Güncelleme Tarihi:
Gökhan Hotamışlıgil, Türkiye’nin bilimdeki en parlak yıldızlarından.
Genetik, metabolizma ve kompleks hastalıklar uzmanı.
Harvard Üniversitesi profesörü, bu okuldaki Sabri
Ülker Metabolik Araştırma Merkezi’nin direktörü.
25 yıldır metabolizmayla bağışıklık sistemi arasındaki ilişkiyi ve metabolik hastalıkların derin sırlarını araştırıyor.
Son birkaç yıldır adı
Nobel için geçiyor.
Onu Lüksemburg’daki bir konferansta tanıdım.
Beslenme ve genetik üzerine
bir konuşma bekliyordum.
Ama insanlar onun hikâyesini dinlemek istiyordu.
Gördüm ki bilim dünyasında
bir rock yıldızı gibi.
Rize Pazar’dan Harvard’a uzanan bu öyküde kendimi 1960’lı, 70’li yılların Türkiye’sinde buldum.
Annesinin Rize Pazar’da çekilmiş kısa kollu, çiçekli elbiseli siyah beyaz fotoğrafını gösterdiğinde, salondaki birçok kişinin gözlerinin yaşardığını gördüm.
Ertesi sabah kahvaltıda buluştuk.
Dünyanın en huzurlu şehirlerinden Lüksemburg’da öğretmenliği, bilimi ve memleketimizi konuştuk.
Hotamışlıgil, Lüksemburg’da bir parkta gördüğü bu ağacı ‘Avatar’ filmindeki kutsal ağaca benzetti.
* Neden bilim insanı oldunuz?
- Diğer alanlarda pek yetenek gösteremediğim için. Esas tutkum tıp doktoru olmaktı.
* Neden?
- Babam Anadolu’da hekimdi. Muayenehanesi çocuk parkından daha eğlenceliydi. En güzeli de yasak olmasıydı! Kan, idrar testi, derme çatma röntgen cihazı, eski anatomi kitapları... Açılmış, kesilmiş vücutlar, kaslar, sinirler, beyinler... Film gibiydi. Büyük bir verem salgını vardı, babam kendini buna adamıştı. Ben de balgam yayması yapıp, boyayıp pozitif bakteri var mı yok mu, söyleyebilirdim.
*Gözünüzde bir kahramandı demek ki...
- İnsanlar ellerini öper, parası olmayan tavuk, yumurta, tereyağı getirirdi. Dağlarda, kim olduğu belli olmayan insanlarla kan teması içindeydi. Bu zor koşullarda kendine bakamadı, hastalandı. Hacettepe Tıp Fakültesi yeni kurulmuştu, bir ümitle tedaviye gitti. Oradan mektup yazmıştı, şimdi bile gözlerim yaşarır. Annem bu mektubu okuduğunda doktor olmak, babamı tedavi etmek istemiştim.
*Ne diyordu?
- “Burası muazzam bir yer. Ama gecesi 125 lira. Doktor olmasam tedavi olmama imkân yok. Allah gariplere yardımcı olsun” diyordu.
*Bambaşka bir nesildi değil mi?
- Koca imparatorluk yıkılmış, hiçbir şeyi olmayan bir ülke kurulmuş. Onlar ilk nesildi, bir görev anlayışları vardı. Okumaktan, aydınlanmaktan başka şey konuşulmazdı evde. Savaşın acıları, Atatürk’ün vizyonu, bilim, eğitim... Annemiz bize Türk ve dünya edebiyatını, sanatını öğretirdi. Sıradan, orta sınıf bir aileydik ama bir idealizm vardı. Bu nesil artık yok.
*Konuşmanızda öğretmenlerinizi anlattınız. Onlara bağlısınız...
- Bingöl’de mecburi hizmet yaparken kendimi birden Harvard’da buldum. Bu uçurumu Ankara Anadolu Lisesi’ne geldiğimde de yaşamıştım. O zaman hayatın akışını değiştiren çatallar olduğunu anladım.
*Ne gibi?
- İlkokul hocam Tevfik Sezer gibi... Anneme, babama “Bu çocuğu buradan yollayın” derdi. Anadolu lisesi sınavına kendi götürdü beni. 2004’te TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü kazandığımda törene davet ettim. Eşi hastaydı, gelemedi. TÜBİTAK kitapçığında ona olan borcumu yazdım. Yıllar sonra kızı anlattı, o kitabı elinden hiç bırakmazmış, lime lime etmiş. Bunların bir öğretmen için ne kadar önemli olduğunu anlamıyor insan. Benim ona yaptığım ne ki? İki mesaj, telefon, üç satır hatırlama...
*Bir de lise hocanız varmış. Harvard’a gittiğinizi duyunca baygınlık geçiriyormuş...
- Melahat Hoca! Ankara Anadolu Lisesi’ne normalin dışında çocuklar seçilirdi. Haşarı, hiperaktif... “Sen beynini hiç kullanmadığın için bir gün üniversiteye girebilirsen çok başarılı olacaksın” derdi! Yıllar sonra Sıhhiye’de karşılaştık.
*Ne dedi?
- “Hocam, ben Harvard’a kabul edildim” deyince dizleri çözüldü, yere çömelip hüngür hüngür ağladı. Biz Melahat Hanım’ı ‘öğrenci düşmanı’ diye görürdük. Oysa en büyük dostuymuş, kalbinde yer etmiş. Onu çocuklarıma hep anlatıyorum.
*Bugünkü eğitim sistemini nasıl görüyorsunuz?
- Eski coşkuyu bazen göremiyorum. Büyük çoğunluk için 40 yıl önceki düzey var mı, emin değilim.
*Bir resim gösterdiniz dün. Başörtülü bir grup genç kız yollamış...
- Kahramanmaraş’ın küçük bir kasabasından, gözlerinde ışıklar olan ortaokul öğrencileri gönderdi. Biyoloji derslerinde hocaları “Böyle biri var, siz de yapabilirsiniz” diye anlatmış. Onlar da “Hocam seni seviyoruz” yazmışlar. Çok hoşuma gitti, gözlerim yaşardı. Demek ki hâlâ idealist hocalar, heyecanlı gençler var; ne güzel, keşke daha çok olsa...
*Bilimle uğraşmak, laboratuvar yönetmek nasıl bir şey?
- Pek hayatım olmadı. Haftada 100 saate yakın çalıştım. Gece gündüz, eve gittikten sonra, az uyuyarak... Şimdi biraz dengeliyorum. Yanımda çalışanların da gece gündüz çalışmasını istemiyorum artık.
*Neden?
- Sadece makale okuyarak, deney yaparak, formül hatmederek olmaz. Düşünmek, kurgulamak, değişik alanları birleştirmek lazım. Bunun için perspektifin, felsefi anlayışın gelişmesi, ahlaki çerçevenin oturması; onun için de bir hayat gerekiyor. Film izlemek, sanatla ilgilenmek, insanlarla tanışmak gerekiyor. Bunları da annemden öğrendim.
*Sabır isteyen bir meslek... Heyecanı korumak zor mu?
- Hep sonuç, başarı isteniyor. Bu, bilimi dejenere eden bir şey. Bilimde yapılanların 10’da 9’u çalışmaz. Gerçek bilim insanının yanlış yapmaktan zevk almayı bilmesi gerek.
*Bugün Türkiye’de bilim nasıl?
- Kaynak olarak inanılmaz artış var. Ama evrensel bilimi ileriye götürecek katkıları henüz yapamıyor.
*Neden?
- Uzun bilim-araştırma geleneğimiz yok. Bunun yerleşmesi ve üretken olması zaman alıyor. Üniversite yapılanmasında reforma ihtiyaç var. Ama üniversiteleri kontrol altında tutma alışkanlığı askeri darbelerden beri peşimizi bırakmıyor.
*‘Yerli ve milli üniversite’ fikrine nasıl bakıyorsunuz?
- ‘Keşke yerli ve milli çerçeve içinden büyük devinimler olabilse’ diye bir özlem olarak algılamayı tercih ediyorum.
*Ne gibi?
- Arkeoloji gibi. Dünyanın en eski yerleşkelerinin üzerinde oturuyoruz. ODTÜ’nün içinde kazı alanları var. Yeryüzünde böyle bir okul bilmiyorum! Yabancı bilim insanları ölüyor Türkiye’de bir hafta geçirsek diye. Tarih alanında benzersiz kaynaklarımız var. Bunlar üzerine yerli ve milli programlar kurulabilir, çok da hoş olur. Ama bir de ‘evrensel bilim’ var. ‘Yerli ve milli fizik’ olmaz. Fizik, biyoloji evrenseldir. Çerçeve evrensel olmalı. Yerli ve milli birimler buna renk katabilir.
*Üniversitelere nasıl bir reform önerirsiniz?
- Bir üst kurum tüm sistemi idare etmemeli. Ben Harvard’da bir bölüm yönetiyorum, bir düzine öğretim üyesinin ihtiyacını karşılamakta zorlanıyorum. Biraz rahatlasak güven ve huzur ortamı olur, olmalı. İnsanlar da fikirler de kutuplaştı. Sadece bizde değil, tüm dünyada. Bilimsel tartışmalar bile siyah ve beyaz oldu. Tartışma politize olunca, polarize olması (kutuplaşması) kaçınılmaz. ‘3 P illeti’ diyorum: Politize, polarize, paralize!
Beyin gücü mü yoksa beyin göçü mü?
* Türk akademisyenlerin geçen sene burs başvurularında rekor kırdığı haberlerini okuduk. Bir beyin göçü mü yaşanıyor? Ve bu kötü bir şey mi?
- Hem iyi, hem kötü... 30 yıldır Amerika’dayım ama ben Türk’üm. Amerikalı olamıyorum! Hâlâ bağlantım var. Yakında çok üst düzeyde eğitilmiş, çok güçlü bir bilimsel diasporamız olacak. Peki bunlarla sağlıklı bir köprü kurabilecek miyiz? Kurabilirsek ‘beyin gücü’ deriz. Kuramazsak ‘beyin göçü’ diye kalır. 20 yıl içinde gurur duyacağımız yüzlerce bilim insanı çıkacak.
Nobel’i henüz hak ettiğimi düşünmüyorum
* Nobel için adınız neden geçiyor?
- Konuşmayı hiç sevmediğim bir konu. Bağışıklık sistemiyle metabolizma arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılması ve bulduğumuz mekanizmaların metabolik hastalıklarda önemli hale gelmesiyle ilgili mühim araştırmalarımız var. Oyunun kurallarını değiştirecek kapasiteye sahip ama daha o noktada değil. Bu yüzden henüz hak ettiğimi düşünmüyorum.
* Harvard’da bu çalışmalara mı odaklanıyorsunuz?
- Evet. 25-30 sene önce açıkladık, hâlâ çalışıyoruz. Büyüdü ve bir saha haline geldi. Ama uygulamaya henüz yaygın olarak dönüşmedi. Gerçekleşecek, sonra kavga edecekler, politika yapacaklar... Ama beni ilgilendiren bu değil. İnsanlığa bir katkım olsun, o bana yeter.
* Peki en büyük rüyanız ne?
- İnsanları 150 yıl yaşatmak değil ama 100 yıl tamamen sağlıklı yaşatmak. Tüm bilimsel ömrümü buna vakfedeceğim.
* Ne güzel... Olacak mı?
- Temelde yatan buluşları yaptık. Sistemin derinindeki birkaç önemli mekanizmayı ortaya çıkardık. Şimdi bunların yerleşme sebeplerine ve sistemi nasıl kontrol edebileceğimize yoğunlaşacağız.
Hotamışlıgil, Sabri Ülker Vakfı destekli Avrupa Beslenme Liderliği Platformu toplantısında konuştu.
Akademisyenler güven dolu, huzurlu ve özgür bir ortam ister; kuş gibidirler, biraz sıkarsanız elinizde ölürler
* Yorulduğunuz, bunaldığınız oluyor mu?
- İlerleme çok çok yavaş, bu bazen bunaltabiliyor. Bir de çok çekişme var. Fonlar, taş koyanlar, kıskançlıklar... Bunlar da insanı tüketiyor.
* Ne yapıyorsunuz o zaman?
- Çok güvendiğim, rol modeli gibi gördüğüm bilim insanları var, onlarla konuşuyorum. Bazen ödüller geliyor, hoşuma gidiyor. Konuşma yapıyorum, üç-beş kişinin gözleri parlıyor. Benim yaşamıma dokunanlar gibi olduğumu hissediyorum, enerjim geliyor hemen. Bizim de ihtiyacımız var ufak tefek motivasyonlara...
* En çok ne mutlu ediyor sizi?
- Küçük şeyler... Mesela bir molekülün ifadesinin nasıl değiştiğini göstermemiz gerekiyordu. İki yıl denemediğimiz şey kalmadı. Bir gün öğrencim “Gökhan gel” dedi. Kolesterole maruz bıraktığı hücrelerde düzeyi birden inanılmaz değişmiş. Anladım ve “Bulduk!” diye bağırdım. İşte bu tür anlar muhteşemdir...
* Harvard nasıl bir yer? Gezegenin en zeki insanları burada mı gerçekten?
- (Gülüyor) Bir gün yazmayı düşünüyorum ama önce Harvard’dan ayrılmam lazım!
* Ooo, güzel kitap olacak o zaman...
- Harvard çok büyük, kıymetli bir marka ve çok büyük zihinlere sahip. Ama herkes dünyanın en parlak insanı diyemem. Her düzeyde insan var.
* Bir gün Türkiye’ye döner misiniz?
- Tabii ki dönerim. Türkiye’de güçlenmesi gereken şey ‘kritik kütle’.
* Nedir o?
- Artık hiçbir problem tek başına veya bir laboratuvarda çözülemiyor. Değişik alanlarda çalışan, geniş çaplı bir ‘kritik kütle’ gerekiyor. Bir grup ve ekosistem yani... O insanlar da güven dolu, huzurlu ve özgür bir ortam istiyor. Akademisyenler çok kırılgandır, güvenceye almak gerekir. Kuş gibidirler, biraz sıkarsanız elinizde ölürler. Bu konularda almamız gereken yol var.