alarak hatırlarım hep. “PJ
Harvey’nin geldiği yıldı, Rufus Wainwright konserinden sonraydı” gibi. Festivali ilk yılından bu yana takip ediyorum diyeceğim ama ‘daha şu kadarcıkkenden’ bu yana damıtılmış bir müzik zevkim olduğunu ima ettiğim sanılmasın. Mesleki hayatım, başından bu yana İKSV’nin yanında yöresinde geçtiğinden... 25 yıl önce bu zamanlar, TRT İstanbul’da, kültür-sanat servisinde staj yapan bir öğrenciydim. Beni ilk gönderdikleri iş, ilk Caz Festivali konserlerinden biriydi. O gün bugündür, festivalden bir şeyler öğreniyorum.
Ülke, tüm dünyaya kollarını açmış gibiydi
Bu yılın başında İKSV’den Ayşen Gürkan arayıp meraklandırmaya çalışıyor: “Bu yıl festivale kimin geleceğine inanamazsın!” Tüm bezginliğimle, “Şu saatten sonra aklımı başımdan alacak üç kişi var ama Cohen ile Bowie öldü. Nick Cave mi” diye soruyorum. Karşı tarafta kısa bir sessizlik... Sürprizi korumaya çalışan Ayşen konuyu değiştiriyor. O kadar bezginim ki fark etmiyorum bile. Bir-iki hafta sonra herkesle birlikte öğreniyorum bu yılın sürprizinin Nick Cave and The Bad Seeds olduğunu. Sonraki altı ay, ülkeye daha pek çok şeyle birlikte Nick Cave’in de gelmesini bekleyerek geçiyor.
Nick Cave and The Bad
Seeds’i daha önce İstanbul Harbiye’deki Açıkhava Tiyatrosu’nda iki kez izledim; 2001 ve 2004 konserlerinde. Kendimi pek çokları gibi dünyanın merkezinde hissettiğim zamanlardı. Herkes İstanbul’a geliyor, İstanbul’u merak ediyordu. Ülke sanki tüm dünyaya kollarını açmış gibiydi, AB ile uyum ve anayasa paketleri birbiri ardına Meclis’ten geçiyordu. Her şeyin mümkün olduğu (en azından bize öyle geldiği), özgürlüğün tadına baktığımız yıllardı.
2001 konserini bir tür yerden yükseliş gibi hatırlıyorum. Bir esriklik hali... O zaman da Hürriyet’te çalışıyordum, gazeteden kalabalık bir grup halinde konsere gitmiş, diğer tanıdıklarla da konser alanında buluşmuştuk. Geriye dönüp bakınca fark ediyorum yüreğimdeki hafifliği. Nick Cave’in midenize yumruk gibi inen müziğini bir kenara koyarsak tabii.
9 bin kişi birlikte yas tutuyoruz sanki14 yıl sonra yine Nick Cave and The Bad Seeds dinlemek için yola çıkıyorum. Adres bu kez KüçükÇiftlik Park. Artık ayakta konser izlemek gözümde büyüyor. Zaten gittiğim konserlerin sayısı da azaldı. Yüreğimdeki ağırlığı yüklenip müzik dinlemeye gitmek zor geliyor. Sahneyi önümde duran kişinin gözüme soktuğu cep telefonu ekranından görmek, arkamda duranların sohbetini dinlemek zorunda kalmak sinirimi bozuyor. Ama Nick Cave çağırdıysa gidilir, iki elim kanda olsa bile...
14 yıl sonra yine Nick Cave dinlemeye gidiyorum. Her dinleyişimde içimi acıtan bu adam, üç yıl önce oğlunu kaybetti. Konserin setlist’i büyük ölçüde oğlu Arthur’un çok erken gidişinin ardından yayımladığı ‘Skeleton Tree’ albümünden oluşuyor. O her ne kadar, albümdeki şarkıların ailesinin başına gelen trajediden önce yazılmış olduğunu söylese de, ‘Distant Sky’ ilahi gibi, ağıt gibi: “Gidelim şimdi benim sevgili yoldaşım, uzaktaki gökyüzü için yola çıkalım... Bize tanrılarımızın bizden uzun yaşayacağını söylediler, bize hayallerimizin bizden uzun yaşayacağını söylediler ama yalan söylediler...” Konserde başıma geleceklerden korkuyorum.
14 yıl sonra yine bir Nick Cave and The Bad Seeds konserinin kapısındayım. Yine herkes orada... Bir zamanlar birlikte düşündüğüm, ürettiğim, çalıştığım, hayal kurduğum, sevdiğim herkes... Şimdi merkezin dışında kalmış tüm meslektaşlarım, bana bu mesleği öğretenler, bana Nick Cave’i öğretenler, konuşmadan anlaştıklarım... O kapının önünde buluşuyoruz, kucaklaşıyoruz. Bir düğün veya cenaze buluşması gibi... Hangisi, kestiremiyorum. Sanki 14 yıl geçmemiş gibi, sanki bu sürede olan hiçbir şey olmamış gibi...
Konserde bizi nelerin beklediğini, geçen hafta Hürriyet Pazar’da altı ay önceki Atina konserini kaleme alan Kanat Atkaya’nın yazısından az çok biliyorum. “Konserden çok bir ayin gibi” demişti Kanat.
Konserin daha ilk şarkısı ‘Jesus Alone’u söylemeye başladığında gözümden yaşlar boşanıyor. Ölmemiş bir ölünün yasını tutar gibi... Sahnede gördüğüm, 14 yıl önceki Nick Cave değil. Öfkeli bir mesih var karşımda. KüçükÇiftlik Park’ı dolduran 9 bin kişi hep birlikte yas tutuyoruz sanki. Benim gibi sahne önünde bulunan şanslılar, bir mucize gerçekleştirecekmiş gibi ona dokunmaya çalışıyor; kâh nota sehpasına tekme savuran, kâh dizlerinin üzerine çöken adama... Havarilerine “Bu benim etim, bu benim kanım” diyen İsa gibi kendini seyircisinin kollarına bırakıyor. Tüm eller ona uzanıyor. ‘Do You Love Me’yi söylerken seyircisinin sevgisini tek tek teyit ediyor, hepimizi sevdiğini söylüyor. Sahneden uzak olmama rağmen bir anda yanımdaki yükseltinin üzerinde beliriveriyor, sol elime dokunuyor. Ya da ben dokunmak için fizik kurallarına aykırı biçimde uzanıyorum, gerçekten hatırlamıyorum.
Kendimi borçlu hissediyorumÜzerindeki tişörtü, gömleği çıkarıp uzatanlar oluyor. Terini silip geri veriyor, kutsuyormuş gibi. Ellerine kapananlar, uzattığı mikrofona “Bu gerçekten oluyor mu” diye haykıranlar... Hep birlikte efsunlanmış, bir mucize izliyoruz. Bir an bile gözümü yüzünden ayırmadan, parça bitişlerinde alkışlamayı bile unutarak izliyorum tüm konseri. Ayakta konser izlemek gözümde büyürken biraz daha iyi görebileyim diye iki saate yakın parmaklarımın ucunda duruyorum.
Yaklaşık iki saat süren konserden sonra alanın boşalması bir saat sürüyor, kimse bırakıp gidemiyor. Konserden ağır yaralı çıkıyoruz ama yüreğime 14 yıl önceki gibi bir hafiflik hissi gelip yerleşiyor. Uzun zamandır hissetmediğim bir şey... Yaşadığımı, kim olduğumu hatırlıyorum sanki, her şey hâlâ mümkün sanki... Tek bir konserin, -ertesi sabah her şeyin eski haline döneceğini bilsen de- insanı bu kadar değiştirmesi mümkün mü?
Etrafıma aptal bir gülümsemeyle bakarken İKSV Medya İlişkileri Direktörü Ayşe Bulutgil’i görüyorum. Yanına gidip bana bir adres bulmasını, Nick Cave ile ‘Kötü Tohumlar’a teşekkür etmem gerektiğini, mektup yazacağımı söylüyorum. Kendimi borçlu hissediyorum. Sonra oturup bu yazıyı yazıyorum. Teşekkürler Nick Cave, hatırlattıkların için...
Üzerindeki tişörtü çıkarıp uzatanlar oluyor. Terini silip geri veriyor, kutsuyormuş gibi. Ellerine kapananlar, uzattığı mikrofona “Bu gerçekten oluyor mu” diye haykıranlar... Hep birlikte efsunlanmış, bir mucize izliyoruz.16 Temmuz Haftalık Burç Yorumları