Yücel Sönmez ysonmez@hurriyet.com.tr
Oluşturulma Tarihi: Aralık 09, 2017 10:59
Yeryüzünde her 13 dakikada bir, bir canlı türü için kıyamet yaşanıyor. Yani bir tür sonsuza kadar yok oluyor. Bunun en önemli nedeni, doymak bilmeyen hırslarımız, tüketim alışkanlıklarımız ve gezegenimizin yaşadığı sorunlara duyarsız kalmamız. Öte yanda da bir canlının hayatı için varını yoğunu ortaya koyan, gece gündüz çalışan, yeri geldiğinde kapı kapı dolaşan, günlerini, aylarını hatta yıllarını bir canlıya adayan güzel insanlar var. İşte en kıymetlilerimizin kaderini değiştiren hayvanseverlerin ilham veren hikâyeleri...
Yarasaların kontu
Prof. Dr. Ahmet Karataş
Yarasalara ilgisi üniversite ikinci sınıfta başladı. 1990’ların başında Doğu Karadeniz’de birkaç yıl çalıştıktan sonra yarasaları ‘eliyle koymuş gibi’ bulmasıyla dikkat çekti. “O zamanlar çalışmak zordu. Bize hep ‘Aman dokunma, sen karışma’ denirdi” diye anlatıyor ilk yılların zorluğunu. Sonraki yıllarda Türkiye’de girip çıkmadığı mağara kalmadı. Yaptığı işin önemini “Onları korumak demek, tarladaki mahsulü, dağdaki zeytini böcekten korumak demek aynı zamanda… Sayıları hızla düşüyor. Türkiye’de en çok türün göründüğü yer olan Kırklareli’ndeki Dupnisa Mağarası’nda 60 binlerden 5 binlere inmiş durumda” diye açıklıyor. Akademik kariyeri boyunca uzun süre görünmeyen türleri görüntüleyen, yeni türler keşfeden Karataş, Dünya Doğayı Koruma Birliği’nin (IUCN) toplantılarına giderek birçok yarasanın koruma altına alınmasına öncülük etti. Yarasaların yaşadığı yerlerin ‘Yaban Hayatı Geliştirme Sahası’ ilan edilmesine de katkı sağlayan Karataş, ‘Mağaracılık Şube Müdürlüğü’nün kurulmasında da başı çekti.
Ejder ona emanet
Ahmet Demir
Şanlıurfa-Birecik’in bozkırlarında bir elinde teleskobu, bir elinde fotoğraf makinesi, çobanlık yapıyor. Sürüyü güderken bir yandan da Türkiye’de varlığını ilk kendisinin ispatladığı canlıyı, ‘Anadolu ejderi’ni gözlemliyor. Bu türün bilimsel adı ‘çöl varanı’ (Varanus griseus). Boyu 1.5 metreye kadar çıkan dev bir kertenkele... “Daha önce zararlı bir hayvan olduğuna, koyunların sütünü emdiğine inanıyordum. Öyle anlatılmıştı. Sonra onları izlemeye başladım. Ve gördüm ki çok büyük faydaları var” diyor. Demir bu canlıları iyice yakından izleyerek ne zaman yuvadan çıkar, ne yer, nerelerde gezer diye notlar tutuyor. Bu tür hakkında konferanslara çağrılmaya başlayacak kadar bilgi sahibi. Bugün bütün yuvalarını tek tek biliyor. Şimdi onların yaşadığı alanın ‘Yaban Hayatı Geliştirme Sahası’ ilan edilmesi için çalışıyor.
Atatürk sevdiği için…
Ayşen Erdil
Ayşen Erdil’in Anadolu’nun sembollerinden turnayla tanışması; çocukluk yıllarında, klasik Türk müziği seven babasının Safiye Ayla’dan ‘Turnalar uçun’ şarkısını dinlerken “Atatürk’ü bu şarkı ağlatmıştı” cümlesiyle oldu. “Aklıma koymuştum. Büyüyünce bütün turnaları Atatürk’ü ağlattıkları için öldürecektim. Oysa kuş olduklaırnı bile bilmiyordum” diyor Erdil. Daha sonra turnaların kuş olduğunu, Atatürk’ün de şarkıyı ve kuşları sevdiği için ağladığını öğrendi. “Bu bende büyük bir mahcubiyet yarattı. Bir şeyler yapmak zorunda hissettim” diye anlatıyor duygularını. Erdil daha sonra doktorların üye olduğu Symbiosis Derneği’ni kurdu. “Doğa sağlıklı olursa sizler de sağlıklı olursunuz” diye gittiği yerlerde turnalar için çalıştı. American Academy of Audiology kurumundan yardımseverlik ödülü aldı. Şimdiki hedefi bir turna müzesi kurmak.
Uçan kuşta hakkı var
Tansu Gürpınar
Türkiye doğa koruma tarihinde hangi sayfa çevrilirse çevrilsin, onun ismi en başlarda yer alacaktır. Bugün sulak alanlarımızın ve canlı türlerimizin korunma mücadelesinde ilk kıvılcımı ateşleyen kişi olarak biliniyor Tansu Gürpınar. Birçok canlı üzerinde hakkı var. Onlardan sadece biri; pelikanlar...
Gürpınar, pelikanlarla Ankara Fen Fakültesi’ndeyken tanıştı, yani bundan tam 60 yıl önce. 1959’da ‘Manyas Kuş Cenneti’nde tekrar gördü ve bu hayvanların büyüklüğünden ve uçarkenki heybetinden etkilendi. Okulu bitirip 1966’da Milli Parklar’da göreve başladı. Doğada çeşitli türlere ilişkin gözlemleri ve hazırladığı raporlar kurumda koruma çalışmalarının da temelini oluşturdu. Kuş Cenneti’yle ilgili yazdığı rapor da çok beğenilince buranın sorumluluğu kendisine verildi. Görev yaptığı dönemde Kuş Cenneti’ni adım adım dolaştı. Bir gün bir ağacın dallarının eğildiğini fark etti. Bunun bir kuşun yuva yapma girişimi olduğunu düşündü. Bu kuş pelikandı. Normalde sazlıklara yuva yapan kuşu ilk defa ağaçlara yuva yapmaya çalışırken gördü. “Ali Kızılay’la birlikte pelikanları buraya davet etmek için ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Bir söğüt ağacını üzerine yuva yapmak için seçtik” diye anlatıyor kuşları buraya çekme girişimlerini. 1968’in ekim ayında yuvayı bitirdiler ve bir sonraki yılın baharında 26 pelikanın bu yuvaya yerleştiğini gördüler. Bu, dünyada bir ilkti. Dolayısıyla da çok ses getirdi; İngiliz BBC ve Alman ZDF kanalları bu çabanın belgesellerini çekti. Bu çalışmalar Avrupa Konseyi tarafından ‘Doğayı Koruma Yılı’ ilan edilen 1970’te ödül aldı. Ayrıca bölge yine Avrupa Konseyi tarafından incelemeye alındı ve bütün Avrupa’ya ‘örnek koruma’ olarak gösterildi. Kuş Cenneti’ne en yüksek derecedeki örnek koruma diploması verildi. Avrupa Konseyi Başkanı ilk defa siyasi bir gündem için değil, bu diplomayı vermek için Türkiye’ye geldi. Pelikanlar bugün Kuş Cenneti’nde mutlu mesut yaşamaya ve üremeye devam ediyor.
Lüferi santim santim büyütüyor
Defne Koryürek
Lüfer deyince aklımıza gelen ilk isimlerden Defne Koryürek... 2009’da televizyonda dört biliminsanının Boğaz’ın sembolü olan bu balıkla ilgili olarak “Böyle avlanırsak beş yıla kalmaz yok olur” cümlesi aklına takıldı. “İstanbul çocuğu olduğum halde böyle bir canlının yok olduğunu bilmiyordum” diyor Koryürek ve ekliyor: “Ne olduysa bundan sonra oldu. Hayatım değişti.” Önce biliminsanlarıyla görüştü ve lüfer hakkında alabildiği kadar bilgi almaya çalıştı. Koryürek, “Lüfer kampanyasına başladığımızda biz de önüne geleni tüketen insanlardık. Lüferi korumak için çalıştıkça değişmeye başladık. Doğa üzerindeki yıkıcılığımızı daha iyi gördük. Sonra fark ettik ki lüfer için söylediğimiz her şeyi İstanbul’un ağacı için de, kuşu için de söylemek mümkün. Lüferi korumak aslında bir anlamda İstanbul’u korumak demek” diyor. Sonrası gece gündüz çalışma, kampanyalarla doğruları yanlışları anlatma uğraşı ve lüferin varlığını devam ettirebilmesi için balıkçısından tüketicisine, bürokratına kadar ikna etme çabası... “Lüferin avlanma boyu olarak hedefimiz 24 santimetreydi. Bu, balığın soyunu devam ettirebileceği boyu ifade ediyordu” diyor Koryürek. Sonra iki yıl boyunca ellerinde mezura balıkçı balıkçı dolaşarak, her bürokratın kapısını çalarak, İstanbul’un balıkla ilişkisini sembol yaparak lüfer için çalıştılar. Lüferin 14 santimetre olan boy sınırını 20 santimetreye çıkarmayı başardılar ancak daha sonra bu, 18 santimetreye indi. Yine de artık balıkların boyuyla ilgili daha sıkı denetimler yapılması sevindirici. Ondan da önemlisi tüketicilerin artık balık alırken boyuna dikkat edip balıkçıyı ikaz etmesi... Bu mücadelenin bir başka güzel meyvesi de Tarım Bakanlığı bünyesinde Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nün kurulması...
Lüfer mücadelesi Slow Food bünyesinde ‘Fikir Sahibi Damaklar Grubu’ tarafından devam ettiriliyor. Lüferin kaderiyle birlikte Defne Koryürek’in de hayatı değişmiş: “Ben daha önce aşçı ve bir yerde kasaptım. Şimdiyse hiçbir canlıyı yemiyorum. Çok radikal bir dönüşüm geçirdim bu sürede” diyor.
Dağhorozuyla dans etmeye başlamıştım
Süreyya İsfendiyaroğlu
Süreyya İsfendiyaroğlu dağhorozuyla İkizdere’de tanıştı. “Gündoğumunda önce bir vaşak gördük kayaların üstünde. Onun baktığı yere bakınca da dağhorozlarını gördük. O an dağhorozlarını korumanın Karadeniz’in doğasını korumak olduğunu anladım. Horozlar dans ediyordu, ben de dans etmeye başladım” diye anlatıyor tutkusunu. “Yaşayabileceğini düşündüğüm alanlarda yatıp gün doğarken kalkıyordum. Gümüşhane’den Gürcistan’a kadar
2 bin metrenin üzerinde her yerde yattım kalktım. Dokuz ayım dağda geçti. 167 farklı noktada 4 bin 900 horoz buldum.” Onun sayesinde bugün dağhorozu korunan türler arasında yer alıyor.
Varlığından haberimiz bile yoktu
Cem Orkun Kıraç
ODTÜ Sualtı Topluluğu Ocak 1985’te kuruldu. Cem Orkun Kıraç topluluğun ilk 10 üyesinden biriydi. Denizi ve sualtını öğrenirken kıyıların araştırılmasının ve elde edilen bilgilerin yeni kuşaklara aktarılmasının önemini fark etti. Denizkaplumbağaları ve köpekbalıkları araştırma grupları, sualtı arkeolojisi ve batık araştırma grupları kuruluyordu. ODTÜ-SAT’ın kurucularından Gökhan Türe’nin, Kanada’da yaşayan Türk akademisyen Prof. Fikret Berkes’le yazışmasıyla 1987’de akdenizfoklarının varlığını öğrendiler. “Gökhan bana ‘Ne dersin Cem, böyle bir grup kuralım mı? Sen bu grubun sorumluluğunu alır mısın?” diye sordu. Fikri benimsedim. Adının da o an Akdeniz Foku Araştırma Grubu olmasına karar verdik. 30 sene boyunca hiç durmadan çalıştık, çabaladık. Hâlâ çalışıyoruz... Yılmadan... Vazgeçmeden...” diye anlatıyor Cem Orkun Kıraç. Bu, aynı zamanda dünyada sadece bir türün korunmasına yönelik kurulan ilk kurum. SAD-AFAG birçok kıyı alanının korunmasında halen öncü rol oynuyor. Yakın zamanda foklar için hayati önem taşıyan 23 kıyıdan 18’inin kurtulmasını sağladılar.
Yok oluyordu, şimdi onun sayesinde çoğalıyorAbdullah ÖğünçHatay’ın Kırıkhan ilçesinin Yalangoz Köyü’nde ceylanların hikâyeleriyle büyüdü. Bir gün bölgede bir çimento fabrikası kurulması gündeme geldi. Gidip ÇED toplantısına katıldı ve bu toplantıda şirket yetkililerinin yalan söylediğinin, fabrika kurulursa ceylanların yaşam alanın yok olacağının farkına vardı. Bu sırada ceylanların da neslinin tükenme aşamasına geldiğinin farkında değildi. Zamanla bunu da öğrendi ve gece gündüz onlar için mücadele etmeye başladı. Çalışmaları sayesinde fabrika faaliyetini durdurdu ve ceylanlar koruma altına alındı. Bugün onun girişimleriyle kurulan ceylan üretim istasyonu; bölgedeki sadece ceylanları değil, tüm canlıları takip ediyor. Yok olmanın eşiğinden dönen ceylanların sayısı 600’leri geçmiş durumda ve artık çok daha geniş bir alanda yaşıyorlar.
O kelaynakları, kelaynaklar da Anadolu doğasını korudu
Belkıs Balpınar (Acar)
Kilim uzmanı olan Belkıs Balpınar (eski soyismi Acar) 1970’lerde Sultanahmet Camii Külliyesi’ndeki Kilim Müzesi’nin müdiresiydi. Kuş resimlerini tuvaline taşıyan ressam eşi Salih Acar’la birlikte doğa için çalışmak istediler. Yolları Tansu Gürpınar ve Alman kuş fotoğrafçısı Udo Hirsch ile Urfa-Birecik’e düştü. Vesile, kelaynaklardı... 1957 ve 1958 yıllarında Suriye’den Türkiye’ye doğru bulutlar halinde çöl çekirgeleri gelmeye başladı. Tarım ürünlerini kurtarmak için uçaktan DDT atıldı dağın taşın her karışına. Çekirge sorunu çözüldü ancak doğaya atılan bu zehir nedeniyle başta kelaynaklar olmak üzere toy kuşları, turnalar, kartallar, şahinler, keklikler, bülbüller hatta yılan ve
akrep dahil tüm canlılar öldü ve nüfusları ciddi oranda zarar gördü. Kelaynaklarsa 50 çiftin altına düştü. Belkıs Acar bunun üzerine kelaynaklar için çalışma kararı aldı. 1975’in mart ayında bir dernek kurdu. Sonraki yıllarda Türkiye doğası için çok büyük başarılara imza attı, bugün korunan her alanın, türün çalışmalarını başlatan Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin (DHKD) kurulmasına öncülük etti ve derneğe ismini de o koydu. Kelaynaklar daha sonraki yıllarda Türkiye’de doğa korumanın sembolü haline geldi, o dönemden temelleri atılan çalışmalar sayesinde bölgede yaşayan halktan Ankara’daki bürokrata kadar herkesin gözü gibi baktığı bir canlı oldu. Bugün mönüleri bile özel olarak hazırlanan kelaynakların sayısı 200 çifte yaklaşmış durumda, üstelik artık yeniden göçe de gönderiliyorlar.
Van Gölü’nün yüreğindeki sırrı keşfetti
Prof. Dr. Mustafa Sarı
Mustafa Sarı bundan 25 yıl önce Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne araştırma görevlisi olmak üzere gittiğinde tanıştı inci kefaliyle. O yıllar bu balığın; Karadeniz’de hamsinin de tükenmesinden sorumlu tutulan gırgır ağıyla, üreme için geldikleri akarsuların ağızlarında avlandığı yıllardı.
Evet, başarısız oldum ama...
1992’de 25 yaşında genç bir asistanken karar verdi sarı inci kefaliyle ilgili bir doktora tezi hazırlamaya. Ancak 1997’de tezi bittiğinde korkunç gerçekle de yüzleşti: “O yıllarda toplam 15 bin ton avlanan inci kefalinin yüzde 90’ı üreme döneminde, derelere yumurtlamak için gelmiş balıkların avlanmasından oluşuyordu. Yasal avcılık sadece toplam avın yüzde 10’uydu”. Sarı şöyle başlıyor mücadelesini anlatmaya: “Geliştirdiğim alternatif balıkçılık yönetim modeliyle bu kötü gidişatı durdurmaya niyet ederken çok heyecanlıydım. Oysa inci kefalinin üreme dönemine endeksli olarak kurgulanmış bir ekonomik düzen vardı. Dere boylarındaki köylerde devlet eliyle balık avcılığı için kooperatifler kurdurulmuş, her köyde bir ‘bent ağası’ hüküm sürüyor, göl çevresindeki tüm balığın geliri birkaç insanın cebine giriyordu. İlk iş, devleti harekete geçirmek istedim. Başarısız oldum. Sonra üreme döneminde kaçak balık avlayanlarla onların balıklarını alıp satanları bir araya getirerek yeni bir model denedim. Yine başarılı olamadım. Beni ‘inci kefalini katlettirmek, balıkçılarla çıkar ilişkisine girmekten’ mahkemeye verdiler. Ama bu dönemde çabalarımızla bir farkındalık da oluşmaya başladı. Şahika ve Asaf Ertan çiftinin katkılarıyla göl çevresinde STK merkezli yeni bir çalışma başlattık hep birlikte ve sonunda bu modelde köylülere üreme zamanında avladıkları her balığın kendi bindikleri dalı kesmek olduğunu anlatabildik bir parça. Köylüler yavaş yavaş üreme dönemi avcılığından vazgeçti.” Bugün inci kefalinin kaçak avlanması için bent kurulan Erciş Deliçay’da bir balık göç gözlem alanı var ve her yıl Uluslararası İnci Kefali Göçü Kültür ve Sanat Festivali yapılıyor. Artık inci kefalinin korunması için Tarım Bakanlığı her yıl bütçe ayırıyor.
Okullara adı veriliyor
Kaçakçılığı önlemek için Van Gölü’nde üç tane jandarma asayiş botu var. Avcılık bilimsel sınırların içinde gerçekleşmeye başladı. Kaçak avcılık büyük oranda önlendi ve inci kefalinden sağlanan gelir 1.2 milyon dolardan 12 milyon dolara çıktı. Bu balığın, Van Valiliği karşısındaki meydanda bugün kocaman bir heykeli var. Erciş Kaymakamlığı’nın, Muradiye Kaymakamlığı’nın ve Erciş Belediyesi’nin logosunu süslüyor. Göl çevresindeki okullara ‘inci kefali’ adı veriliyor.
Saç bakım rutinim | Dolaşan saçları kolay açma yolu | Beliz Şen