küçük İskender: ÇIRILÇIPLAK ŞİİR

Güncelleme Tarihi:

küçük İskender: ÇIRILÇIPLAK ŞİİR
Oluşturulma Tarihi: Temmuz 07, 2019 08:00

Şair Haydar Ergülen, küçük İskender’in vefatının ardından okurlarımız için bir yazı kaleme aldı: “1990’lardan başlayarak yazılan şiirde büyük payı vardır ve şiirimizin en büyük adlarından biri olarak daha da olacaktır. Nâzım Hikmet nasıl 20’nci yüzyılda Türk şiirinin temsilcisiyse, o da 21’inci yüzyıldaki temsilcisidir.”

Haberin Devamı

Tam da 80’den hemen sonra, her anlamda kendi içimize çekilmeye başlamışken çıkıp gelen bir ‘şiir serserisi’ oldu İskender. Bunu hem kitabı ‘Teklifsiz Serseri’ (2006) hem de ‘sokak serserisi’ deyimine atıfla kullanıyorum. Fakat böyle efendi bir serseri de görülmemiştir! Şiirlerinde, edebiyata dair olduğu söylenen ‘edeb’i, egemen ahlakın tahakkümüne, otoritenin diline, insanın doğallığını baskılayan sistemin mekanizmalarına karşı yeni bir kavrayışla yorumladı ve her anlamda insanın özgürlüğünü önceleyen bir şiir yazdı. Ne yazdıysa bu özgürlük arzusuyla yazdı aslında. Çırılçıplak, sipsivri, kıpkızıl bir şiir yazdı.

İskender’i düşünmek, bir mucizeyi anlamaya çalışmak gibi. Şiirin ilk doğuşu, şafağı, tanyeri, kızıllığı, yeryüzünün ıssızlığı gibi zamanlar ve görüntüler geliyor aklıma. Hangi bulut getirip bırakıyor, hangi nehir kıyıya sürüklüyor, hangi dağ coşup yanıyor ki şiir adlı ilk çocuk da onlardan dünyaya geliyor. Bir yaratılış, bir patlama anı gibi.
küçük İskender adlı mucizeyi hemen her kitabında yeniden düşledim, bilmeye çabaladım, yine de çözemedim, belki de çözülemezdi, yeniden okumak en iyisiydi. Öyle yaptım. Şiir tümüyle bilinebilir olsaydı şiir olmazdı belki de. Şair de öyle. Hem yalnızca şiir okumayız bir şairi okurken, ondan kimi şeyler de öğreniriz. Şiirin kaynağı, doğası gibi. İskender’in şiiri okurda bu ilgi ve merakı da uyandırır.
Aykırı olanın başına
ne geldiyse onun başına da o geldi
Şair efsanelerinin biri de, şiirin kendisiyle başladığını düşünmektir. Çocuksu bulunabilir, düşsel gelebilir, gülümsetir. Ama efsane olması hiç olmayacak anlamına gelmez. Bazen şiir bir şairle yeniden başlayabilir. Şiirde dönemeçler bunun için vardır. Nâzım Hikmet devrimi ya da dönemecinin şiirimizde yol açtığı kırılmayı ve başlangıcı düşünün. Cumhuriyet dönemi şiirimiz, yani modern şiir Nâzım Hikmet’le kendini yeniler, öncüsünü, sürdürücüsünü bulur, ve Yahya Kemal’in, Ahmet Haşim’in girişimleri, Nâzım Hikmet’te karşılığını, şairini bulur. Çünkü Nâzım Hikmet şiiri yeni çağın icaplarını da gözeten yeniliklerle gelmiştir, şiiri geliştirmiştir. Aynı zamanda şiiri bir ‘zümre sanatı’ olmaktan kurtarmış, tüm okur katına yaygınlaştırmıştır. Sanılır ki Nâzım Hikmet şiiri yalnızca işçi sınıfı için yazmıştır, onun siyasi emellerini gerçekleştirme yolunda kullanmıştır. Aksine, Nâzım Hikmet, şiiri bir sınıf ve zümre sanatı, zevki olmaktan kurtarmıştır.
Nâzım Hikmet şiirinin hem çok ilgi uyandırdığı hem de çok tepkiyle karşılandığı, bunun da hem politik hem poetik nedenleri olduğu bilinir. küçük İskender’in şiirlerinin 1985’te Memet Fuat tarafından Adam Sanat dergisinde yayımlanması da şiirimizin önemli dönemeçlerinden biri oldu. Ardından ‘Gözlerim Sığmıyor Yüzüme’ adlı ilk kitabının 1988’de yayımlanmasıyla, küçük İskender büyük şiir yolculuğunun sayfalarını çevirmeye başladı. O da Nâzım Hikmet’e benzer biçimde, hem çok tutuldu hem de çok yadırgandı. Nâzım Hikmet şiirlerinden çok, komünist olduğu ve bunu açıkça söylediği, küçük İskender de eşcinsel olduğu ve bunu hiç saklamadığı için, yalnızca karşıtlarından değil, kendileriyle aynı tarafta olanlardan da tepki gördü. İkinci Yeni şiirinin de ‘bireyci’ olarak suçlanması gibi.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından 80 kuşağı ya da 80’ler şiiri olarak anılan şiirde, ‘geç 80’ler’de ortaya çıkan küçük İskender’in farkı neydi peki? Neden çıkışıyla birlikte hem övgüyle hem yergiyle karşılaşmıştı? Yeni, alışılmadık, farklı, aykırı olanın başına ne geldiyse onun başına da aynısı gelmişti. Her zaman böyle miydi bu peki? Bizim şiirimizden örnek vereceksek, bir kezliğine hayır. Bir kezliğine toplum ve şiir toplumu, yazılan bir şiiri yazılmakta olduğu anda sevdi, benimsedi, okudu, paylaştı, ezberledi, tekrarladı, hatta aforizma haline getirerek kullandı. Yıl 1941’di, o şiirin adı da kendi de ‘Garip’ti! Ama garip kalmadığı gibi günümüzde de hem okunan hem de yeniden üretilen bir şiir oldu. Şiirdeki tabuları yıktı, şiiri neredeyse tersine çevirdi, altını üstüne getirdi, çocuksu bir eda, masalımsı bir büyü kattı. Sanki şehre bir sirk gelmiş gibiydi, sevindirdi, eğlendirdi, sonra da çadırını, oyuncularını toplayıp gitti. Ama giderken de geride kendisini seven, özleyen, onun gibi olmak isteyen pek çok insan bıraktı. Tarihte ve şiirde böyle anların yaşandığı olur. Ama bir kezliğine!
Nâzım Hikmet ve küçük İskender’i, ilk yayımlandıkları tarihlere bakarak 60 yıl sonra buluşturan, ortaklaştıran şey neydi? İkisinin de tabu kırıcılar olması öncelikle. Hem düşüncede ve eylemde hem de şiirde. Kışkırtıcılıkları, cesaretleri, toplumu ilgilendiren konular başta olmak üzere, bireyin sorunlarını da genel ahlak kurallarına ve geçerli yasalara aldırmadan dile getirmeleri, bunu topluma karşı olmak için değil, aksine doğal olanı toplumla buluşturmak için yapmaları, insanları sistemden, düzenden, kapitalist ilişkilerden, yasaklardan, baskılardan, sınırlardan uzaklaştırmak, kurtarmak için kışkırtıcı bir dil kullanmaları ve bunu yaparken bireysel özgürlükleri de toplumu özgürleştirme çabalarının hizasına koymaları. İnsanın özgürlüğünden ekonomik özgürlüğe, aşk özgürlüğünden cinsel özgürlüğe, büyük bir alanda şiirleriyle, yazılarıyla, eylemleriyle öncülük etmeleri.
Toplumun uzaklarına, sınırda olanlara, uçtakilere açtı şiirlerini
Bunların hepsi şiire dahil mi diye düşünülebilir, bence dahildir. Zira yapıtı yazarından, şairinden tümüyle soyutlayıp onu yalnızca bir metne indirgeyen anlayışla alımlanamayacak dönemler, toplumlar, yazılar, şiirler vardır. Şiiri ne siyasadan, ne toplumundan ne şairinden hatta ne de okurundan bağımsız, ayrı düşünmenin mümkün olmadığı hallerdir bunlar. Siz öyle okunmasını isteseniz bile! Hep o şiirin arkasında durana bakılır, merak edilir, sorulur ve ‘şairin hayatı şiire dahil’ denir sonunda. Öyledir de. Şair hemen her zaman çocukluk yurdundan yola çıkar ve yaşamından düşüncelerine, okuduklarından gördüklerine her şey bir izlenim olmaktan çok bir deneyim olarak şiirlerinde belirir. Bazen geçmişin anılarını ağırlar şiirinde şair, çoğu zamansa geleceğin anıları dediğimiz düşlerini.
küçük İskender şiiri, yalnızca çocukluğunu, anılarını ağırlamakla kalmadı. Nâzım Hikmet’in hiç bilinmeyen Şeyh Bedrettin’i ağırladığı gibi, o da toplumun uzaklarına, sınırda olanlara, uçtakilere açtı şiirlerini. Nâzım Hikmet’in 1941’de yazdığı ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’, nasıl I. Dünya Savaşı başında memleketin haleti ruhiyesinin derinlikli şiiriyse, İskender de darbe sonrası Türkiye’deki insan savrulmaları, dağılmaları, parçalanmışlıklarına değgin geniş, kapsamlı ve cesur bir şiir yazdı.

küçük İskender: ÇIRILÇIPLAK ŞİİR

Tam da 80’den hemen sonra, her anlamda kendi içimize çekilmeye başlamışken çıkıp gelen bir ‘şiir serserisi’ oldu İskender. Bunu hem kitabı ‘Teklifsiz Serseri’ (2006) hem de ‘sokak serserisi’ deyimine atıfla kullanıyorum. Fakat böyle efendi bir serseri de görülmemiştir! Şiirlerinde, edebiyata dair olduğu söylenen ‘edeb’i, egemen ahlakın tahakkümüne, otoritenin diline, insanın doğallığını baskılayan sistemin mekanizmalarına karşı yeni bir kavrayışla yorumladı ve her anlamda insanın özgürlüğünü önceleyen bir şiir yazdı. Ne yazdıysa bu özgürlük arzusuyla yazdı aslında. Çırılçıplak, sipsivri, kıpkızıl bir şiir yazdı.
küçük İskender: ÇIRILÇIPLAK ŞİİR

İskender ‘uyumsuz’ değil, ‘uygunsuz’du ve bu bir bilinç eylemiydi
‘Şiir serserisi’ydi çünkü, şiirden başka bir iş tutmadı! Şiire tümüyle adanmış bir yaşamdan, bedenden ve ruhtan söz ediyoruz. İskender’de başka her şey, hatta varlığına dair şeyler bile, şiirin yanında ikincil kalır. ‘Şiir için yaşadı’ saptamasının, tereddütsüz söylenebileceği ve hemen onun adını çağrıştıracağı ilk şair de odur. Bu nedenle onu herkesten, hepimizden ayrı tutuyorum. Hepimizin sistem içinde az çok bir yeri, düzenle ilişkisi varken, İskender’de bunların hiçbiri yoktu, önemi de yoktu zaten. Şiir toplum için gereksiz görülür, tehlikeli görünür ama gereklidir ve elbette sistemi de uyaracak, uyarı çanları çalacak birileri, biliciler, seziciler, uygunsuzlar da şarttır. İskender ‘uyumsuz’ değildi, ‘uygunsuz’du. Ve bu onda bir bilinç eylemiydi.
Öncüydü, yeniydi, çalışkandı, başına değil şiirine buyruktu. Şiirden çok şey aldı ama çok şey de verdi, aldığından kat kat fazlasını verdi 35 yılda. Şiirin bir etkilenme ve etkileme sanatı olduğunun da en doğru karşılıklarından biriydi. Orhan Veli, Attilâ İlhan, Can Yücel gibi şiiri sevdirenlerden, yaygınlaştıran biri de oldu, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Ece Ayhan gibi çekinilen, yargılanan, kargışlanan biri de. Pek çok şiir ödülünde birlikte seçici kurullarda yer aldık, birlikte ya da ayrı olarak yer aldığım kurullara gelen şiir dosyalarının yarısına yakını, ondan alıntılarla yazılan ya da ona bağlılıklarını itiraf eden şiirlerle doluydu. Katıldığımız etkinliklerde genç okurların İskender şiirine olan ilgisi hepimizi sevindiriyordu. 1990’lardan başlayarak yazılan şiirde büyük payı vardır ve şiirimizin en büyük adlarından biri olarak daha da olacaktır. Nâzım Hikmet nasıl 20’nci yüzyılda Türk şiirinin temsilcisiyse, küçük İskender de şiirimizin 21’inci yüzyıldaki temsilcisidir.

BAKMADAN GEÇME!