Güncelleme Tarihi:
Şurası bir gerçek: Yüzleşmekten kaçtığımız bazı sosyal medya, internet gerçekleri var. Belki de bu yüzden Kaliforniya’da yaşayan, Amerikan-Türk asıllı Kobek’in ‘I Hate Internet’ kitabının bu kadar ilgi çekmesi sürpriz değil: “Pazarda bu hissin karşılığı yoktu sanırım. Biraz da nihayet biri çıktı ve bu şarlatanlığı yazdı durumu oldu” diyor sorularımı e-mail üzerinden yanıtlayan Kobek. Kitabın, başlığa -ve yazarın insanlığa dair umudunu yitirmiş havasına- rağmen komik, eğlenceli, ‘sesli güldüren’ dili, ilgi odağının başka nedeni: “İnsanlar nefret lafını görünce geldi, kahkahayı bulunca kaldı. Promosyon için Amerika’da ve Avrupa’da kırktan fazla etkinliğe katıldım. Hepsi de yazar-okur buluşması gibi başladı, grup terapisi havasında sonlandı. Frankfurt Kitap Fuarı için Almanya’da yayıncım benim suratımı ve “I Hate Intenet” lafını devasa panolarda, tişörtlerde, teneke biraların üzerinde kullanınca fark ettim. Mesele artık benim bir roman yazmış olmamdan çıkmıştı.”
İlk kitabı ATTA, New York Times tarafından ‘hayli enteresan’ bulundu, Kanada’nın çoğu bölgesinde ‘anlaşılmadık’ bir şekilde ‘en çok satan’a dönüştü. ‘Anti-fenomen’ kitabı ‘I Hate Internet’ ise San Francisco’da yaşarken tanık olduğu ve etrafında dönen saçmalık derecesinde gerçek ve absürt hikayelerin, karakterlerin toplamı. Yan karakterlerden biri Karacehennem soyisimli, Türk asıllı bir yazar. Yani kendisi. İzmir’deki babasıyla yaptığı tüm makaralar da öyle. Sorularımı İngilizce yanıtlıyor ama İzmir’e haber salmak için söyleşinin Hürriyet Pazar’da yayınlanacağından emin olmak istiyor.
Bir meslek olarak troll’luk
Kobek, uzun yıllar San Francisco’da yaşamış, Silikon Vadisi’nin ‘bir zamanlar dutluk’ olduğu dönemden nasıl zaman içinde yeşerdiğine ve sonunda işlerin zıvanadan çıktığına bizzat tanık olmuş. Etrafı, tahmin edersiniz ki, ‘malzemeden’ geçilmiyor: “90’ların sonunda ‘dot com’ furyası patladığında, bir anda Amerika’nın en tuhaf görünümlü tipleri, ‘loser’lıktan kurtulmak adına San Francisco’ya taşındı. Tek dertleri korkunç kötü elektronik müzik dinlemek ve sihirbazlık pratiği yapmaktı. Bugün başını krizden kaldıramayan ‘Uber’ kültürünün tohumları o yıllarda atıldı.”
Kitapta ana karakterleri Twitter’la ve ‘troll’ kültürüyle epey haşır neşir. Günlük hayatta son derece duyarlı, sevecen, “Her şeyin başı sevgi” diyen biri nasıl oluyor da klavye karşısına geçince öfke yüklü bir aslan parçasına dönüşüyor, tüm ‘olumlamaları’nı bir anda yutup saatlerce havaya ateş açabiliyor, sağa sola saydırdıkça saydırıyor? Hatta: Bu davranış biçimi, mesleğe dönüşüyor, hayatımıza ‘troller’ giriyor... Kobek’in bu noktada ‘küçük’ bir hatırlatması var: “Nefret, teknolojinin bir parçası aslında. Doğasında var. İnternet dediğin özünde askeri-endüstri komplekslerinin daha güçlenmek adına icat ettikleri bir silah. Orijinindeki savaş kültüründen ne kadar uzağa gidebilirsin ki?”
Tasarlanmış maskotların ülkesi
Kitap, sadece açık sözlü bir internet ve sosyal medya eleştirisinden ibaret değil. ‘Komünist’ Walt Disney’den ‘kimlik hırsızı’ Zuckerberg’e, ‘kapitalist şarlatan’ Ayn Rand’dan ‘bir beyin yıkama operasyonu’ Star Wars destanına, ABD’nin tüm dinamiklerini gerçek hikâyelere ve verilere dayandırarak sallıyor. En büyük merak konusu da bu: Madem gerçekler bu kadar bariz ve ortada, neden konuşulmuyor? “Kimsenin umurunda değil çünkü. Amerika, kendi ideallarini çoktan yıkıp üzerine özel şirketlerin tasarladığı maskotları dikmiş bir ülke. Politika pratiğimiz, tüm halkı ‘Wonder Woman’ filmini ya da bir sonraki Örümcek Adam’ı izletmeye ikna etmek üzerine kurulu. Multi-milyarder şirketlerin güya sosyal değer katmaları gerekiyordu. Fakat gerçek, Örümcek Adam’ın asıl yaratıcı olmasına rağmen eline kuruş para geçmemiş Steve Ditko’nun kendi işlerini yayınlayabilmesi için kampanya düzenlemek zorunda kalmasından ibaret.”
Yeni dünyanın yeni tanrıları bunlar
Kobek’e göre yeni düzende kimin kimden neyi çaldığını kestirmek zor. Fakat yeni düzenin zengini daha da zengin ettiği kesin. “Facebook, tüm hatıralarımızı, 90’lardan kalma aile fotoğraflarımızı aldı, hepsini para birimine dönüştürdü” tespitinin üzerine soruyorum: Facebook’un, Instagram’ın toplumdaki görevi, insan hayatındaki yeri fazla ileri gitmiş, kontrolden çıkmış olabilir mi? Bu kanallar üzerinden son derece masum bir şekilde eşle dostla hoş vakit geçirdiğimizi düşünürken aslında ruh, kimlik, persona ne var ne yok toptan şeytana satmış olabilir miyiz? “Genel olarak insanlığa dair karamsar bir görüşüm var. O yüzden ortada satılmaya değer bir ruh var mı, ondan emin değilim. Ama şurası bir gerçek: Kendi ellerimizle yeni dünyanın yeni tanrılarını yarattık. Onlar da tanrı olmanın doğası gereği insanları ‘oyuncakları’ gibi görüyor.” Peki, Zuckerberg gibi kuşağının en anti-sosyal, insan ilişkisi zayıf ve tuhaf birinin kalkıp gezegenin en büyük ‘sosyal ağı’nı kurmasından ne anlamalıyız? “İnsanlığın durumdan çıkarması gereken bir ders var: İnsan iletişiminin dinamiklerini tasarlama görevini bir daha asla yeniyetme bir gencin eline verme.”