Güncelleme Tarihi:
Geçen hafta Sapanca’da kolları ve kuyruğu kesildikten sonra hayata tutunamayan yavru köpeğin o hali hâlâ gözünüzde, değil mi? Peki ya,
aynı gün ve sonrasında işlenen diğer işkence ve cinayetler? Çok uzun zamandır Türk Ceza Kanunu’nun hayvanları koruma altına almasını
istiyoruz. Zanlıların cüzi bir para cezasıyla kurtulmamasını ve hayvana yapılan her türlü eziyetin kabahat değil, suç sayılmasını...
İnsan-hayvan ilişkisi üzerine çalışan sosyolog Doç. Dr. Sezai Ozan Zeybek’le buluştuk, sözkonusu şiddeti masaya yatırdık...
◊ Sapanca’daki yavru köpeğin dramı her yerdeydi: Gazeteler, internet siteleri, sosyal paylaşım siteleri... Herkes şefkat yoksunluğundan söz ediyordu. Bizim Türkiye’de hayvanlarla nasıl bir ilişkimiz var?
- Bu tür görüntülere bakarak hayvanlara kötü davranan bir ülke olduğumuz ileri sürülebilir. Ama başka türlü ilişkiler kuran insanlar da hâlâ var. Üstelik bunlar genel kanının aksine sadece Cihangir yahut Moda gibi zengin muhitlerde yaşamıyor.
◊ Sizce bu şaşırtıcı mı?
- Türkiye gibi oldukça kutuplaşmış bir toplumda, hayvanlarla kurulan bu görece yakın ilişki ortak bir zemin yaratıyor. Hayvanlar karşısında takınılan tutum, Türkiye’deki bilindik kutuplaşma hatlarını tekrar etmiyor, başka kesimler yan yana gelebiliyor.
80 bin köpek öldü
◊ Bu dayanışma ağları ‘hayvan hakları’ kavramından önce de varmış, değil mi?
- Evet. Osmanlı şehirlerinde mahalle denen yer, insanlarla hayvanların bir arada yaşadığı bir alan. Bir mahalleye dışarıdan birinin gelmesi istenmiyorsa sorun yok. Ama ne zaman ki mahalleler arasındaki hareketlilik artmış, ticaret ve gece hayatı ortaya çıkmış, işte o zaman köpeklerin toplanması gerektiği konuşulmuş. İttihat ve Terakki döneminde (1910) yaklaşık 80 bin köpek toplanıp Hayırsızada’da, suyun bile olmadığı bir yerde ölüme terk edilmiş. Bu, çok kritik bir olay. Hayvanlara yapılan bu uygulamayla, insanlara yapılan uygulamalar arasında paralellik var.
◊ Nasıl bir paralellik?
- Bu olaydan sadece birkaç yıl sonra, bu defa Ermeniler toplanıyor, uzak bir yere gönderiliyor. Karar veren kadrolar aynı. Çeşitli şiddet araçları, doğum kontrol yöntemleri, ıslah ve kapatma usulleri hayvanlar üzerinde deneniyorsa, bilin ki bir noktada insanlara da uygulanabilir.
◊ Peki bugün artan şiddetin temelinde ne var?
- Önce şunu söylemek lâzım: Bunlar hepimizde endişe uyandırması gereken emareler. ABD’de seri katillerin önemli bölümü kariyerlerine hayvanlara işkence edip öldürerek başlamış. O yüzden bazı ülkelerde çocuklar ve gençler bu tarz şiddet eylemlerinden sonra takibe alınıyor. Ancak devletlerin insanları bu şekilde kayıt altına almasına dair çekincelerim de var. Sapanla kuş avlamak, karınca ezmek, sineği kavanoza kapatmak gibi daha yaygın zulümler çocuklarda görülebiliyor. Bunların, bilgilerin sızabileceği bir arşivde durması sakıncalı. Ayrıca böyle bir kayıt kişileri kriminalize etmeye neden olur.
◊ Ama ‘artan şiddet’ sözüne de itirazınız var galiba...
- Doğru; bir-iki olay arka arkaya dizilince ister istemez bir ânda böyle bir artış hissi oluşuyor. Ama yıllara göre artış olduğunu söylemek için güvenilir sayılara ihtiyaç var. Belki de insanların dikkatini çekmek için bu olayların bu şekilde kullanılması gerekiyor. Ama benim hissim daha ziyade şu: Sürekli infial yaratmaya yönelik bir üslûpla sunulan olaylar, hafızamızı aslında zayıflatıyor. Her şeye tepki vermeye çalışmanın aşındıran bir tarafı var. Siyasetin alanı daralıyor. Bir de büyük sonuçlara varmak için, bu olaylar sıçrama tahtası olarak kullanılıyor. Yani vaka, söylenmek istenene kılıf ediliyor: “Toplum bozuldu, insanlar manyak, güvenlik şart vs.” gibi.
◊ Bu olaylar karşısında ne dendiğinde siyasetin alanı genişler?
- İkinci itirazım zaten bununla alâkalı. Türkiye’de ve her yerde milyarlarca hayvana her gün sistematik olarak şiddet uygulanıyor. Mesela biri, “Köpeklerin boğazını kesmek için birkaç ay besliyorum” dese ruh hastası olduğunu ve hapse girmesi gerektiğini düşünürüz. Oysa etinden sütünden faydalanılan hayvanlara yapılan tam olarak bu! Kedileri çok seviyorsunuz diyelim ama kedi mamalarının içinde ne olduğunu biliyor musunuz?
◊ Sormaya korkuyorum.
- Yumurta veremeyecek erkek civcivler eziliyor ve kedi-köpek maması oluyor. Hayvan haklarından bahsedip, sonra da çok sevdiğimiz köpeklere bu yemeği veriyoruz. Yani merhametimizde seçiciyiz. Bu son zamanlarda gazetelere yansıyan canice hikâyeler, endüstriyel hayvancılıktaki sistematik şiddeti bize unutturmamalı. 20 yıl ömrü olan hayvanları en kötü koşullarda birkaç ay yaşatıp sonra öldüren bir toplumda yaşıyoruz. Hiddetimiz, sadece köpeğe tecavüz eden adama yönelmemeli. Eğer mesele burayla sınırlı kalırsa, aramızdaki ‘kötüleri’ ayıklayıp kendimizi iyi insanlarmış gibi hissetmekten başka bir kazanımımız olmaz. Bu da bence siyasetin alanını daraltan bir hamle.
◊ ‘Kuyu’ köpek konusunda da böyle bir toplumsal birleşme olmuştu. Türkiye’de hayvan konuları ideolojileri aşarak siyaset üstü bir noktaya çıkabiliyor.
- Evet, kutuplaşmaları aşabiliyor gerçekten. Sadece hayvan değil. İklim değişikliği, ekmek, su, hava kirliliği... O parti yahut bu partinin adını anınca bilindik kamplaşmaların içine düşüyoruz. Ama mesela ekmeğin içindeki kimyasallardan bahsettiğimizde ortak bir noktadan hareket etme imkânı doğuyor. Başka bir sürü mevzuya değmek de mümkün. Bu hatlardan konuşsak çok daha birleştirici bir siyaset çıkar ortaya.
Canlıları öldürmeden yaşamak henüz mümkün değil maalesef. Böyle bir et tüketme alışkanlığı, dünyanın hemen her meselesine değen bir sorun...”
İş ‘Ben hayvan yemiyorum, çok iyi bir insanım’ demekle bitmiyor
◊ Şiddetsiz bir toplum mümkün mü?
- İşte bu, çok mayınlı bir mesele. Ama kısaca söylemek gerekirse hayır, canlıları öldürmeden yaşamak henüz mümkün değil. Böyle bir et tüketme alışkanlığı, dünyanın hemen her meselesine değen önemli bir sorun. Geçen hafta Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda hayvan hakları oturumuna davetliydim. Bu konuda çalışan dünyaca ünlü Philip Wollen konuşmacılardan biriydi. Söylediklerinin çok büyük bölümü de doğruydu. Kafesler, işkence, sağlık, iklim değişikliği, sömürü... Ama bir noktada, her gün aynaya bakıp mutlu olduğunu, vicdanının temiz olduğunu, kendisi yüzünden hiç hayvan ölmediğini söyledi. Bu her anlamda çok sorunlu bir ifade.
Solucanlar hayvan değil mi?
◊ Neden?
- Tarım yaparken hayvanların öldüğünü görmezden geliyor. Böcek ilaçları yüzünden kuşlar, fareler, tavşanlar, köstebekler ölüyor. Açılan her tarım arazisiyle bazı canlılar yaşam alanını kaybediyor. Kendisi bahsettiğim konuşmaya uçakla gelmiş. Plastiklerle çevrili bir dünyada yaşıyor. Yaşıyoruz. Kuşların karnından çöpler çıkıyor, yağ dokularımızda mikro-plastikler birikiyor. Böyle bir temiz vicdan yok.
◊ Yani şiddet her yerde...
- Şiddetsizlik diye anılan sadece belli hayvanlara yönelen, yine son derece sınırlı bir merhamet. Böcekler dahil değil mesela. Onların kanı akmıyor; insana benzetebileceğimiz sesler çıkarmadan ölüyorlar. Solucanlar kıvranırken acı çekmediklerini nereden biliyoruz? Bitkiler de mazhar olamıyor bu şefkate. Özetle dediğim şu: Olabildiğince az hayvan ürünü içeren bir diyete geçmek iyi olur. Ancak ölümle çeşitli usullerle barışmak, insana bu kadar anlam/misyon yüklememek, yani kendi yerini bilmek önemli meziyetler.
◊ Dolayısıyla şiddetin sınırı ve derecesi hakkında mı konuşmalıyız?
- Evet, iş, “Ben hayvan yemiyorum, çok iyi bir insanım” demekle bitmiyor. Yemeseniz daha iyi, o ayrı. Hukuk, ahlak, din ve benzeri oluşumlar, insana haddini bildirmek, sınırını belirlemek için var olagelmişler. Fakat bugün insanlar dahil, dünyadaki varlıkların çoğu, azınlıktaki bir grubun şaşaalı hayat sürmesi için ihlal ediliyor diye düşünüyorum. Adalete dair, haddimizin ne olduğuna dair yeniden konuşmamız gerekiyor.
◊ Nasıl konuşabiliriz peki bu konuda? İnsan hakları veya hayvan hakları yeterli değil mi?
- Bence yaşam alanlarından bahsetmemiz lazım. Eğer belli bir yerdeki insanların ağaçlarını kesersen, derelerini kurutursan, hayvanlarını yok edersen insanların haklarını da koruyamazsın! İnsanın çevresiyle, diğer varlıklarla, taşla ve toprakla organik bağları var. Mesele, yaşam alanlarını korumak!
Zoofilinin ülkemizde nispeten sık rastlanan cinsel sapmalardan biri olduğunu düşünüyorum
Psikiyatrist – Psikoterapist Prof. Dr. Ercan Özmen
Türkiye’de zoofiliyle ilgili kapsamlı bir araştırma yok. Zekâ düzeyi ortalamanın altında ve eğitim düzeyi düşük olan erkeklerde daha sık görüldüğü biliniyor. Zoofilinin tanısı şu: Bir cinsel partneri olduğu halde, altı aydan daha uzun süre hayvanlarla cinsel ilişki, deneyim veya fantezilerinin sürmesi. Dolayısıyla hayvana tecavüz olgularının çoğunda zoofili değil, davranım bozukluğu veya antisosyal kişilik bozukluğu bulunuyor. Bu kişilik bozukluklarında kurbanlar, hayvanların yanı sıra insanlar da oluyor, bu grup, toplum için daha ciddi bir tehlike oluşturuyor. Kendi klinik deneyim ve gözlemlerimden yola çıkarak zoofilinin ülkemizde nispeten sık rastlanan cinsel sapmalardan biri olduğunu düşünüyorum. İnternette konuyla ilgili forum ve gruplarda çok sayıda kişinin deneyim ve fotoğraf paylaşımında bulunması da bu gözlemi destekler nitelikte.
SON 10 GÜNDE NELER OLDU?
◊ 14 Haziran: Kadıköy Moda’da mahallelinin baktığı ‘Gece’ isimli köpeğe tecavüz edildi. Birkaç gün sonra yakalanan zanlı serbest bırakıldı, Gece sakat kaldı!
◊ 15 Haziran: Çanakkale’nin Lapseki ilçesinde, hırsızlar çaldıkları üç gebe ineği silahla vurup öldürdü. İç organlarını çıkarıp, etlerini ve yavrularını aldı.
◊ 16 Haziran: Zonguldak’ta boynuna ip geçirilmiş köpek ölüsü sahile vurdu.
◊ 17 Haziran: Yine Sakarya’da yavru köpeğin ayağı asitle eritildi. Adana’da yavru kedi cesedinin başı yoktu. Sakarya’da beş yavru köpek zehirlenerek öldürüldü. Kadıköy Rüstempaşa Mahallesi Recaizade Sokak’ta bulunan apartmanın güvenlik kamerasına yansıyan görüntülerde, bir binanın girişinde yatan köpek dakikalarca dövüldü.
◊ 18 Haziran: Fatih’te derisinin büyük bölümü yüzülerek öldürülmüş bir kedi bulundu.
◊ 19 Haziran: Eyüp’te üç aylık yavru kediye tecavüz edildi, kedi iç organlarının parçalanması nedeniyle öldü.
◊ 20 Haziran: Bursa’da kaldırım üzerinde dört ayağı kesilmiş yavru kedi ölü bulundu.