Güncelleme Tarihi:
Şarkı, şiirinin yapamadığı neyi yapar da Murathan Mungan şiirin yanı sıra şarkı sözü de yazar?
Doğası gereği şiir, şarkı sözünden daha derindir. “Sabah uyandığımda yağmur yağıyordu” gibi düz bir cümleyi şiirde kullanacaksanız, onu başka dizelerle beslemeniz gerekir. Ama bu sıradan söze öyle bir beste yapılır ki dinlediğinizde burnunuzun direği sızlar. Suyun kaldırma gücü gibi notaların da kaldırma gücü vardır. Şarkı sözü yazarken şairaneliğe özenirseniz, klişelerin tuzağına düşer, baştan kaybedersiniz. Derinliği yalınlıkta aramalısınız. Sıradan görünen gündelik sözler bir şarkıda ancak öyle kuvvet ve boyut kazanır.
Siz şiirlerinizi asla besteletmezmişsiniz, neden?
Şarkı sözü başka, şiir başkadır diye düşünürüm. Şiirin kendi müziği vardır. Notalardan yapılmış koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Bir şiir bestelendiğinde okur olarak onunla baş başa kalma hakkınız elinizden alınmış olur. Aynı nedenlerle öykülerimin, romanlarımın da filme alınmasına izin vermem.
Hayır, sadece aynı köklerden beslenen iki ayrı meyveden söz ediyoruz. Şarkı sözlerimdeki şiirsellik gücü onların şiir olarak kabul edilmesine neden oluyor, anlıyorum. Açıkçası kalemimin de kabahati var bu işte (gülüyor).
Sözlerinizi birine şarkı olarak söylemesi için vermek, ulaşmak istediğiniz kitleyle aranıza aracı sokmak demek değil mi?
Evet ama bütün toplu sanatlar için geçerli bu. Bir senaryo ya da tiyatro oyunu yazdığınızda da yönetmene, oyuncuya emanet ediyorsunuz. Bazen bir eldivenin ele uyması gibi, tak diye oturuyor. Bazen de hiç beklemediğin hoş sürprizler doğuyor. Şiirde virgüle dokundurmam ama, şarkı sözü için notaların akışına göre karar vermek gerekir.
Canavar gibi takip ederim
Nasıl başladı bu iki albümün yolculuğu?
Arada bir, çoğunlukla da yürüyüş yaparken şarkı sözü yazar, kenara koyarım. 2018’de DAAD bursuyla bir yıl Berlin’de yaşadım. O yılın sonuna doğru albüm yapma düşüncesi öne çıkmaya başladı. Zaten daha önce bestelenmiş, ortaya çıkmak için evde zamanını bekleyen birkaç şarkı vardı. Albüm yapma düşüncesiyle ilk “Aşktan Nasıl Gidilir” bestelendi.
Şebnem Ferah’a vereceğinizi biliyor muydunuz bu şarkı ortaya çıktığında?
Benim güçlü bir kulağım ve kendime göre dikkatlerim vardır. Örneğin ‘İ’ sesinin Şebnem Ferah’ta çok özel tınladığı kulağımın hafızasındadır. “Bu ağrıyı ne dindirir / Ne dindirir” sözlerini dinlerken doğrudan Şebnem Ferah sesi geldi kulağıma. Zaten çok sevdiğim bir şarkıcıdır. İlk şarkı ona gitti.
‘Devir single devri’ diyorlar, 26 şarkılık iki CD çıkarırken çekinceleriniz olmadı mı?
Ona bakarsanız, fiziki olarak CD’nin de ‘single’ın da yerini dijital platformlara bıraktığı bir çağa geçtik. Belki de bu nedenle koleksiyon değeri olan bir iş gözüyle bakmak gerek. Düşünün 20 yıl sonra arşivinizde bu albümün bulunması bile başlı başına bir kıymet olabilir. Başta çift CD olarak düşünmemiştim doğrusu, art arda yeni besteler gelmeye, albüm biçimlenmeye başladıkça iştahım arttı, yeni sözler, yeni fikirler ortaya çıktı. Sonuçta ben bir edebiyat adamıyım, müzik benim arka bahçem. Orada bir bahçe partisi veriyor, müzisyen arkadaşlarımla birlikte eğleniyoruz. Bu buluşmalardan da insanların belki de yıllarca söyleyecekleri şarkılar çıkıyor ortaya. Fena mı?
Şarkıları kimin söyleyeceğini nasıl belirlediniz?
Müziğin türü, şarkının hikâyesine, şarkıcının meşrebine göre elbet. Öte yandan zaten kendi de besteci olanlara doğrudan sözler gitti. Örneğin, Nazan Öncel, Gaye Su Akyol, Kalben, Bora Duran, Jabbar gibi. Albümde Nükhet Duru, Zuhal Olcay gibi sesleri kulağımızda yer etmiş sanatçılar olmakla birlikte ağırlık genç seslerde. 2020 model biraz önümüzü aydınlatsın istedim.
İsteyip de albüme dahil edemediğiniz biri var mı?
‘Söz Vermiş Şarkılar’da benim çocukluk, yeniyetmelik yıllarımın idollerinden Ayten Alpman vardı. Bu seferde gene o kuşaktan bir idolüm Gönül Turgut olsun çok istedim, bu kendime bir hediye olacaktı. Fakat Gönül Turgut müziği yıllar önce bırakmış, olmadı.
Farklı türlerden şarkılar var albümde...
Evet, tango da var, deep house da… Bana benziyor. Türkiye, böyle bir coğrafi kavşakta olması nedeniyle çok fazla sese, renge, etkiye açık. Kendimi Türkiye’ye çok benzetiyorum bu anlamda. Benim için iyi tür-kötü tür yoktur, bir türün iyisi ve kötüsü vardır. Sadece farklı türlere de değil, farklı ifade biçimlerine, hikâyelere ve karakterlere de yer vermek istedim bu albümde. ‘Sert Adam’, ‘Kalp Tamircisi Kadın’, ‘Ezber’deki kız, ‘O Benden Önce’deki erkek… Bir arkadaşım, “Sen albüm yapmamışsın, kitap yazmışsın” dedi. Bunu duymak bana iyi geldi.
Albümdeki genç isimlerle bu albüm vesilesiyle mi tanıştınız?
Hayır, biliyordum hepsini. Bir iş yapıyorsam her şeyi canavar gibi takip ederim. Yoluna devam etmek isteyenler böyle yapar (gülüyor).
Nasıl görüyorsunuz Türkiye’de müziğin bugününü?
Rock ya da alternatif müzik yapanlar da nicelik olarak da nitelik olarak da ciddi bir yükseliş var, onlardan ümitvarım. Sözel dünyaları daha taze, daha çağdaş. Meselesi olan şarkılar yapıyorlar ya da eski şarkıları haklarını vererek yeniden yorumluyorlar. Öte yandan müzik artık dinlenen değil, yalnızca kalça sallamaya, bacak titretmeye ya da direksiyonda trampet çalmaya hizmet eden bir ritm sektörüne dönüştü. Müzikle baş başa kalmak, müziği hissetmek, hatta müziği sahiden duymak geride kaldı. Müziği dinlemiyorlar, müzikle oyalanıyorlar.
Niye böyle oldu?
Çünkü çağ çok dijitalleşti. Hızla derinlik arasında her zaman bir karşıtlık vardır. Derinlik durmayı, beklemeyi, demlenmeyi gerektirir. Bu hızda her ortaya çıkan şarkıcı bir an önce kitleler tarafından kabul görmeye, benimsenmeye uğraşıyor. “Rağbet gören işlerden bir tane de ben yapayım” furyasına kapılıyor. Bu da konfeksiyonlaşmayı, birörnek olmayı ve eskime hızını da beraberinde getiriyor. Hız tek yönlü bir şey değildir, çabuk yükselttiği gibi hızla eskitir de... Bana göre müzik dünyasının iki büyük eksiği var: Besteci ve müzik prodüktörü. Prodüktörden kastım parayı koyan kişi değil tabii. Yeni beste kolay çıkmadığı için ya makinelerin yaptığı ritmlere şarkılar yazılıyor günümüzde ya da bir dönem gözde olmuş pop ya da arabesk şarkıların farklı versiyonları yapılıyor.
Onları beğenmiyor musunuz?
Tahta grubu gibi bunu hakkıyla yapan birkaçının dışında pek çoğunu beğenmiyorum, çünkü yenileyeyim derken şarkının ruhunu, arkasındaki hikâyeyi yok ediyorlar. Yapmacık arabesk şarkıların bile kendi içinde bir sahiciliği vardır. Örneğin zamanın Esengül, Leyla Nur, Bergen gibi kadınları söylediklerine yürekten inanırlar. Seslerinin arkasında kendi hayat hikâyelerinin gölgesi durur. Aşk uğruna yüzüne kezzap yemiş Bergen’in “Benim için üzülme” demesiyle şöhret telaşına düşmüş günümüz sesleri arasında bir hakikat uçurumu var. Süslü klipler, dijital tıklanmalarla kapatılmayacak bir hakikat uçurumu.
Rap furyasına ne diyorsunuz?
Doğrusu her tür müziğe bunca açıkken rap’e daha uzağım. İzlediğim işler var ama, “Dur biraz rap dinleyeyim” diyenlerden değilim. Bu konuda iki noktaya değinmek isterim. Ben rap müzik formunun Türkçeye yatkın olmadığını düşünüyorum. Yalnızca Türkçenin de değil. Altay-Ural dil ailesinden gelen diğerlerinin de... Kelimelere bu kadar yaslanan rap şarkılarda bu yüzden söylenenlerin çoğunu anlamıyorsunuz. İkincisi rap ya da benzeri müziklerde neye, nelere isyan edildiğini anlamak isterim. Öfken kime, itirazın neye? Kadere, feleğe isyan ederek göğsünü döven bazı arabesk şarkılardan seni farklı kılan içerik nedir? Bu durum yalnızca bizde değil, biraz dünyada da, hatta ABD siyahlarında bile böyle...
Albümler isimlerini iki renkten alıyor; kehribar sarı ve gri pembe… Ne ifade ediyor bu renkler sizin için?
Kitaplarımda bir mimari yapı gözetir, devamlılığı önemserim. Burada da müziğin türüne, melodilerin yapısına göre kendimce bir dramaturjik kurgu gözettim. Dinleyici kendini bir nehrin akışına bırakır gibi bir şarkıdan diğerine geçsin istedim. Kehribar rengi daha çok toprakla, köklerle, gelenekle ilgili çağrışımlar içeriyor, gri pembeyse daha metalik, daha cool, daha mesafeli bir duygu uyandırıyor. 2020 model bir şey alırken size renk seçeneği sunuyoruz (gülüyor).
Şarkıların nasıl düzenlendiğine, icra edildiğine müdahale ettiniz mi?
Yaptığım işe müdahale demem doğrusu, görüşlerimi bildirir, rapor yazarım ben. Her seferinde de aynı cümleyle bitiririm: “Bunlar benim görüşlerim. Biliyorum ki sonunda dinleyiciyle karşı karşıya gelecek olan sizsiniz. Son kararı size bırakıyorum.” Ama görüşlerimin kabul gördüğünü de rahatlıkla söyleyebilirim.
Bu şarkılar kime, nereye ulaşsın istersiniz?
Tıpkı yazdığım öykülerin, şiirlerin olduğu gibi, şarkılarımın da insanların hayatında yeri, izi, hatırası olsun isterim. Yıllar sonra andığınız bir hatıranızın fonunda benim yazdığım bir şarkı çalıyorsa benim ödülüm budur.
Bir çiftin, “Bu bizim şarkımız olsun” demesi, aşk acısı çeken birinin yüzlerce kez arka arkaya dinlemesi, birinin birine sizin şarkınızla duygularını açması… Ne hissettirir bunlar o şarkıyı yaratan kişiye?
Hayat verir. Sen hayata bir şey veriyorsun, hayat da sana böyle bir ödül veriyor. Hayatla sanat arasında gidip gelen bir sarkaç bu... Benim hatıralarımın arkasında da başkalarının şarkıları çalıyor. Soluk alıp vermek yalnızca bir canlılık belirtisidir. Aslolan, ömrümüzden hayat yapabilmektir. Sanat, bilgi, kültür bunun içindir. Ancak bunlarla etten ruha, akla, birey olmaya geçeriz.
Çok güzel, çok az kişiye kısmet olacak bir ödül bu bahsettiğiniz… Bir bedeli var mı bunun?
Olmaz mı? Sen sanata hayatını adıyorsun ama hiçbir garantisi yok. Olacak mısın olmayacak mısın, kalacak mısın kalmayacak mısın, belli değil. Sonuç belki de hüsran…
Hüsran olmaması için ne yapmak gerek?
Öncelikle kendini bilmek gerek. Sınırlarını, yeteneğini... Yetenek bakım ister. Yeteneğe ‘Allah vergisi’ derler, bilirsiniz. Buna inanıyorsan, Allah’ın hiçbir vergisinin sonsuz olmadığını da bileceksin, yeteneğini çalışkanlıkla geliştireceksin. Gözünü uzun yola dikenlerin her menzilde yakıt ve kumanya tazelemeyi bilmesi gerek. Kulağını, aklını, ruhunu dünyaya açacaksın. Almadan veremez, dünyaya bir şey söyleyemezsin. “Oldum” demeyeceksin, “Daha yoldayım” diyeceksin. Pilin bittiyse de, “Benden bu kadar” deyip kenara çekileceksin.
Sizin de eşlik ettiğiniz bir şarkı var albümde, sevdiniz mi mikrofonun başında olmayı? Müzisyen olmak ister miydiniz?
Müzisyenlikte ve oyunculukta imrendiğim şey şudur; heyecanı anında seyirciyle paylaşırlar. Bu çok büyük bir doyum. İnsanların senden büyülenmelerini izliyorsun. Şarkıcı, oyuncu olup da ruh sağlığını korumak bu yüzden çok güçtür sanırım. Ama biz yazarlar… Şahane bir bölüm yazmışsın mesela... En fazla kalkar salonda iki üç tur atar, kendi kendini tebrik edersin, olay biter. Aradan zaman geçer, kitap çıkar, millette bir heyecan! Oysa sen artık orada değilsindir. Millette yeni başlayan aşk sende kapıyı çekip gitmiştir. Seyircili sahneyle seyircisiz sahne arasındaki fark bu.
Sokakta, televizyonda, şarkı sözlerinde… Günümüzün aşkları nasıl görüyorsunuz?
Aşk öncelikle bir iklim sorunudur. İzninizle ‘Erkekler için Divan’ kitabımdaki ‘İklim’ şiirimi hatırlatmak isterim. Oysa iklim değişikliğinin, atmosfer kirliliğin hemen her şeyi tehdit ettiği bir çağa geldik. Bu kirlilikten toplumsal iklim de insan ilişkileri de nasibini alıyor.
Nasıl yansıyor bu bize?
‘Gecenin Eldiveni’nde söylediğim gibi “Yan yana herkes ama kimse birbirine değmiyor”. Dokunmak kolaylaştıkça aşktan uzaklaşılıyor sanki. Eski zamanlara göre birbirimize daha kolay dokunuyoruz belki, ama birbirimize değebiliyor muyuz? Birbirimizin hayatına, ruhuna sahiden değebiliyor muyuz? Türkiye’de insanların çoğu sevmeden âşık oluyor. Oscar Wilde’ın denklemiyle söyleyecek olursam, “Fiyat biliyor, değer bilmiyorlar”. Bedel ödemeye yanaşmıyorlar. Kaslarıyla övünen erkeklerle kalpleriyle övünen kadınlar arasında yaşanan ‘kısa film’lerden pek bir hayat çıkmıyor haliyle. LGBTİ dünya da pek farklı değil. Aklına, kalbine ve ruhuna yeterince bakmayan kuşaklar yetişiyor sanırım. Mücadeleden, hayat zorluklarından, zihin mesaisinden kaçan insanlar elbette aşktan da kaçarlar. Oysa kalbin cesaretidir aşk. Kendi payıma hayatının bir döneminde aşk yaşamamış, yürek sarsıntısından geçmemiş sağlamcı insanların bende pek kredisi yoktur. Onlar yatırım işlerinde, borsada falan iyidirler. Hayırlı işler diler, geçerim.
Biraz da o yüzden mi şarkılardan birinde “Hayat uzaktan sevilmez / Çıkmalı herkes kabuğundan” diyorsunuz?
Sadece aşk için değil, tüm duygular ve genel dünya hali için geçerli bu. Hem kendi köşene sineceksin, hem dünyada bir şeyler değişsin isteyeceksin. Hayat evlere paket servisi yapmaz. Sokağa çıkacaksın!
Yine şarkılardan birinde, “Aşkta cesur / ayrılıkta korkak / Benim çocuk yüreğim” diyorsunuz. Aşka dair bu kadar etkileyici şeyler yazan biri nasıl âşıktır merak ediyor insan…
Sevmeyi bilmeden, iyi bir sevgili olmadan iyi bir âşık olunmaz. Kolay âşık olabilirsiniz, ama sevmeyi zamanla öğrenirsiniz. Ruhunuz tekâmül ettikçe, hayat size öğrettikçe. Çok aşk şiiri yazmış olmamdan ötürü biraz ‘aşktan sorumlu edebiyat bakanı’ gibi görülüyorum ama siz aldırmayın, ne zaman aşktan konuşmaya kalksam dilim tutulur. Belki de onca şiiri tutulan dilim çözülsün diye yazmışımdır.
“Aşk bir cevaptır dünyanın yaptıklarına” diyorsunuz…
‘Aşkın Cep Defteri’ kitabımda başka şeyler de diyorum. O kitabın genişletilmiş baskısını hazırlarken daha başka şeyler de dedim. Sadece söz değil, hayatı da çoğaltmak gerekiyor. Sanat zaten hayatı çoğaltma yolu değil midir?
Şarkıdaki soruya bir yanıt buldunuz mu; ‘aşktan nasıl gidilir’?
Bu soruyu ben sordum, yanıtları şarkıyı dinleyenler çoğaltsın (gülüyor).
Albümün adından hareketle sorayım; ‘2020 Model Murathan Mungan’ nasıl biri?
Bu albümle birlikte tam da ‘2020 model biri’ diyelim. Mayısta kitaplı yazar olmamın 40’ıncı yılını kutluyorum. Şaka gibi geliyor! Hangi 2020, hangi 40? Rakamlarla uğraştığıma bakmayın, bizim gibilerin yaşı olmaz. Sürekli kendini yenilemenin, üreterek içini zenginleştirmenin, zamanın esiri olmadan, eteğini günün rüzgârına kaptırmadan devam etmenin keyfini sürmeye bakmalı. Gençlik hırçınlıklarımı hatırladığımda, kendime şunu söylüyorum: “Bunu senden ummazdım Murathan, güzel olgunlaştın.” Böyle laflar da ancak bu yaşlara ve buraya gelindiğinde söylenebiliyor.
Sporu ya olimpiyatlara hazırlanır gibi yapıyorum ya da tam bırakıyorum
Aktif bir Instagram kullanıcısısınız. Yeni çıkan kitaplar, yeğenleriniz, bahçenizde yetişen meyveler… Sakin, huzurlu, keyifli bir hayatınız var gibi duruyor. Nasıl geçiyor günleriniz?
Günlerim yazarak, okuyarak geçiyor. İnternette çok dolaşıyorum ama ders çalışır gibi yeni şeyler öğrenerek dolaşıyorum. Örneğin son yıllarda kuantum fiziği üstüne çok düştüm. ‘İkinci Hayvan’, ‘Gelecek’ ya da ‘Çağ Geçitleri’ kitaplarımda bunların izini görürsünüz. Arkeoloji ve tarih konularına yoğun bir merakım vardır. Kendi gündeminizi iyi belirlediyseniz dijital çağ büyük nimet. Çok istediğim halde maalesef uzun yürüyüşler ve spor yapamıyorum. Yapmaya kalktığımda da olimpiyatlara hazırlanır gibi delicesine yapıyorum, bıraktığımdaysa tam bırakıyorum. Babam benim için, “Ya ifrat ya tefrit” derdi. Belki bir gün ortasını bulurum.
Pasaj&Garaj Müzik etiketiyle yayımlanan albümdeki isimler: Nazan Öncel, Mehmet Erdem, Jehan Barbur, Zuhal Olcay, Çamur, Gaye Su Akyol, Can Algeç, Nükhet Duru, Çağatay Akman, Bora Duran, Six Pack, Nuri Harun Ateş, Sema Mortiz, Hande Mehan, Ozan Anlaş, Zeynep Casalini, Teoman, Şebnem Ferah, Koray Candemir, Kalben, Batu Akdeniz, Cem Adrian, Derya Köroğlu, Aylin Aslım & Ah! Kozmos, Jabbar & Deeperise, Ozbi.
Murathan Mungan’ın ‘Bir Garip Orhan Veli’ isimli oyunu Şubat 2020’de Reha Özcan tarafından sahnelenmeye başlıyor. Yine bu yıl ‘Yedi Kapılı Kırk Oda’ kitabında yer alan ‘Dumrul ile Azrail’ öyküsü 20 yıl sonra gene Mustafa Avkıran tarafından sahnelenecek. Yeni kitabı ‘Hamamname’yse mayısta okurlarıyla buluşacak.