Güncelleme Tarihi:
Ara Güler’in adını ilk 1960’larda, ‘Hayat’ dergisinde çıkan fotoğrafları sayesinde fark ettim. Bol fotoğrafa dayanan ve döneminin en çok okunan yayınlarından biri olan bu haftalık haber ve magazin dergisinin yönetmeni, Türkan Teyzemin kocası şair Şevket Rado olduğu için de adını duyuyordum.
1970’lerde gazete ve dergiler, dönemin havasıyla, çalışanlarla ilgili gerçekçi bir fotoğraf yayımlamak istediklerinde, en iyi şeylerin Ara Güler’den geleceğini bilirlerdi. 1970’lerden sonra, kitapları önce Türkiye dışında, sonra da Türkiye’de yayımlanmaya başladı. Ünlü yazarların, sanatçıların fotoğrafçısı olarak da tanındığı için, 1994’te İstanbul’da Ara Güler benim ilk defa fotoğrafımı çektiğinde, artık ‘tanınmış yazar’ olduğumu düşünmüş, sevinmiştim.
Şehre bağlılığını insanlar üzerinden ifade etti
Ben Ara Güler’i asıl dokuz yıl sonra, 2003 yılında, ‘İstanbul’ adlı kitabım için arşivinde çalışır, araştırma yaparken tanıdım. Beyoğlu’nun orta yerinde, Galatasaray’da Ermeni bir eczacı olan babasından kalma üç katlı büyük aile evi, Ara Güler’in yıllarca atölye olarak kullandığı bina, 900 bin fotoğraflık sarsıcı bir arşive dönüşmüştü. Kitabım için, herkesin bildiği ünlü Ara Güler fotoğraflarını değil, anlattığım İstanbul hüznüne, çocukluğumun siyah-beyaz havasına uygun arka sokak görüntüleri arıyordum ve steril, temiz, turistik İstanbul görüntülerinden hiç hoşlanmayan Ara Güler’de bu cins fotoğraflardan tahmin ettiğimden çok daha fazla vardı.
Titizlikle koruduğu, sınıfladığı arşivinde çalışırken, Ara Güler’in gazeteciliğe ilk başladığı yıllarda, 1940’ların sonu-1950’lerin başında, ‘Şehir uyanıyor’, ‘İstanbul’un akşamcı kahveleri’ vs. gibi konularda yoksullar, işsizler, şehre yeni göç edenler arasında gazeteler için ‘şehir röportajları’ yaptığını gördüm.
Kahvelerde ağlarını onaran balıkçılardan meyhanelerde kafa çeken işsizlere, yıkıntı halindeki surların önünde araba lastiği yamayan çocuklardan çöpçülere, hamallara, inşaat işçilerine, derici ustalarına, çocuk yaşta ağır işlere sokulan çıraklara, demiryolu işçilerine, kürek çekip İstanbulluları Haliç’in bir yakasından diğerine taşıyan sandalcılara, el arabasını iterek meyvelerine müşteri arayan satıcılara, gün ağarırken Galata Köprüsü’nün açılışını bekleyenlere, günün ilk dolmuşlarının sürücülerine gösterdiği dikkat, Ara Güler’in şehre bağlılığını hep insanlar üzerinden ifade ettiğini bana bir kere daha göstermişti.
Fotoğraflarınızı güzel oldukları için seviyorum
“Evet, İstanbul’da güzel manzara hiç tükenmez” der gibiydi bu fotoğraflar: “Ama insanlardan sonra!” Manzara resminin uyandırdığı duygu, Ara Güler’in fotoğraflarında manzaranın içindeki insanın verdiği duyguyla tamamlanır. Şehrin insanlarının, şehrin etkileyici, sarsıcı görüntüsünün yanında çok daha kırılgan gözüktüklerini de bu fotoğraflar sayesinde keşfetmişimdir. Ama Ara Güler fotoğrafında önemli ve belirleyici olan şey, fotoğrafçının şehir manzarası ile insan arasında kurduğu duygusal koşutluktur.
“Sen benim resimlerimi çocukluğunun İstanbul’unu hatırlattığı için seviyorsun” derdi bazan bana Ara Güler tuhaf bir alınganlıkla.
“Hayır” derdim ben de hemen bu büyük fotoğrafçıya: “Ben sizin fotoğraflarınızı güzel oldukları için seviyorum.”
Ama güzellik ile hatıra birbirlerinden ayrı mıdır? Güzel olan şey, biraz da aşina olduğumuz ve hatıralarımıza benzediği için öyle değil midir? 16’ncı yüzyılda hem bugünkü İran’da hem de İstanbul’da resmetmiş nakkaşlardan Velican, “Güzellik, aklın kendiliğinden bildiği şeyi, gözün dünyada yeniden keşfetmesidir” demişti.
Bir şehirde benim gibi 60 yıl -bazan 15 yıl hiç dışına çıkmadan- yaşayanlar için aklın kendiliğinden bildiği şehir güzelliği ve manzaraları bir süre sonra duygusal hayatımızın bir çeşit dizini, ‘index’i olur. Bir sokak bize işten atılma acısını hatırlatır, bir başka sokak bir köprünün görünüşünü getirir aklımıza... Derken bir meydan bir aşk mutluluğunu, karanlık bir geçit siyasi korkularımızı, bir çınar ağacı da eski yoksul halimizi...
Birlikte yürürken hikâyelerini dinlerdim
Ara Güler’in 900 bin fotoğraflık arşivinde, İstanbul fotoğrafları arasında çalışırken bana güzel gelen derin şeyin ne olduğunu çok sormuşumdur kendime. Bana güzel gözüken İstanbul manzarasının acaba başkasına da öyle gözüküp gözükmeyeceğini düşünürüm en çok. Karar vermek zordur. Çünkü 65 yıldır yaşadığım şehrin hem unutulmuş hem de hâlâ yaşayan ayrıntılarını, sokaklardaki arabaları ve satıcıları, trafik polislerini ve kapı tokmaklarını, eski otobüs duraklarını, dilencileri, hamalları, sisli köprüleri geçen başörtülü kadınları, ağaçların gölgelerini ve insanların yüzlerini, çalışan işçileri ve üzeri yazılı duvarları seyretmek baş döndürücüdür.
Ara Güler, bir süre sonra beni bu sınırsız arşivde hoşgörüyle yalnız bırakırdı. Saatler sonra, baktığım fotoğraflardan sarhoş olarak Ara ile yeniden buluştuğumuzda, ona 1950-2000 arası İstanbul’un bir çeşit görsel hafızası olan bu büyük, inanılmaz arşivin mutlaka müze olması gerektiğini hep söylerdim. Ara Güler gibi büyük sanatçılar, fotoğrafçılar müzelerde, kitaplarda yaşamaya devam ederler.
Ben son 20 yılda onunla İstanbul’da çok arkadaşlık ettim ve arşivinde çalışıp düşüncelerini dinledim. Bir keresinde, 17 yıl önce, New York’ta da buluşup gezmiştik. 42. Cadde çevresinde benim fotoğraflarımı çekmişti ve çok sevinmiştim buna. Bana Time dergisini temsil ettiği yılları, o zamanlar New York’ta gittiği yerleri de göstermişti.
Siyasi durumdan şikâyetçiydi
Ama son yıllarda rahat yürüyemiyordu ve İstanbul’da yalnızca arabayla Boğaz’a akşam yemeklerine gidiyorduk. Siyasi durumdan özellikle son yıllardaki gelişmelerden hiç hoşlanmadığını ve sürekli söylenip şikâyet ettiğini hatırlatmak isterim. 1940’larda babasının Varlık vergisinden, çalışma kampları ve angaryadan kaçmak için Galatasaray’daki evinden çıkıp başka bir evde saklandığını, aylarca hiç sokağa çıkmadığını anlatmıştı. Böyle böyle beklenmedik anlarda hikâyeler aklına geliverir, bana ve yakınlarına anlatırdı ama herkese de söylemezdi bunları... İstanbul’da birlikte yürürken Ara’nın hatıralarını ve anlattığı eski hikâyeleri dinlemeyi de çok severdim.
Tabii asıl İstanbul’da fotoğraf çektiği yerlere gitmekten hoşlanırdım. İstanbul’un pek çok köşesinden manzarayı ezberlemişti ve günün hangi zamanında o manzaranın nasıl bir etki yapacağını bilirdi. Ara’nın aşkla ve profesyonelce manzaralarını ezberlediği İstanbul değişti; artık o eski balıkçılar da yok ama bugün şehri o fotoğraflara bakıp anlıyor hatta derinden hissedebiliyoruz. Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları, bana İstanbul’un hem ne çok değiştiğini hem de ne kadar aynı kaldığını da hatırlatır.
Ara Güler’in bol bol fotoğrafladığı balıkçıları ele alalım: Evet, denizin üzerindeki eski balıkçı rıhtımları, balıkçı mahalleleri, sandalları, çocukluğumdaki gibi ağlarını denize atan balıkçılar eskisi kadar hayatımızın içinde değiller artık. Yeni büyük tekneler, balıkçılığın bir büyük sermaye işine dönüşmesi, denizin kirlenmesi ve İstanbul’un bütün sahillerini birer kalın kaba çizgi gibi kuşatan yeni büyük beton yollar, balıkçıyla denizin, İstanbulluyla da balıkçıların sıradan, rahat, günlük hayat ilişkisini zedeledi. Boğaz kahvelerinde otururken ağlarını rıhtıma (kaldırıma) yayan balıkçıları seyretmiyoruz artık.
Ama kışları, sonbaharları Boğaz’a gene balık akınları oluyor ve gene, tıpkı Ara Güler’in fotoğraflarındaki gibi, bir anda Boğaz’ın girişi ya da Haliç’in başlangıcı yüzlerce, binlerce sandalla kaplanıyor. O zaman sürekli şekil değiştiren bir bulut gibi denize yayılan balıkçı sandallarının tıpkı Ara Güler’in fotoğraflarında, yani çocukluğumda olduğu gibi aynı kaldığını düşünürüm ama İstanbul o kadar değişti ki bu doğru değildir... Bir başka endişem de binlerce balıkçı sandalını Boğaz’ın, Haliç’in girişinde görmenin bende bıraktığı duygunun ne olduğunu anlamaktır.
Modernliğin yanı başında saflığı görmek
Bu duyguyu ‘İstanbul’ adlı kitabımda ele aldığım hüzün duygusundan ayırarak anlatmaya çalışayım: Modernliğin hemen yanı başında saflığı ve doğallığı görmenin duygusunu verir bize Ara Güler fotoğrafları. Bu fotoğraflarda İstanbul hüznünden, siyah-beyaz kederden elbette çok şey vardır. Bu yüzden ‘İstanbul’ adlı kitabımda, şehrin bende uyandırdığı hüznü anlatırken, onun pek çok fotoğrafından yararlandım. Ama balıkçı sandallarının Boğaz’ın, Haliç’in girişine sihirli bir mantıkla dağıldığını görmek, hüzünden başka bir duygu da verir bize: Apartmanların, kamyonların, eski fabrikaların, büyük camilerin, depo binalarının ve bacalarının, minarelerin, yani tarihin ve modernliğin anıtları ve yıkıntıları arasında, doğanın çocuksuluğunu görmenin heyecanını da hissederiz.
Ara Güler’in fotoğrafları denizi, Boğaz’ı görerek yaşamanın mutluluğunu bilen İstanbullulara diğer büyük bir zevki de hatırlatır: Boğaz gemilerini seyretmek! İstanbul’un bana verdiği temel duyguları çok iyi ortaya çıkardığı için mi Ara Güler’in şehir fotoğraflarını o kadar seviyorum, yoksa zaten İstanbul’a nasıl bakılacağını, onda görülecek temel şeyin ne olduğunu biraz da bu fotoğraflardan öğrendiğim için mi Ara Güler İstanbul’una bakmak beni mutlu ediyor, çoğu zaman anlayamam.
Son yıllarda karşılaştıkça bütün bu duyguları bazan kendisine anlatmaya çalışırdım. Laf uzayınca sıkıldığını görür, ondan izin alır ve cebimden çıkardığım makineyle Ara Güler’in bir fotoğrafını daha çekerdim.
HASAN BÜLENT KAHRAMAN YAZDI
Bu dünyadan geçmedi Ara Güler, sonsuza dek bu dünyada kalacak
Ara Güler diğer insanların saplandığı küçük hesapları bütünüyle aşmış, sadece işi ve onun gücüyle yaşayan bir büyük, erişilmez sanatçıydı. Yapıtlarında yer alan lirizmin ve eşi menendi olmayan şiirin başka bir açıklaması olamaz.
Ankara’nın çok karlı bir günüydü. Bata çıka Kızılay’a indim. Şimdi Gima’nın (Gökdelen’in) yanındaki işhanının yerinde Amerikan Haberler Merkezi yer alırdı. Orada bir sergi gördüm: ‘Ara Güler’in Yaratıcı Amerikalıları’. Sergi beni çarptı. Ara Güler, dönemin önde gelen ’yaratıcı’ Amerikalılarının fotoğraflarını çekmişti. Dustin Hoffman’dan Merce Cunningham’a, Elia Kazan’dan Tennessee Williams’a, iktisatçı P. A. Samuelson’a kadar, kendi alanında öne çıkmış, benim için efsane olan (bugün de) herkes vardı sergide. Kapıdan çıkarken bir de katalog verdiler. Günlerce sayfalarını karıştırdım. Diyebilirim ki, hayatımı en çok etkileyen kitaplardan biridir. Ama mesele kitap değil, o fotoğrafları çeken kişi, yani fotoğrafçı, yani Ara Güler’di (Taşınmalar sırasında o kitabı yitirdim. Yıllar sonra içimde bir yara gibi işlediğini fark ettim. Sahafları aradım. Buldum. Artık tanıştığımız Ara Güler’e imzalattım).
Görüntüyle hesaplaşıyordu
Diyeceğim, Ara Güler, o 1975 Ankara’sında hayatımı doğrudan etkileyen kişilerden biri oldu. Sonra kendisiyle dost olduk. 1992’de ‘Sinan’ başlıklı nefis kitabı Fransa’da yayımlanmıştı. Ben Kültür Bakanlığı’nda müşavirdim. Odamın kapısını açtı, fırtına gibi girdi. Yazılarımdan tanıyormuş. O an kırk yıllık dosttuk. Ölene kadar da öyle kaldık.
En son 2016 Nisan ayının 12’nci günü, kendisini o sırada NTV’ye yaptığım ‘Bildiğiniz Gibi Değil’ programına davet ettim. Diyaliz görüyordu. Tedavi sonrası geldi. Zor yürüyordu. Kafası saat gibi işliyordu. Programı çektik (Yıllar önce de ‘Fildişi Kule’ isimli bir televizyon programı yaparken Şakir Eczacıbaşı’yla birlikte çekmiştim). Gene nefis şeyler söyledi. Çıktık yemeğe gittik. Beni en çok etkileyen şu oldu:
O sırada çalıştığım Kadir Has Üniversitesi’ndeki odam, Haliç’e bakıyordu. Girdi. Pencereye yöneldi. Dışarıda çıldırtıcı bir akşamüstü vardı. Deniz pırıl pırıldı. Manzaraya baktı. Elini alnından geriye doğru geçirdi. Hani insan zorlu bir iş yapar, terler de alnını kurular ya, öyle. Belli ki o bakış ve o görüntü onun için başlı başına bir işti. O anı, o bir-iki saniyeyi unutamıyorum. Görüntüyle hesaplaşıyordu. Gözlerini kıstı, açtı. “Gölge yok” dedim. “Vardır saatleri, çaktırmaz” dedi. Hesaplaşması sürüyordu. Belki çektiği binlerce kare gözlerinden geçiyordu. Nihayet bitirdi, içinde bulunduğu ana döndü, görüntüden uzaklaştı. Ara Güler’i o an çırılçıplak ve Ara Güler olarak görmüştüm.
Çağını çok aşan bir fotoğrafçı
Sayısız yazı yazdım hakkında. Her defasında Ara Güler’in değerini bilmediğimizi söyledim. Hem de bırakın onun milyonlarca kare görüntüyle tüm evreni kucaklayan birikimini, sadece İstanbul bağlamında bile onu kavrayamadığımız konusunda ısrarlıyım. Nedeni şudur ve basittir: Paris diye bir şehir vardır. Ama muhayyilemizde canlı, zinde, dipdiri duran Paris o fiziksel Paris değildir. Paris’in imgesidir. O imgeyi Brassai, Doisneau gibi fotoğrafçıların kareleri zihinlerimize kazımıştır. İstanbul aynı şeyi Güler’in (ve Selahattin Giz’in) görüntüleriyle yapabilirdi. Yapamadı. Elindeki bu fırsatı kullanamadı.
“Neden böyle” sorusunun cevabı benim için kolaydır. Biz Ara Güler’in önemini ve ondan öte büyüklüğünü kabul ediyoruz. Ama o büyüklüğü, hacmi, derinliği kendi ölçüleri içinde anlamamız, kavramamız olanaksızdır. Bu hem kültürel olarak böyledir hem de bilmediğimiz Ara Güler, bildiğimizden çok daha büyük ve geniştir. Kültürel olarak böyledir çünkü Güler zamanını, çağını çok aşan bir fotoğrafçıdır.
Düşünün ki, Afrodisias gibi bir büyük antik kenti bulmuş insandır diyebiliriz. Yeryüzünün en önemli yaratıcılarını görüntüleyen insandır. Ve Ara Güler içinde yaşadığı anı herkesten farklı bir şekilde kavrayan, temellendiren insandır. Onu bu nitelikleri içinde ancak zamanla, parça parça aydınlatacağız. Eğer bugüne kadar çok daha fazla kitabı yayımlanmış olsaydı, bu aysbergin daha genişçe bir kısmını görebilecektik.
En çok şey söyleyen kareyi yakalıyordu
Nedir Ara Güler’i bu derecede güçlü kılan? Önce kuramsal bir küçük açıklama yapayım. Sonra sözü onun çok iyi bilinen iddiasına getirerek soruyu bir de öyle cevaplayayım...
Fransız göstergebilimci Roland Barthes, annesinin ölümünden sonra kaleme aldığı ‘Camera Lucida’ isimli yapıtında bir fotoğrafın, benim nesnel ve öznel diye tanımladığım iki boyutu olduğunu söyler; ‘studium’ ve ‘punctum’ diye adlandırır o boyutları. ‘Studium’ bir fotoğrafın nesnel yanıdır. Bakarız, o görüntünün hangi olaya, nereye, hangi tarihe ait olduğunu anlarız. ‘Punctum’ ise fotoğrafın bizi bağlayan, bizi yakalayan, bize saplanan yanıdır. Bir görüntüde beni şu detay etkiler, bir başkasını başka bir detay. Ben beni etkileyen ayrıntıyı görürüm, başkası da onu etkileyeni. Bizi fotoğraflara bu küçük ayrıntılar bağlar. Ara Güler elbette zamanı görüntülüyordu (Çünkü her fotoğraf ölümle ilgilidir. Zaman geçmekte, ölmektedir. Fotoğrafçı ölümün elinden bir kare kurtarır). Elbette olayları ve halleri saptıyordu. Onu en üst düzeyde yapıyordu. Portrelerden nesnelere, peyzajlara kadar... Ama fotoğrafçılık içgüdüsü, sezgisi, duyarlılığıyla o görüntüyü o kadar çok ayrıntıyla doldurmayı öylesine başarıyordu ki, o görüntü farklı ve herkesi bir yanıyla yakalayan sayısız ayrıntısıyla hepimizi teker teker kendisine bağlıyordu.
Tesadüfle değil, bilinçle çalışıyordu
Şuraya geleceğim: Ara Güler fotoğrafın sanat olması gerekmediğini, tarihi bir olay olduğunu, kendisinin de muhabir kaldığını belirtiyordu.
Peki, kabul edelim. Fiil olarak öyle. Gerçek de biraz öyle. Ara Güler hiçbir zaman bir fotoğraf sanatçısının yaptığını yapmadı; sanat üretiminin temeli olan bilinçli soyutlamayı ‘sanat adına/için’ gerçekleştirmedi. Geçerken gördü, çekti. Bu, onun sanatçı olmadığı anlamına gelmezdi. Çünkü portrelerinde de peyzajlarında da tesadüfle değil, bilinçle çalışıyordu. Yani her şeye rağmen kuruyor, kurguluyordu.
İkincisi, az önce belirttiğim husus: Ancak çok büyük, evrensel sanatçılarda görülen bir duyarlılık, sezgi ve kavrama yetisiyle en çarpıcı, vurucu ve en zengin, en çok şey söyleyen kareyi yakalıyordu.
Ara Güler diğer insanların saplandığı küçük hesapları bütünüyle aşmış, sadece işi ve onun gücüyle yaşayan bir büyük, erişilmez sanatçıydı. Yapıtlarında yer alan lirizmin ve eşi menendi olmayan şiirin başka bir açıklaması olamaz. Ancak yalvaçsı bir gönle sahip olan birisi, fotoğraflarından dışa vuran o coşkuyu ve dinginliği yakalayabilirdi.
Bu dünyadan geçmedi Ara Güler, sonsuza dek bu dünyada kalacak... m