Güncelleme Tarihi:
Yakın dönemde, yani 1980 sonrasında İstanbul’da sanatın iki büyük yükselen dalgasına tanık olduk. İlki, 1980’den hemen sonraydı. Özal döneminin getirdiği dışa dönük politikalar yeni bir zengin kuşağı yaratmıştı. Özal muhafazakâr bir politikacıydı ama Türkiye’nin Tanzimat ve Cumhuriyet sonrasında girdiği Batılılaşma kulvarının bütün değerlerini kabul etmişti. Döneminde zengin olanlar, servet edinenler de Batı’yla çelişkisi olmayan, onu benimsemiş isimlerdi ve Cumhuriyet dönemi elitlerinin galiba son halkasıydı. Bunlar aileleri, babaları da zengin olan Cumhuriyet burjuvazisinin çok iyi yetişmiş insanlarıydı.
Bienalin ne olduğunu bilmiyorduk
O insanlar, o kuşak koleksiyonculuğa yöneldi. Halil Bezmen’den Ali Koçman’a, Erol Aksoy’a kadar isimler sanat dünyasına yeni bir soluk getirdi. Böylece sanat yaşamında ilk kez bu boyutlarda görülen bir galericilik başladı. Koleksiyoncu, galerici, sanatçı üçlüsü bu düzeyde ve derinlikte ilk kez bütünleşiyordu. Galeri Baraz o dönemin kurucu isimlerinden biridir. Ekonomik bunalımlara koşut olarak bu dalga sürekli bir iniş gösterdi ve nihayet 1998-99 kriziyle birlikte sona erdi. Koleksiyonlar dağıldı, o dönemin galerileri kapandı.
Aynı dönemde yani 1980 sonrasında anaakım ve daha ziyade bizim klasik ve modern resmimize seçenek olarak yeni bir sanat anlayışı boy gösteriyordu. İstanbul Bienali ilk kez 1987 yılında düzenlendi. Bugünkü anlamına, önemine henüz sahip değildi. Bu bienalin değil, izleyen çevrenin sorunuydu. Bienalin ne olduğunu bilmiyorduk. Hızla gelişti ve dünyanın en önemli etkinliklerinden biri olarak bu yıl 16’ncı edisyonunu gerçekleştiriyor.
Bienal bize çağdaş/güncel sanatın ne olduğunu yavaş yavaş anlatmaya başlamıştı. Hemen belirtelim ki, o yıllarda sanatçı çevrelerinde de benzeri hamleler vardı. Daha 1977’de başlayan ‘Yeni Eğilimler’ genel başlıklı sergiler, ‘Öncü Türk Sanatından Bir Kesit’, A, B, C, D sergileri, ‘Günümüz Sanatçıları’ sergileri isimlerine de yansıyan bütün naifliklerine rağmen bienalden önce de başlamış, devam eden farklılık, yenilik, öncülük temeline oturmuş ilginç, önemli, güçlü çalışmalardı. ‘Yeni’ sanat bu damardan türeyecekti.
Güncel sanat aykırı bir alandır
Tüm bu girişimler küçük bir çevrede yankı buldu. Fakat özellikle Sabancı, Bilkent, Koç gibi çok öne çıkan üniversitelerde uygulanan sanat eğitimi yeni bir kuşağı, yeni kavramları, yeni beklenti ve uygulamaları zorlamaya başladı. O birikim 2002 sonrasında, Amerika’da ‘gallery exodus’ (galeri hurucu) denen hamleye koşut olarak gerçekleşti. Türkiye’nin de aynı dönemde içine girdiği yeni kalkınma hamlesi, AB ile bütünleşme kararı, yeni kimlik, aidiyet, bellek, mekân politikalarını besleyen özgürleşmeci ortam her zaman olduğu gibi karşımıza ciddi bir yeni dönem getirdi: İstanbul artık galeri kaynıyordu. Çağdaş/güncel sanatın gelişimi bakımından bu, ikinci dönemdir.
‘Fetiş Nesneler-Ruj Mihrabı’, Nur Koçak, (1978 ve 1988)
Galericilik yeni bir koleksiyonculuğu doğurdu. Bu koleksiyoncu profilinin bir bütün olarak yepyeni, öncü, aykırı sanatı desteklediğini söylemek olanaksız. Hayır, istisnalar bir yana, tersine, koleksiyonculuk belli bir gelenek olmasa da görenek çizgisinde kaldı. Gene de 2005-15 arasındaki bu kesitin önemi tarihseldir ve olağanüstüdür.
O yıllarda başlayan terör hamleleri, bombalar, saldırılar İstanbul’u uluslararası dünyanın gündeminden çıkarırken bünyenin iç kısmının da neşesini ve umudunu kırıyordu. 2016’daki iğrenç darbe girişimi, 2018’deki kur krizi bu çizgiyi katılaştırdı. Her şeye rağmen direnen, yılmayan, kendi emeği ve iradesinden beslenen sanat ortamı bu perdeyi şimdi yırtıyor. Eylül ayını boydan boya saran bu hamle işte bu nedenle gene tarihi bir değerdedir, gene olağandışı bir öneme sahiptir. Bu bakımdan da 1980 sonrasının üçüncü büyük dalgası olarak görüyorum bugünkü gelişmeleri. Şimdi gelelim meselenin iç niteliklerine.
Güncel sanat aykırı bir alandır. Politiktir. Muhaliftir. Düşüncenin dahi sanat yapıtı olabileceği ilkesinden hareketle beklenmeyen, üstüne bina edilmiş ifade olanaklarıyla bu sanat zaten hem olup bitenlerle gündelik pratikler içinde ilişkisizdir hem de onları sanatı yeniden üretmek için, onun özü olarak kullanır. Bugün İstanbul’da sanat alanındaki girişim, inisiyatif, kolektif tanımı altında örgütlenmiş kurumlar gerçeğin bu yönünü bize doğrudan ve açıkça aktarıyor.
1. Çalışmalarında toplumsal cinsiyet eşitsizliğini odağına alan performans sanatçısı Şükran Moral.
2. 1987’de düzenlenen ilk bienalin mekânlarından Askeri Müze.
3. İlk kuşak galericilerden Yahşi Baraz (sağda), sanatçı Burhan Doğançay ile.
4. Nilbar Güreş, ‘Soyunma’ isimli video performansında üzerindeki kat kat örtüleri teker teker çıkarırken yüksek sesle kadın isimleri söylüyor. Kadın bedeninin örtülerek ya da soyularak nesneleştirilmesini eleştiren bu iş, İstanbul Modern koleksiyonunda.
Batı’yla aradaki açığı aştık
Sonuç olarak, direnen kazanır. Kazanıyor. İstanbul sanat ortamı da direndi ve kazandı. Şimdi yeni sanatın gücünü gösteren, o alandaki büyük birikimi ortaya koyan sayısız girişim var bu eşsiz kentte. Ama şunu vurgulamalıyım: Türkiye, sanat alanında Batı’yla arasındaki açığı aşmıştır. Bugün İstanbul’da üretilen sanatla dünya merkezlerinde üretilen sanat arasında öz, nitelik, ifade bakımından bir fark yoktur. Hatta Doğu, Ortadoğu, Anadolu kökeninden, çapraz coğrafyalardan ve kültürlerden de beslenen bu sanat çok daha zengindir. İstanbul şimdi bu platformu dünyaya sunuyor.
İstanbul Bienali’nin 16’ncısının düzenlenmesi, Contemporary Istanbul sanat fuarının 14’üncünün gerçekleştirilmesi, Artweeks etkinliği, Arter’in yeni binasında açılması, Meşher’in devreye girmesi, Eskişehir’de Odunpazarı Modern Sanat Müzesi’nin yapılması, İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin yeni bir mimariye kavuşarak yeniden izleyiciye sunulması, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tasarlattığı yeni müzelerin kısa sürede teker teker devreye girecek olması yabana atılmayacak gelişmelerdir. Diğer etkinliklere hiç değinmiyorum.
Bugünkü İstanbul sanat peyzajını hazırlayan bu tablo, gösterdiğim gibi kendiliğinden değil. Kurucu bazı koşul ve nedenlere değindim. Ama çok önemli birkaç neden daha var. Birincisi; kabul edelim ki kendi içinde ters vektörlere sahip sanat dünyası son kertede tercihini, bütün olumsuz koşullara rağmen, kendi bildiği doğrultuda kullanmıştır: Batı’yı meydana getiren temel değerler bu sanatın biçimlenmesinde artık vazgeçilmez bir kurucu dinamiktir. Sermaye de bugün sanatla bu doğrultuda bütünleşmiştir. Burada bir yapısal tercih söz konusudur ve bu, çok önemlidir. Ortadoğu politikalarının bu doğrultuda devam ettiği bir dünyada sanat ortamı ve destekleyen kesimler Batı’lı bir anlayıştan yanadır. Açılan tüm yeni kurumlarda Batılı bir sanat sergileniyor ama o kadar da basit bir pozisyon değil bu.
O sanatçıların tamamı, sergi adları vs. bizim özgün, yerel birikimimize göndermede bulunuyor. Ama yerelliğin büyük bir kanava ve yöntem içinde ancak bir motif olarak kabul edildiğini gösteren önemli bir gösterge bu. Kaldı ki, bugün dünyada birçok iş ters gidiyor. Türkiye’deki sanatçı-burjuvazi ilk kez bu ölçüde, kapsamda, ağırlıkta birleşiyor ve bir cevap oluşturmaya çalışıyor. Sanata daha Marksist yaklaşımlar üstünden seçenek arayan çevreler bakımından üstünde düşünülecek bir durumdur bu. Çünkü sanatın bizatihi seçenek olduğunu ortaya koymaktadır.
İstanbul’dan görkemli çıkış
Tüm bunlar uzun bir tarihin sonucudur. Her şeyi olup bitti sanmamak gerekir. Yapılacak hâlâ çok şey var. Örneğin işin kuramsal/düşünsel yanındaki eksikler bugün de rahatsız edici boyuttadır. Güncel sanatla kuram iç içedir. Bu kısıtlamanın aşılması gerekir. O da işin en zor kısmıdır. Eğer o alanda bir ilerleme sağlanırsa koleksiyonculuk, galeri yapısı önemli değişimler geçirir. Doğal olarak sanat da dönüşür. İkinci önemli olgu; sanat dünyasının piyasa hareketlerinden anormal denecek boyutlarda etkilenmesidir. Yakın bir döneme kadar çok yükseldiği söylenen fiyatların ansızın bu derece düşmesi belki artık her derdin açıklaması olan ‘serbest piyasa ekonomisi’yle izah edilirse de bu olgunun ortaya çıkarılacak farklı boyutları değişik anlamlar sunacaktır.
Her şey bir yana veya her şey içinde olmak üzere İstanbul hem kendi tarihi içinde hem güncel sanatın evrensel koşulları bakımından çok görkemli bir çıkış yaptı. O çıkışı oluşturan etkinlikler eylül ayında ve daha sonra bu düşüncelerle birlikte zevk alınarak izlenmeli.
Bu yıl Contemporary Istanbul’da...
Fuarın bu yılki yurtdışı girişimi çok önemli ve değerli. Gerek ‘Galeri Destek Programı’ aracılığıyla gerekse diğer yollardan katılan bu galerilerin önemli bir bölümü benim özellikle benimsediğim çok yenilikçi, çok güncel bir sanatı sunuyor. Biz genellikle ‘modern’ sanata bakıyoruz. Daha zor, okunması daha güç, bazen fazla basit durduğu, bazen de fazla kavramsal ve karmaşık olduğu için bazı yapıtları ‘itici’ bulup aramıza mesafe bırakıyoruz. Bu gerçek koleksiyoncularımızı da kapsıyor ve elbette kültürel temelleri olan bir gerçek bu. O zaman bu yılki fuarın da yavaşça ağırlığını kaydırdığı bu alanı ve bu yapıt kategorisini izlemeyi özellikle öneriyorum.
Kendi galerilerimiz açısından da bu durum geçerli. Yerleşik kurumlarımız da genç girişimler de değerli bir sanat birikimini izleyicilere sunacak. Orada da artık daha alışılmış ve neredeyse ‘kurumlaşmış’, kendi modernlerimiz sayacağımız isimlerden uzaklaşıp yeni isimlere yönelmek yararlı ve zevkli olacaktır.
Fuarda iki büyük yan etkinlik var: ‘Son Edinimler’ adını verdiğimiz ve koleksiyoncularımızın birikimlerini yansıtan bir sergi. Kültürel bir zemin oluşturması açısından da bu sergi önemli. İkincisi; ‘Cennet Bahçesi’ adı verilen heykel sergisi. Heykel, sanat dünyasında en zayıf olduğumuz alan. ‘Cennet Bahçesi’ önemli ve çekici yapıtlar sunuyor. O sergide yer almayacak ama fuar mekânına yerleştirilen heykelin büyük sanatçısı Kuzgun Acar’ın büyük heykel-rölyefiyse benim için fuarın başyapıtlarından biri. Bu yapıtı ben Sudarshan Shetty’nin fuarda Akbank Sanat galerisinde yer alan nefis yapıtıyla birlikte düşünüyorum ve izleyicilerin bu izi sürmelerini öneriyorum.