Güncelleme Tarihi:
Sizinle ilk söyleşiyi yaptığımız 2015’te eğitiminizi sürdürüyordunuz. Burs ararken, “Cem Yılmaz’a bile mail attım” demiştiniz. Şimdi Cem Yılmaz, sizin videonuzu Twitter’dan paylaşıyor. Nasıl başardınız bunu?
- Denemediğim yer kalmamıştı... Zaten öğrendiğim en büyük derslerden biri buydu: Bir işe başlarken nicelik, nitelikten daha önemli. Tabii zamanla nitelik gelişiyor, nicelik azalıyor. Ve bence orkestra şefliği bir tür şirket kurucusu olmak gibi. Özellikle de ABD’de... Ben bunları bilmeyerek, bir tür içsel inisiyatifle yaptım; hâlâ da biraz öyle. Sonuçta reklamcılık, işletme gibi diplomalarım yok. Bunları dolaylı yollardan öğrenmek zorundayım. Çünkü eğer dinleyiciler konserlerime gelsin istiyorsam beni keşfetmelerini sağlamalıyım.
Sosyal medya
bana çok kapı açtı
Dört yıl önceki o söyleşinin başlığını “10 sene içinde şef olacağım. Kesin!” diye atmıştık. 10 yıllık mesafeyi dört yılda kat etmiş görünüyorsunuz...
- Çok daha farklı gelişebilirdi olaylar. Şansıma, benim istediğim gibi oldu şimdiye kadar. Orkestra şefliği çok ilginç bir meslek. Okulda her şeyi en iyi seviyede öğrenseniz, yarışmalar kazansanız bile yalnızca şeflikle hayatınızı sürdüremeyebilirsiniz. Ben kendimi pek önemseyen biri değilim ve bu felsefeyi olabildiğince içselleştirmeye dikkat ediyorum.
Nasıl oluyor bu?
- Kendime fırsat yaratmaya, yeni projelere dahil olmaya çalışıyorum ama beş sene sonra neler olabileceğini kim bilebilir! O kadar çok şey oluyor ki... Konserler, seçmeler, beste komisyonları, okul, YouTube, marka işbirlikleri... Şu an aynı soruyu sorsan “Hiçbir fikrim yok” derim.
Hangi hayalleriniz gerçekleşti?
- 2019 benim için dönüm yılı oldu. İlk müzik direktörlüğüm, en önemli seçmelerim, birçok orkestrayla ilk konserlerim, Forbes Türkiye’nin ‘30 Altı 30’ (30 yaşın altındaki 30 başarılı kişi) listesine girmem, Smithsonian tarafından sipariş edilip seslendirilen müziğim... Harika bir yıldı. Üstelik daha bir ay var! 31 Aralık’a kadar dört konserim olacak.
YouTube kanalınızda ‘müzik eğitimi videoları’ hazırlıyorsunuz. Anlatım tarzınız çok ilgi görüyor. Türkiye için alışılmış bir durum değil bu. Siz de şaşırıyor musunuz yoksa zaten klasik müziğe ilgi vardı da bizim mi haberimiz yoktu?
- Birçok şey gibi bu da tesadüfen oldu. ABD’li besteci ve orkestra şefi Leonard Bernstein dersi almıştım. Ödev olarak Çaykovski’nin ikinci senfonisinin ikinci bölümünden bahseden bir video yaptım. Ve bir-iki yıl önce YouTube’a yükledim. Bu yaz bir prodüktör bana ulaştı, videoyu beğendiğini, Türkçesini yapmak isteyip istemediğimi sordu. Heyecanlanıp bir demo gönderdim. Sonra proje rafa kaldırıldı ama ben Instagram’a yüklemiştim. Çok paylaşıldı. YouTube’a koymamı isteyen çok oldu. Serüven böyle başladı. Sosyal medyayı çok seviyorum, bana çok kapı açtı.
Klasik müzikte de diğer bütün alanlarda olduğu gibi, ‘deneysel’ ya da daha kısıtlı bir kitleye hitap eden işler yaratmakla ‘ticari işler yapmak( gibi bir ayrım var mı?
Orkestralar genellikle kâr eden kurumlar değillerdir. Hatta biletler genellikle bir konserin yüzde 30-40 civarı bedelini ödeyebilir ancak. Bu yüzden orkestraların hep sponsorları vardır ya da devletten destek alırlar. Peki ticari iş ne demek? Popüler kitleye hitap eden iş yapmak demek. Yani özellikle klasik müzik dinlemeyen dinleyiciye ulaşmaya çalışmak demek. Ben bunda hiçbir problem görmemekle birlikte, özellikle önemli olduğunu ve yapılması gerektiğini düşünüyorum. Eğer ‘ticari’ müzikler dinleyicilerin orkestraları keşfetmesine yardımcı olacaksa, neden bunu istemeyelim? Tüm bu videoları yapmamın sebebi de bu! Bence klasik müzik matematik gibi. Bit tür mit. Anlaması zor diye bize çocukken dikte ediliyor, sonra da biz uzak kalıyoruz. Ya da bizim kültürümüzde yok deniyor, yine uzak kalıyoruz. Bu iki bahane de bana mantıklı gelmiyor. Klasik müzik zor mu? Asıl rap zor bence! O kadar kelimeyi o kadar hızla söylemeyi hiç denediniz mi? Üstelik bir de 100 kıta şiir yazıyorlar her şarkıda... Rap müzisyenlerine saygım çok büyük. Hani Oxford vardı da biz mi okumadık derler ya, bence yeterince bilgilendirilemedik biz bu jenerasyon olarak. Ben de bu açığı kapatmak istiyorum.
Şu anda dünyayı geziyorsunuz. Daha önceki söyleşimizde sokakta duyulan seslerin de müzisyenin üretimine etki ettiğini, sanatına dokunduğunu anlatmıştınız. İstanbul ve yaşadığınız diğer şehirler özelinde şehir müziklerini karşılaştırabilir misiniz?
Tabii ki etki ediyor! İstanbul bestecilerinde genel olarak kaos ve martı seslerini duyuyorum. Hem stres, hem trafik hem de Boğaz’ın getirdiği dinginlik var. New York'ta genellikle bakır üflemeliler çok yaygın. İstanbul’a göre biraz daha karanlık. Yine şehrin getirdiği kaotik sesler var ama bu sefer dinginliği getiren caz oluyor. South Carolina'da da genellikle ABD’nin güney kültürüne ait müzikleri hatırlatan melodiler oluyor. Tabii bunlar büyük genellemeler ve her genelleme yanlıştır... Ancak bunlar benim gözlemlerim.
Aştığınız en büyük zorluk ne oldu?
Bu biraz zor bir soru. Çünkü ben bir yükün altına girdiğimde ağırlığının ne kadar olduğunu ancak o iş bittikten sonra anlıyorum. Bu bence pozitif bir karakteristik çünkü en azından mental olarak kendimi hırpalamış olmuyorum. Yani şu andaki sorumluluklarım doğal olarak öğrencilik yıllarıma göre daha fazla olsa da öyle hissetmiyorum. Geri dönüp baktığımda en büyük zorluk yine de sanırım İstanbul'dan New York'a taşınmaktı. Gerçekten sıfırdan başladım. Ne param vardı, ne İngilizceyi harika konuşabiliyordum, ne orkestra şefliğinde dâhiyane bir yeteneğim vardı. Çalışma, inat, cesaret, ve tutku... Bir şekilde bitirdim okulu. İki sene pek uyumadım ama.
Şefin tavsiyesi:
Klasik müziği sevdirecek 10 eser
Beethoven, 5. Senfoni, ilk bölüm
Mozart, 40. Senfoni, birinci bölüm
Mendelssohn, 4. Senfoni, birinci bölüm
Mahler, 2. Senfoni, ilk bölüm
Mahler, Das Lied von der Erde, tamamı ama son bölümünün bende ayrı bir önemi var
Stravinsky, Rite of Spring
Wagner, Tristan ve Isolde Prelüdü
Çaykovski, 4. Senfoni, son bölüm
Pärt-Tabula Rasa, Silentium
Verdi, Requiem: Dies Irae