‘Mucize Doktor’ bu sezonun en çok izlenen işlerinden. Neydi farkı?
- Zengin çocuk, fakir kız yok. Polisiye değil, mafyatik konuları anlatmıyor. E bir konakta geçmiyor. Kadına şiddeti, kurşunu, silahı göstermiyor. Aynı şeyleri izlemekten artık sıkıldık.
Peki ne istiyoruz?
- Sizi bilmem ama ben naifliği özledim. Bu iş de alışılmışın dışında naif bir hikâye anlatıyor. İnsanlar farkındalığın farkına vardı.
Bir dizinin farkındalık yaratmak gibi bir amacı olmalı mı?
- Evet, izlediğimiz şey bize bir şeyler düşündürmeli, fark ettirmeli. Mesela bazı dizilerde kadına şiddeti izliyorsunuz, eğer bundan etkilenen varsa bizim diziyi izleyip naiflikten etkilensin. Hayatta güzel şeyler de olmalı.
‘Kapalıçarşı’ dizisinde yan rolde bir çaycıyı canlandırırken şimdi sezonun gözde oyuncularından biri oldunuz. Bu kadarını hayal eder miydiniz?
- Dediğin gibi ‘Kapalıçarşı’da dış kapının mandalıydım ama tiyatro yapıyordum, oyunculuğun içindeydim. ‘Medcezir’le popülerliğe ulaştım. Ardından çok benzer rol geldi. Ama kendimi ve canlandırdığım karakterleri insanların eline oyun hamuru olarak vermek istemedim. Doğru projeyle izleyiciye, “Bu çocuk oyuncudur” dedirtmek istedim. Çünkü bu işe ciddi bakıyorum. Ben 100 metre koşucusu değil, maraton koşucusuyum. Bu sebeple zihnen ve bedenen sağlıklı kalıp önüme baktım.
Peki hiç izlemeyenler için karakterinizi nasıl anlatırsınız?- Nasıl izlemediler ya! İzlediler! (Gülüyor)
O zaman şöyle sorayım, Türk televizyon tarihinde ilk kez başrolde otizmli bir karakteri izliyoruz. Senaryoyu elinize aldığınızda gözünüz korktu mu? - Hayır. Yapım şirketine, “Allah’ın emri peygamberin kavliyle ben bu çocuğu sizden istiyorum. Başkasını seçerseniz de, hasta ve yakınlarıyla çalışsın, yönetmen ve senaristlerle değil. Çünkü o çocukları, ailelerini, komşularını kırmaması gerek” dedim.
Siz öyle mi hazırlandınız? - Shakespeare ne kadar doğru söylemiş, “Elini kolunu havalara savurma, ölçüsünde tadında bırak her şeyi” diye. Her şey net ve abartısız olmalıydı. Bu sebeple otizmlilerle buluştum, evlerine gidip odalarına girdim. Bir araya geldiğimizde hiç konuşmadan durup sustum, fazla göz teması kurmadım, onları gözlemleyeceğim diye dik dik bakmadım. Ya rahatsız edersem düşüncesiyle yanıp tutuştum. Ortamlarında adeta bir bitki, nesne gibi durarak onları izledim.
Kan göremem, dizide gördüklerin vişne suyu Neler hissettiniz?- İyi durumda olanlar gibi çok zor durumda olanlar da var. Çoğu kez boğazım düğümlendi, gidip bir köşeye ağlayabilecek kıvama geldim. O kadar hassas bir mevzu ki. Ama çok naif, hassas, özel ve çok güzeller. Ayrıca araştırdıkça bazı insanlara ulaşıp konuştum. Okudum. Çalıştığım şeyleri oyuncu koçuyla yoğurdum. O çocuklardan çok şey öykündüm ama kimseyi kırdığımı düşünmüyorum.
Canlandırdığınız karakter Savant sendromlu. Nedir otizmden farkı?- Otizmin farklı seviyeleri var. Savant sendromu çok az görülüyor. Kısaca kişinin bir konu hakkında özel yeteneklere sahip olması. Beyninin bir tarafını hiç kullanamazken diğer tarafını tamamen kullanıyor.
Kan görünce bayılıyormuşsunuz. Doğru mu? - Evet, kan göremem. Mesela yeni bıçak aldım, jilet gibi, geçenlerde parmağıma battı. O an kendimi yere attım, çünkü biliyorum düşüp bayılacağım. Kız arkadaşıma, “Tatlı ne varsa getir” dedim. Onları yedikten sonra ancak müdahale edebildik.
E dizide zor olmuyor mu?- Hakan, bu bir dizi! Orada kanla bir işimiz yok. Gördüklerin şurup, vişne suyu, ben onları yerim ya! (Gülüyor).
Dersimlisiniz. Orada nasıl bir hayatınız vardı?- Harikaydı. Kerpiç evleri olan gerçek bir köydü. Müthiş arkadaşlarım vardı. Ne öğrendiysem onlardan öğrendim. Sonra kışları okumaya İstanbul’a gelmeye başladım.
Peki nasıl bir aileniz vardı? - Babam kasap, annem ev hanımı. Bir abim var. Ailem ben doğduktan sonra bir süre işleri sebebiyle yurtdışında yaşadı. Ben de o süreçte top gibi sektirildim.
Nasıl yani?- Yazları babaannemle köye gidip bakkal dükkânında çalışırdım. Sonra İstanbul’a dönüp kışın Halıcıoğlu’nda anneannemle yaşıyordum.
Peki siz anneannenizleyken abiniz nerede?- Abimle uzun yıllar birbirimizi görmedik. Aramızda sekiz yaş var. Beni ilk gördüğünde dört yaşımdaymışım.
Neden birbirinizi görmeden büyüdünüz?- Anne ve babamın aileleri birbirlerine biraz uzak. Birimiz anneanneyle, birimiz babaanne ve amcalarla kalıyorduk. Yani ayrı ailelerde gibiydik, birbirimizi göremedik. Hatta çocuk kafasıyla abim bana kızgınmış. Beni ilk gördüğü anı, “Kıvırcık, çok tatlı bir şeydin, seni o anda çok sevdim” diye anlatıyor. Sonra bu yaşananları bir mecburiyet olarak kabul ettik ve birbirimizi çok sevdik.
Bunlar yaşanırken anne ve babanız hâlâ yurtdışında mıydı?- Döndüler ama dönem ve hayat şartlarından dolayı anneannemle yaşamaya devam ettim. Yaşadıklarım bana hiç zorluk olarak görünmüyor. Çünkü anneannem koruyucumdu.
Anneanneniz görebildi mi oyuncu olduğunuzu?- Beni tiyatroda gördü. Alzheimer hastasıydı. Ona “Anne” derdim. Bir oyunuma götürdüm, “Anne sen burada otur, kalkma, ben sahnede olup sana bakacağım” dedim. Oyun bittikten sonra salon boşalmıştı. Garibim orada bıraktığım gibi, tek başına sahneye bakıyordu. Çocuk gibi oluyorlar, çok zor bir şeydi.
Peki Dersim’e arada gidiyor musunuz?- Yıllar önce bir filmin çekimleri için o tarafa gitmiştim, köye de uğradım. Kimse kalmamış, arkadaşlarım gitmişti. Oysa eskiden çok güzeldi, köyün köprüsünde gençler buluşurdu.
Boy, pos, yakışıklılık ekranda ne kadar etkili?- Çok. Ekran güzeli sever ama bir de işin yürek kısmı var. Tek başına kaşının gözünün güzelliğiyle bu işler olmaz.
Siz yürekten mi güzellikten mi ilerlediniz? - Ben de güzelim ya, neden öyle söylüyorsun!
Yanlış anladınız. Bize öğretilen bir jön kalıbı var ya, kaslı vücut, renkli gözler, uzun boy... Siz başrol olarak o algıyı kırdınız sanki? - Bunda öncü olduğumu ve bunun bir başarı olduğunu düşünüyorum. Artık yapımcı ve televizyoncuların kafası değişecek, “Biz bu çocuklardan da bir deneme çekimi alalım, çok iyi, ateş parçası bunlar. ’Mucize Doktor’da bunu yaptılar, biz de yapabilir miyiz?” diyecekler.
Apolitik misiniz?- Değilim, gündemi takip ederim. Ama Türkiye’de pek politika konuşmak istemiyorum.
Genç bir oyuncu olarak iyi bir gözlemcisiniz. Toplumu nasıl gözlemliyorsunuz?- Bu toprakların biraz dertli olduğunu düşünüyorum. Çok güzel ama aynı zamanda çok zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Sular hiç durulmuyor. Mesela bir İskandinav ülkesinde bizim kadar çalkantı yok. Bizde ise çok fazla ve bunlar hiç bitmiyor. Tarih boyunca iyi şeylerin hep bir şekilde önüne geçilmiş. Haliyle ülken adına üzülüyorsun.
Peki RTÜK’ün dijitale dahil olması ve sansürler size ne hissettiriyor?- İzleyici olarak nasıl üzülüyorsanız, benim de sansürlere içim parçalanıyor. Televizyonda silahlar patlıyor, kadınlar dövülüyor, bunlardan etkilenmeyip sigaradan mı etkileneceğiz? Ben bu durumda bir sigaradan veya bir öpüşme sahnesinden etkileneceğimizi düşünmüyorum. Aslında burada neyin yasak olup neyin yasak olmadığı anlaşılmış değil. O yüzden böyle bir hikâyede nasıl mutlu olabilirim! Sadece üzülüyorum ama umudum var, bir şeylerin düzeleceğine inanıyorum.
Türküleri biliyor olmama şaşırmayınSemaver Kumpanya’da yarı müzikal bir oyunda oynuyordum. Müzikler banttan çalmasın, biz söyleyelim dedik. Bir süre sonra olay büyüdü, yaptıklarımızı çekip YouTube’a koyduk. WhatsApp grubumuzun adı ‘Barabar’dı. Tınısını sevdiğimiz için isim öyle kaldı. Ben vokalim, Batı yorumlarında türkü söylüyorum, sözü incitmeden, müziği değiştirerek. Dersimli ve Alevi bir aileden geldiğim için bizde müzik hep vardı. Mutfakta ayrı, salonda ayrı radyo çalardı. Kulağımda hep türküler olurdu. Bu yüzden türküleri biliyor olmam benim adıma şaşılacak bir şey değil.
Bazen susmak gerekliTaner Ölmez aşkı bir kıvılcım olarak anlatıyor: “Sağını solunu görmüyorsun. Ben coşkulu bir adamım. Sevdiğim, âşık olduğum insanın peşinden nereye isterse giderim.” Kız arkadaşı oyuncu Ece Çeşmioğlu’yla sohbetlerinin ana konusunun da sanat olmadığının altını çiziyor: “Zaten çok konuşkan biri değilim. Bazen susmak gereklidir diye düşünüyorum.”