Güncelleme Tarihi:
Yıl 2019. Bir grup gazeteci Hatay gezimiz sırasında Medeniyetler Evi’nde ağırlanmış, Antakya Medeniyetler Korosu’nun bir grup üyesiyle yan yana oturmuş, söyledikleri türküleri, ilahileri dinlemiştik. İçlerinde Müslümanlar da vardı, Hıristiyanlar, Yahudiler de… Farklı inançların, medeniyetlerin var olduğu bu kadim şehrin bir arada yaşama kültürünün belki de en güzel örneğiydi 200 kişilik koro. Şef Yılmaz Özfırat her sorumuza birçok Hataylı gibi söze “Baş tacı” diyerek başlayıp karşılık veriyordu.
6 Şubat depremleri sonrası şehir yerle bir olurken koro da yedi üyesini kaybetti. Geriye kalanların birçoğu farklı illere dağıldı. Şimdi konser vermeye hazırlanıyorlar. Bu kez yola depremden etkilenen 11 il için düşecekler. Onları ‘baş tacı’ etme sırası şimdi bizde... İzmir’de bir dostunun 3-4 aylığına kendisine tahsis ettiği evde yaşamını sürdüren şef Yılmaz Özfırat’la konuştuk.
Antakya Medeniyetler Korosu özel bir topluluk. Okuyuculara nasıl kurulduğunu hatırlatarak konuşmaya başlayalım mı?
Koroyu Hatay’daki farklı dinlerin, farklı medeniyetlerin bir arada yaşama kültürünü insanlara göstermek için 2007’de kurdum. Türkiye’de ve dünyada 1.500’den fazla konser verdik. Avrupa Parlamentosu’nda, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda, Cudi Dağı’nda… Koro üyelerinin hiçbiri müzik insanı değil. Aramızda doktor, avukat, imam, papaz var… İster Yahudi, ister Hıristiyan, Müslüman olsun, hepimiz tek bir Allah’ın kuluyuz, bunu göstermeye çalışıyorduk.
Meslekler, dinler farklı ama amaç bir, değil mi?
Antakya öyle ilginç bir yerdir ki; örneğin cuma günleri bir Müslüman kardeşimiz namaza giderken dükkânını kapı komşusu bir Yahudiye teslim eder, kapatmaz. Bir Yahudi cumartesi günü Şabat’a giderken keza aynı şekilde… Düşünün, iki çocuk aynı okula gidiyor, sonra biri imam, biri papaz olabiliyor. Biz de bu kadim toprakların hoşgörü ve toleransından yola çıkarak bu koroyu oluşturduk. Hep şu mesajı verdik: Bakın bu kadar savaşa, gözyaşına gerek yok. İnsanlar bir arada yaşayabiliyorlar. Kudüs’teki konserimizi İsrailliler ve Filistinliler birlikte izledi… 6 Şubat sabahına kadar kendimizi mutlu addediyorduk.
Deprem olduğunda neredeydiniz?
Ben biraz şanslıyım. Şöyle ki; kızım Kıbrıs’ta Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde okuyor. Final dönemi olduğu için eşimi onunla ilgilenmesi için kızımın yanına göndermiştim. Biz erkeklerin eşler evde olmadığı zaman büyük bir kaçamağımız vardır. Televizyonun karşısında kanepede uyuruz. O gece saat 4.17’de deprem alttan vurdu, çok güçlüydü, beni kanepeden fırlattı. Dolap vardı, düştü. Ben araya sıkıştım. Orada sekiz saat geçirdim. Beni, merak edip evimizin önüne gelen korodan arkadaşlar çıkardı.
O sekiz saat boyunca ne düşündünüz?
Artık yolun sonunda olduğunuzu düşünüyorsunuz. Sevdikleriniz, yaptığınız işler, helalleşemediğiniz insanlar gözünüzün önüne geliyor. Ve bunlar büyük bir travma yaratıyor. Eksik kaldığını düşünüyorsunuz. Ama bir yandan çığlıkları duyuyorsunuz. Beni çıkardıklarında üzerimde tişört ve eşofman vardı. Yalınayaktım. Dışarıda ciddi bir yağmur yağıyordu. Herkes beni kenara çekmeye çalıştı ama ben “Hayır” dedim, “bırakın, bunu yaşadığımı hissetmek istiyorum”. Fakat sonra gördüğüm manzara karşısında böyle hissettiğim için utandım. İnsan şükretmeye utanıyor.
Şimdi o günler aklınıza geldiğinde ne hissediyorsunuz?
Kızgınlığım geçti ama kırgınım. Kime kırgınsınız diye sorarsınız kim üstüne alınıyorsa ona kırgınım. Üç gün kimse yoktu. Geceleri ‘The Walking Dead’ dizisi gibiydi ortalık. Herkes kendi derdine düşmüştü. Düşünün, dünyanın dört bir yanında konser vermişsiniz, ben Yılmaz Özfırat olarak, üçüncü günün sonunda camı kırık bir eczaneye girip ilaç ‘çalmak’ zorunda kaldım. Yüksek tansiyon hastasıyım. Bunun utancını size anlatamam. Ama bu utancın kendi adıma olduğunu düşünmüyorum açıkçası.
Korodan yaşamını yitirenler var...
Yedi arkadaşımız vefat etti, yakınlarını kaybedenler oldu. En son 6,4’lük depremin ardından Hatay’dan çıkmak zorunda kaldık. Şu an İzmir’deyim. Konserlere başlayacağız. Deprem gerçeğini insanlara hatırlatacağız. Bu arada ben bunu ‘2. Kurtuluş Savaşı’ olarak görüyorum. O dönem Nene Hatun’lar, Kara Fatma’lar vardı. Şimdi de bir sürü kadın var. Arayıp neye ihtiyacımız olduğunu soruyorlar. O yüzden hep söylüyorum, bu ülke ayakta kalıyorsa bu, kadınlarımız sayesinde...
Siz şehrin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Koronun şehirle çok fazla özdeşleştiğini görüyorum. Kim ararsa “O şehrin güzel insanları” diye başlıyor konuşmasına. O yüzden koroya büyük görevler düşüyor. Ortak kararımız yaşam şartları tekrar oluşana kadar dışarıda kalıp sonra memleketimize dönmek. Gelecekte dünyanın belki de en güzel şehri olacak. “Taş üstünde taş kalmayan bir yerde insanlar tekrardan bir şehir yarattı” diye dünya tarihine geçeceğiz.
2019’da Hatay’daydım. Ne kadar değerli anlar olduğunu şimdi anlıyorum. Deprem hayata bakışınızı nasıl etkiledi?
Benim hiç evim olmadı. Hep kiralık evlerde oturdum. Kazandığımı koroya yatırdım. Sponsoru bile olmadı koronun. Çünkü bunun bir halk hareketi olduğuna inandım… Ama depremde şunu gördüm: Bir evin içinde o kadar çok şeyiniz varmış ki! Anılarınız, 30-40 yıl boyunca biriktirdikleriniz gidiyor… 40 tane gömleğiniz varken şu an üzerimdeki hiçbir kıyafet bana ait değil. Hepsini başkaları aldı. Önceden kendinizi yangında ilk kurtarılacak dolaplar gibi zannederken bir bakıyorsunuz Hatay’ın en zengini ve en fakiriyle sıraya girip birilerinin size çorba vermesini bekliyorsunuz. Şimdi sadece bir evim olsun istiyorum. O kadar ilginç bir duygu ki bu… Her şeyinizi kaybediyorsunuz ya, o tapu belki size bir güvence veriyor. Diğer yandan bakıyorsunuz arkadaşlarınızın hepsi bir yerlere savrulmuş. Bu defa bir lider olarak güçlü durmanız gerekiyor. O yüzden, evet, yıkıldık ama ölmedik.
‘Biz bir aileydik’
Depremde yaşamını yitiren koro üyelerini Özfırat’tan dinledik...
Fatma Ablamız (Çevik) vardı mesela, bu kadar mı kibar bir kadın olur! Her çalışmamızda odama gelir, bir ihtiyacım olup olmadığını sorardı. Ahmet Abimiz vardı, emekliydi ama çalışmaya devam ediyordu. “Bir beyefendi mi arıyorsunuz, alın size Ahmet Fehmi Ayaz” derdim. Hakan Samsunlu kardeşim genç bir öğretmendi. Evlendirmeyi düşünüyorduk onu. Gizem (Dönmez) yine bekâr bir kardeşimdi, öğretmenlik yapıyordu. Samimiyetini gözlerinde görebilirdiniz. Pınar Aksoy devlet hastanesinde laboratuvarın başındaydı. Ne zaman bir şey olsa “Hocam, gel tahlillerini yapalım” derdi. Mehmet Özdemir emekli öğretmendi, iyi bir vatanseverdi. O kadar güzel künefe yapardı ki dışarıdan gelen misafirlerimiz onu künefeci sanıyordu. Müge Mimaroğlu enkazdan eşi ve 1,5 yaşındaki çocuğuyla birbirlerine sarılmış çıkarıldı. Oğlu koromuzun maskotuydu… Bizim her sene Kadir Gecesi iftarımız vardır. Medeniyetler Evi’nin bahçesindeki iftara Yahudiler ve Hıristiyanlar da oruç tutarak gelirler. 200 kişi ailelerimizle iftarımızı yaparız. Aynı şekilde Noel’de de bir araya geliriz. Evet, biz bir aileydik...