Güncelleme Tarihi:
Hazal Kaya uzun zaman sonra bir gazete söyleşisi veriyor. Onunla yeni projesi için koştururken bu ayın başlarında buluşuyoruz. Zaten çok güzeldi ama şimdi ayrı bir ışıldıyor. Gözlerinin içi parlıyor. Bir yanıyla çok güçlü ve ciddi duruyor, bir yanıyla etrafına neşe saçıyor. Birazdan bu sayfalarda okuyacağınız gibi, daha önce yaptığımız bir röportajın onun hayatına olumlu yönde dokunması beni ayrıca sevindiriyor. Başlıyoruz muhabbete...
◊ Çok iyi görünüyorsun. Adeta parlıyorsun, kilo da vermişsin. Sırrın ne?
Akıl sağlığı. İki çocuktan sonra kafaca böyle bir yere geldim. Kendime daha çok şefkat gösterdiğim, kendimi sevmeyi öğrendiğim bir döneme girdim. Belki de kız çocuğu etkisi. Onu da bilmiyorum. Kendimi sevmeyi öğrendikçe, kafamı toparladıkça kendime daha iyi bakmaya başladım. Yeme düzenimi değiştirdim. Bir de fiziksel bir sürü problemle uğraştım; bel fıtığı, şeker, tiroit... Biraz onlar için de yaptım.
◊ Yıllar önce röportajlarında kilo sebebiyle uğradığın baskılardan bahsetmişsin. Zayıflamanda bunun etkisi oldu mu?
Bir yandan o gücü hemcinslerine vermeye çalışırken sen de kendi sesinden duymak istiyorsun, ‘Sorun değil, her şey yolunda, sen model değil, oyuncusun’ diyorsun ama elbette tortusu kalıyor söylenenlerin. Çünkü “Kilo vermem lazım, yeterince iyi görünmüyorum” diye geçirdiğim yıllarım da oldu. Ama şu anki mesele gerçekten ruh sağlığımla ilgili. Çok zayıf olayım, iyi görüneyim falan gibi bir yerden gelmedim buraya. Eskiden derdim oydu, başaramıyordum. Çünkü kendini yeterince değerli bulmadığın ve sevmediğin zaman bir şey hep eksik kalıyor. Bu son halim 34 yaşında vardığım noktanın bir sonucu. Hastalıklarım sebebiyle de böyle olmak daha çok işime geldi.
◊ “Vardığım noktanın sonucu” dedin. 34 yaşında şimdi aynaya baktığında ne görüyorsun?
Aynaya baktığımda kendini zayıf olduğu için beğenen bir Hazal ile karşılaşmıyorum. ‘Kişisel olarak çok yol kat ettim, çok uğraştım ve geldiğim yerle gurur duyuyorum’ diyen bir Hazal görüyorum.
◊ Konu güzellik baskısına gelmişken, 16 yaşındayken ‘Genco’ dizisiyle hayatımıza girdin. O yıllarda oyuncular birbirinden farklıydı. Şimdi herkes tektipleşmeden bahsediyor. Ne düşünüyorsun?
Bu konuda elbette sosyal medyanın baskısını görüyoruz ve çok sert dayatılan bir güzellik standardı var. Bu elbette sektörün beklentilerine de yansıyor. Tabii bizim işe başladığımız zaman da standartlar vardı ama “Model bu ve hepiniz böyle olsanız iyi olur” gibi bir şeyle karşılaşmadık. Açıkçası bu kadar sıkıştırılmadık biz. “Mümkün olduğunca zayıf olun” gibi bir şey vardı ama onun dışında biz bugünkü kadın oyunculara göre tuhaf şekilde daha özgürmüşüz sanki görünümümüzle ilgili.
◊ Nasıl yani?
Bize dayattıkları güzel kadın imajını, oynamayı tercih ettiğimiz farklı karakterlerle yıkmaya çalışıyorduk. O dönem birlikte rol aldığım kadın oyuncu arkadaşlarım için de söyleyebilirim bunu. Bizim yalnızca oyuncu olmayı tercih edebilme şansımız vardı çünkü sosyal medya yoktu. Ayrıca sosyal medyada yürütmemiz gereken bir kariyer yoktu. Şu an bu yolu tercih etmek o kadar zor ki. Ben hâlâ bunu seçebiliyorsam 17 yaşımdan beri bu işi yaptığım için. Şu an genç bir kadın bu sektöre girdiğinde bu lükse sahip değil. Bütün dünya, kadın oyuncuların nasıl görünmesi gerektiğiyle ilgili yalnızca oynadığı hikâyeyi baz alıp bütün bedenleri, yüzleri kabule geçmişken, dünyaya en çok dizi satan ikinci ülkeyiz ama nasıl saplandık buraya bilmiyorum.
◊ “İstediğim gibi görünürüm” demesi zor yani...
Evet. “Ben oyunculuk yapmayı tercih ediyorum, burada özgün kişiliğime, burnuma, saçıma sahip çıkıyorum” demeyi tercih edebilecek durumda değil. Zaten anormal bir linç kültürü var. Eğer ben Nihal karakterini oynarken sosyal medya olsaydı muhtemelen bugün bu işi yapmıyordum. Hem fiziksel hem psikolojik olarak biterdim. Uğrayacağım mobbing’i (zorbalık) ve linci düşünmek istemiyorum.
◊ Sen bizim kafamızda hep özgür kızsın. Demir bir zırhın var gibi. Linç kültürü gibi şeyler seni etkilemez sanıyordum...
Demir zırhlı gibi görünerek mi kendimi korumaya çalışıyorum, öyle algılanmak beni korur diye mi hissediyorum bilmiyorum. Ama her linç, ister istemez bu söylenen acaba doğru mu diye aklımı kurcalıyor. O yüzden bakmamaya çalışıyorum çünkü hiçbirimiz o kadar güçlü değiliz. Bir de günden güne değişen bir şey bu, bir sabah kendimi yenilmez hissediyorum, ertesi gün tam tersi. O yüzden ben de düşüyorum, yıkılıyorum, depresyona giriyorum. Kendimi kötü hissettiğim bir lincin sonunda 1,5-2 ay yataktan kalkamadığım da oldu. Bir yandan bunları söylerken üstümde böyle bir etkileri olduğunu bilip buna devam ederler mi diye düşünüyorum. Ama bunları konuşuyor olmalıyız, akıl sağlığının ne kadar önemli olduğunu ve ne kadar kırılgan olduğumuzu ifade etmeliyiz.
‘PARÇALANMIŞ AİLE ÇOCUĞU PROTOTİPİNE ÇOK UYMUYORUM’
◊ Bir yapım şirketi kurdunuz. Nedir adı?
Aslında Ali kurdu, beni dahil etti. Adı ‘Normal Film’. Benim oynayacağım bir proje ve Ali’nin yaptığı projeler var, şimdi biraz da onlara çalışıyoruz.
◊ Peki, yeni projelerin neler?
‘Sorgu’ başladı. Bu iş, şiddet ne yapar hikâyesini anlatıyor. Bir polisiye. Üç kız kardeşin korkunç babalarıyla başladıkları ve babanın ölümünden sonra sürdürdükleri mücadeleyi izliyoruz. 19 yaşındaki bir kadının cinayeti de var. Ağır tema korkutmasın, izlemesi keyifli, şahane bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Kadına, hayvana şiddete dair önemli cümleler kuran bir işte olmak beni mutlu ediyor. İzledikten sonra daha da vuruldum ‘Sorgu’ya. Senaryo gerçekten çok iyiydi ama onun ötesinde şahane yönetilmiş bir iş. Deniz Yorulmazer’e buradan teşekkürlerimi sunuyorum. Böyle derdi olan incelikli senaryolar daha çok yazılsa, yayımlansa keşke.
◊ Son günlerde daha da sık karşılaştığımız kadın cinayetleri hakkında ne söylemek istersin?
Bir kere 6284’ü uygulayın, İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönelim demek isterim. Bu arada rica ediyorum gerçekten bunları okuyun. Çok basit cümlelerle yazılmış metinler bunlar. Biz bu kadınların gerçekten ölmemesini sağlayabiliriz.
◊ Sizin hikâyede sorduğunuz sorulardan biri: “Baba kime denir?” Senin babanla ilişkin nasıldı?
Annem ve babam ben 7 yaşımdayken boşandı. Ama babamla ilişkim çok tatlı. Babamın yeni bir ailesi oldu bizden sonra. Kardeşlerimi çok severim. Ben o parçalanmış aile çocuğu prototipine çok uymuyorum. Babam tarafından sevildiğim için çok emin bir kız çocuğu olarak büyüdüm. Ama herkes bu kadar şanslı değil.
◊ Son dizinde yalanı da çok işlediniz. En büyük yalanın neydi?
Yalan söyleyemiyorum çünkü takip edemiyorum, unutuyorum. En büyük yalanımı 12 yaşımdayken söyledim. Ortaköy’den Balat’a taşınmıştık. İstemiyordum orada oturmak ve herkese hâlâ “Ortaköy’de oturuyorum” diyordum.
‘UYKUSUZ GÜNLERİN, GECELERİN BİR CÜMLEYLE YOK SAYILIYOR’
◊ 17 yaşında ‘Aşk-ı Memnu’, sonra ‘Adını Feriha Koydum’... Türk dizi tarihine damga vuran işlerin içindeydin hep. Erken yaşta bu kadar başarı insanı nasıl etkiler?
Sadece başarısızlık bir ceza gibi anlatılır ama hayır, bir de başarılı olun da görün. Onun içinde hayatta kalmak, ayaklarının üzerinde durabilmek, kendini, aklını korumak, bunun geçici olduğunu bilmek o kadar zor bir şey ki. Ben o zaman lisedeydim. O dönemde dünyam arkadaşlarım ve Beyoğlu gibi şeylerden ibaretti. Beni de o kurtardı, hayatım hiçbir zaman bu işten ibaret olmadı.
◊ Oysa senin dört dörtlük bir hayatın var gibi duruyor...
Öyle bir hayat var mı ya? O kadar çok isterdim ki doğru diyebilmeyi. Benimle ilgili hep bir dedikodudur; annesi avukat, torpili vardı diye. Bir erkek oyuncu için bunun söylendiğini asla duymazsınız. Başarının büyüklüğünden bağımsız biraz öne çıkan bir kadın gördükleri anda bu şansa ya da torpile bağlanıyor. Yaptığın fedakârlıklar, çalışkanlığın, çabaların, uykusuz günlerin, gecelerin bir cümleyle yok sayılıyor. Kaç yaşında olursan ol, hangi sektörde çalışırsan çalış, bir kadın olarak otantik kimliğini ortaya koyarak ve ondan vazgeçmeyerek var olmaya çalışıyorsan, o hayatın kolay olma ihtimali yok.
◊ Neden?
Çünkü sen onların belirlediği gibi değil de kendin gibi olma cesaretini gösterdiğin an kanatlarını, kollarını, dizlerini kırmak istiyorlar. Senin bu özgür hissetme halin insanlarda tuhaf bir öfke ve tepki yaratıyor. Kariyerim boyunca yaşandı bunlar. Defalarca itibar suikastına uğradım, defalarca ayağım kaydı, düşmedim mi düştüm ama benim bugüne gelebilmemin tek sebebi zekâm, yeteneğim, çalışkanlığım ve bu işi seviyor olmamdı. Bunlara sahip çıkıp dile getirmekten utanmamayı bile hayatının yarısını bu işi yaparak geçirmiş olan biri olarak yeni öğreniyorum.
◊ Hiç bırakıp gitmek istedin mi?
Denedim, aşçılık okudum. Ama kopamadım çünkü çok seviyorum. Kimseye açıklayacak bir şeyim yok ama yaptığımız işin ne kadar zor olduğunu sen biliyorsun. Kimse o kadar mutlu, rahat değil, herkes endişe içinde, bir şeyi kanıtlama, yapma peşinde haklı olarak.
◊ İsim olduktan sonra da mı böyle?
İster istemez hep ‘Bir sonraki iş ne, daha iyisi olur mu, daha iyi görünür müyüm, yaş alıyorum, kabul görmeye devam edecek miyim’ gibi endişelerin oluyor. Bitme ihtimali de yok.
◊ Bundan nasıl kurtulursun?
Kendini oradan azat ettiğin zaman mutlu oluyorsun sanırım. Ben ‘Pera Palas’ lincinden sonra azat ettim kendimi. Bir oyuncunun başına en kötü ne gelebilir diye sorsan, vereceğim örnek başıma geldi. Hâlâ hayattayım (gülüyor). O depresyondan çıkıp buraya varmak beni özgürleştirdi. Bir de tabii hayatımda beni başka alanlarda da üretmeye iten şahane dostlarım var. Özellikle de Ali’yi (Atay) anmak zorundayım bu noktada.
‘ARTIK SIKILDIM O PRANGALARDAN DEDİĞİM İLK RÖPORTAJDI’
◊ Geçenlerde Edis konseri sonrası kuliste dans ederken videolarını gördük. Sanki eskiden daha ciddi bir Hazal vardı. Nasıl bir değişim içindesin?
Ben hep böyleydim, biliyorsun.
◊ Evet ama dışarıya yansıyan halinden
bahsediyorum...
Nihal ve Feriha zamanı oyuncuların daha gizemli olması bekleniyordu. Bir de ben anksiyete sahibiyim. Canlı yayında ağzımdan bir şey çıkar diye hep panik yaşardım. Panik atağa beş kala ‘Beyaz Show’larım vardır. Küçücüktüm, kabul görmek istiyordum. Bütün renklerimle kabul görür müyüm bilmiyordum.
◊ Bunu nasıl kırdın?
Seninle 7 sene önce yaptığımız röportajda. “Bir dakika arkadaşlar, ben aklı fikri olan, bunlarla ilgili görüş beyan etmek isteyen bir kadın oyuncuyum. Artık sıkıldım o prangalardan” dediğim ilk röportajdı. Dilim çözüldü sonra. Kendimi olduğu gibi ortaya koymak, huzur verici ve rahatlatıcı bir şeymiş. Bundan rahatsız olunabileceğini, buradan eleştirilmeyi, bu yüzden belki sevilmemeyi göze almam gerekti ama bunu es geçemem.
‘BİR ANLAŞMAMIZ VAR, MUTLU OLMADIĞIMIZ AN DAĞILACAĞIZ’
◊ Ali Atay ile 11 yıldır birliktesiniz, 6 senedir evlisiniz. Neydi seni vuran Ali’de?
Sükûneti, kendinden emin, ayakları yere basan hali. Duygularına çok sahip çıkan biri. İnsanların bence onunla ilgili çekindiği şey şu: Sosyal ortamlarda Ali’ye yaklaşmak zordur. Halbuki bu onun netliği; insanlara ürkütücü ama bana çok çekici gelen şey.
◊ Sen neşeli, Ali sükûnet sahibi. Evde ne oluyor?
Ali de çok neşeli, komiktir. Benim enerjim daha yüksek ona göre ama işte onun sükûneti de bana iyi geliyor, ayaklarım yere basıyor. Benim neşem onu yükseltiyor. O neşesini çok yüksek yaşayabilen biri değil. Ama evimiz deli deli; Fiko Ali’ye, Süreyya bana benziyor; düşün, ne şahane ev!
◊ 11 yıllık birliktelik, çocuklar... Aşk neye evriliyor?
Derinleşiyor galiba. 11 yıl içinde yaşadıklarımız, birlikte atlattıklarımız, ölümler, hastalıklar, doğumlar... İster istemez her gün değişiyoruz. 11 yıl önceki ben değilim, “Ben senin dönüştüğün yeni halle de evli olmaya devam etmek istiyorum” diyor.
Ben de öyle. Bizdeki sihir, açık konuşuyor olmamız belki. Yani aramızda yanlış anlaşılmaya mahal yok. Bir de ben onu çok beğeniyorum, onda da bana karşı bu geçmedi şükür. Hâlâ çok flört ediyoruz.
◊ Tam gaz romantizm devam...
Evet, ben zaten çocuklar için sürdürülen evliliklere, sahte mutluluklara inanmıyorum. Bizim bir anlaşmamız var, mutlu olmadığımız an dağılacağız.
◊ Nasıl yani?
Kim “Ben artık mutlu değilim” derse gitmeli, hayat bu kadar uzun değil. Birbirimizi gerçekten çok değerli buluyoruz insan olarak. Birbirimizi hayatımızda tutalım, eğlenmeye devam edelim istiyoruz. Evliliği yürütmek gibi değil de çok sevdiğim insan hayatımda kalmaya devam etsin gibi; bir de çok da beğeniyorum, yakışıklı çocuk (gülüyor).
◊ Fiko 5, Süreyya 1,5 yaşında. İki çocuk hayatında neleri değiştirdi?
Hayata bakışım, insanları algılayış biçimim değişti. Daha sevgi dolu, daha yumuşacık, anlayışlı biri oldum. Özellikle kendime ve kendi alanıma, ihtiyaçlarıma sahip çıkmayı öğrendim. Çünkü ben mutlu değilsem çocuklar da mutlu olmaz.