Güncelleme Tarihi:
2012 Aralık’ı ile 2013 Nisan’ı arasında hem yaşadığım hem de yazı yazdığım İstanbul Cihangir’deki evimin balkonundan 8 bin 500 manzara fotoğrafı çektim. Bu fotoğrafları hep aynı noktadan, aynı balkondan çekerken heyecanla ve inançla yaptığım şeyin içinde bulunduğum bir ruh hali ile ilişkili olduğunu hissediyor, anlıyordum. Ama aklımın bir başka yanı yaptığım şeye bir anlam vermeyi reddediyor, bu fotoğrafları niye çektiğimi düşünmek istemiyordum bile. Bu yazı o zamanki ruh halimi anlamak ve fotoğraf ile ‘ruh hali’ arasındaki ilişkiyi araştırmak için kaleme alındı.
Uzun zamandır hayal ettiğim şeyi en sonunda yapmış, İstanbul’a dönmeden önce Kasım 2012’de New York’un 9. Cadde’deki ünlü fotoğraf malzemesi dükkânı B ve H’den kendime bir makine ve teleobjektif almıştım. 10 yaşımdan beri fotoğraf çekiyordum; çeşit çeşit fotoğraf makinem olmuştu ama hiçbir zaman bu kadar marifetli ve çok şeyi aynı anda yapan bu Canon 5D gibi bir makinem olmamıştı. Profesyonel fotoğrafçılar gibi bir de tripod almıştım ve onu da uçaklarda elimde taşıyarak İstanbul’a getirmiş, Cihangir’deki balkonuma hevesle kurmuştum. Vücudum, kolum ve en çok da parmaklarım bu harika aletle karşımdaki manzarayı kayda geçirmek için sabırsızlanıyordu. Evet, balkonuma teleobjektifli ve güçlü bir fotoğraf makinesi kurarken aklımda önce kaydetmek vardı. Romanımı yazmak için her gün oturduğum çalışma masam ve bitişiğindeki balkon çok geniş ve zengin bir manzaraya bakıyordu.
***
Bu bir görev duygusuydu
Balkonumdan gördüğüm panoramanın ayrıntılarına girip gördüklerimi kaydetmek, çok zevk ve heyecan veriyordu bana. Ama şimdi içimde gitgide büyüyen, keşfettiğim güzelliğe karşı duyduğum bir sorumluluk vardı; hatta bir görev duygusuydu bu. Fotoğraf makinemin düğmesine basınca çıkardığı sesten, gövdesini tutmaktan, masamdan kalkıp onu ayarlamaktan zevk alıyordum. Vizörden bakıp çerçeveyi belirlemeyi, sol elimin parmaklarının ucu ve bazen de avcumun içiyle ‘zoom’u hafifçe ioynatmayı seviyordum.
***
Renk renk konteynerler taşıyan yük gemileri
Özellikle ilk başlarda fotoğraf çektikçe manzara tükenmiyor, tam tersi hiç tüketilemeyecek, fotoğrafladıkça büyüyen bir şeye dönüşüyordu. Kafam yavaş yavaş çektiğim fotoğrafları sınıflamaya, listeler yapmaya başlamıştı: Büyük ve renk renk konteynerler taşıyan yük gemileri; Beşiktaş, Eminönü, Üsküdar, Kadıköy arasında gidip gelen şehir hatları gemileri; Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet ve civarında beliren özel ışık; denizin değişen dokusu ya da Cihangir Camii’nin kubbesiyle minaresi arasından geçen gemiler gibi.
***
Ortalama 70 fotoğraf
Basit bir hesap: Aralık ortasından nisan ortasına 8 bin 500 fotoğraf çektiğime göre dört ayda, günde ortalama 70 fotoğraf çekmiştim. Masamın başında, balkonun yanında her gün aşağı yukarı 10 saat geçiriyordum. Demek ki, saatte ortalama yedi kere fotoğraf çekiyordum. Ya da sekiz dakikada bir yeni bir fotoğraf için masamdan kalkıyordum. Tabii bazen çok ve üst üste fotoğraf çekiyor, bazen makineyi biraz unutuyordum. Bazı günler manzaradaki bulutlar, ışık huzmeleri, tuhaf gölgeler, denizin üzerindeki ışık oyunları çok meşgul ediyordu beni. Masamdan kalkıp fotoğraf makinesinin başına geçince, beni oraya çağıran görüntüyü kayda geçirdikten sonra, artık hemen yazı masama geri dönmüyor, kafamdaki konular dizisine uygun olarak uzak dağları, Karadeniz’e çıkan kırmızı renkli bir gemiyi ya da Haydarpaşa Limanı’ndaki büyük dev vinçlerin tuhaf görüntüsünü bir kere daha çekiyordum.
***
‘O kadar fotoğrafı ne yapacaksın?’
Çocukluğumda fotoğraf çekerken film almak, mahalledeki fotoğrafçı (KODAK) dükkânına gidip filmi banyo ettirmek pahalı ve zahmetliydi. Fotoğraf pahalı olduğu için makinenin düğmesine basmadan önce konuyu, ışığı, kameranın yerini uzun uzun hazırlamam, hiç hata yapmamam gerekirdi. Beceriksizce çekilmiş kötü bir fotoğraf, boşuna harcanmış para anlamına gelirdi. Balkondaki yeni makinem bu eski alışkanlıktan ve tutukluktan beni kurtardı. Üstelik bu yeni manzara fotoğraflarını, çocukluğumda ve gençliğimde yaptığım gibi dikkatle, istekle, manzaraya yoğunlaşarak çekiyordum. Sonra bir tane daha, bir tane daha çekiyordum. Çektiğim fotoğrafların sayısından ve aslında birbirlerine çok benzemelerinden ve bu amatörce işe o kadar çok vakit veriyor olmamdan hafifçe utandığım için, onları başkalarına gittikçe daha az gösteriyordum. İlk dijital makinemle bol bol fotoğraf çekerken karşılaştığım soruyu, balkondan çektiğim fotoğrafları görenler de soruyorlardı elbette: “Ne kadar çok fotoğraf çekmişsin! Sonra ne yapacaksın onları?”
***
Ruh halimi de göstermem gerekiyordu...
Ama o günlerde fark edemediğim başka şeyleri de bu fotoğraflara bakarken keşfettim: Fotoğrafları birbirine bağlayan ortak ruh haline rağmen, saptayıp kaydettiğim günlerin her biri bir başka renkteydi. Manzara ile birlikte bu kadar çok kuş fotoğrafı çektiğimi, bazı komşuların evlerinin ve gemilerin içlerini görmeye çalıştığımı, gece yarısı ve sabah güneş doğarken de uykuda gezer gibi fotoğraf çekmeye devam ettiğimi unutmuştum. Bu kitap için fotoğraf seçerken, aslında fotoğrafların çoğundan vazgeçmenin benim için zor olduğunu gördüm. Bir süre sonra bu kitapta yalnızca en iyi fotoğrafları değil, o sıradaki ruh halimi, beni aynı manzarayı bağlayan şeyi, tekrarları, hareketi göstermem gerektiğine karar verdim.
***
Gerhard Steidl’a teşekkürlerimle...
Hâlâ sürekli fotoğraf çekmeme rağmen, çoğunu arşivimde unuttuğum bu fotoğraflarla ilgilenen Gerhard Steidl’a teşekkür ederim. Onun gözü ve merakı olmasaydı ne benim ne de başka kimsenin sormadığı, ilgilenmediği bu fotoğrafları kâğıt üzerinde, bir kitapta görmek kimsenin aklına gelmezdi. Şimdi artık bu fotoğrafları niye çektiğimi soranlara şu cevabı gönül rahatlığıyla verebilirim: Bunun gibi bir kitaba koyup bakmak için.