Güncelleme Tarihi:
Dünyaca ünlü yazar Alain de Botton, bize okulda her şeyi öğrettiklerini ama duygularımızla baş etmeyi öğretmediklerini söyler. Ne kadar doğru... Türk milleti duygusaldır, doğru ama kendi duygularımızla ne kadar barışığız ya da sevdiğimiz insanların duygularını ne kadar anlayabiliyoruz, bu tartışılır. Daha kısa süre öncesine kadar bu ülkede kendisini kötü hisseden biri terapiye gitmeye kalktığında ‘delirmiş’ gözüyle bakılırdı. Veya birine “Pek iyi görünmüyorsun, sen bir psikiyatra mı gitsen?” dediğinizde, “Ben deli miyim?” cevabını alırdınız. Hem de eğitim seviyesinden bağımsız olarak...
Bugünlerdeyse Türkiye, televizyon ve bilgisayar ekranlarından toplu terapi alıyor! Nasıl mı? Psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu fitili ateşleyen isim oldu. Kitaplarından uyarlanan yapımlar TV kanallarında ilgi odağı. İlk olarak ‘Hayata Dön’ adlı eserinden ilham alan ‘İstanbullu Gelin’ dizisindeki maço ve çok öfkeli bir erkeğin terapi sahneleri Türkiye’yi ekran başına çiviledi.
Son dönemde de ‘Madalyonun İçi’ kitabından uyarlanan ve bir kliniğe gelen hastaların hikâyelerinin anlatıldığı ‘Kırmızı Oda’ izlenme oranlarıyla dikkat çekiyor. Hemen ardından aynı kitaptan uyarlanan ‘Masumlar Apartmanı’ dizisi kelimenin tam anlamıyla patladı.
Bir de milyonlarca kez izlenen ve yine insan psikolojisini baz alan YouTube programları var. Bu programların kiminde ‘öteki’lerin hayat hikâyelerine şahit olarak gözyaşları içerisinde empati duygumuzu geliştiriyor, kiminde mutluluğun formülünü öğrenip kendimize yol haritası çiziyor, kimindeyse davranışlarımızın nedenlerini, bilinçaltımızı sorgulayıp kendimizi suçlamaktan vazgeçebiliyoruz...
Etik tartışması
Bugün, düşük veya orta gelir seviyesindeki birinin düzenli bir psikolog veya psikiyatr terapisini karşılaması çok zor. Bu nedenle sözkonusu programlar ‘ücretsiz terapi’ olarak yorumlanabiliyor. Gelgelelim buraya kadar anlattıklarımıza itirazı olan uzmanlar da var! Özellikle Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplarından uyarlanan yapımlar hakkında psikolog ve psikiyatrlardan ciddi eleştiriler geliyor. “Terapi seansları böyle olmaz, halk yanıltılıyor” diyen de var, “Gerçek isimleri verilmese bile hasta hikâyelerinin bu şekilde paylaşılması etik dışı” diyen de...
Biz de insan psikolojisini temel alan bazı yapımların yaratıcılarını ve ayrıca Türkiye Psikiyatri Derneği’nden bu yapımlara yönelik eleştirilerini dinledik.
PSİKİYATRA GİTMEYE ÖNCE BÜYÜK ŞEHİRLİLER DEĞİL, ANADOLU İNSANI BAŞLADI
Psikiyatr, yazar ve sunucu Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, kitaplarından uyarlanan diziler hakkında konuştu ve kendisine yöneltilen eleştirileri de yanıtladı.
Okuma-yazması bile olmayan bir kadının ya da ‘maço’ deyip geçtiğimiz pek çok erkeğin duygu dünyaları sanıldığından çok daha derin. Ama bu duygular yeterince ifade edilemiyor. Bir yanımız dağları devirecek kadar öfkeliyken bir yanımız sevecen, merhametli ve çok kırılgan.
Uygarlaşma şiddeti önleyemedi maalesef
Eskiden koca bir denizden her bir kum tanesini tek tek çıkarmaya uğraşırken şimdi, yazdığım kitaplar ve bunlardan uyarlanan diziler sayesinde kendimi bu konuda hiç yalnız hissetmiyorum. O kumları avuç avuç, hep birlikte çıkarıyor ve birbirimizi hızla keşfediyoruz. Her bir karakterin bir yerlerinde önce kendimizle, sonra da yakınlarımızla karşılaşıyor, onları anlamaya başlıyoruz. Psikiyatride ‘empati’ dediğimiz şey tam olarak bu işte... Ve terapi de empatiyle başlar.
Psikiyatriye başladığım yıllarda halk bize ‘deli doktoru’ derdi. Ne gariptir ki, psikiyatra gitmeye önce büyük şehirlerde yaşayanlar değil, Anadolu insanı başladı. Önce hastasını getirdi, doktorla ilişki kurdukça kendi sorunlarını fark edip kendisi de gelmeye başladı.
Entelektüel düzeyi daha yüksek insanların bir kısmı önceleri bizden uzak durdu çünkü eğitimliydiler ve sorunlarını kendilerinin çözmesi gerektiğini düşünüyorlardı. İnsanlar, hikâyelerimde psikiyatriye gelenlerin aslında onlardan hiç de farklı olmadığını gördükçe bize daha kolay geliyor.
İnsanların kendilerini ve yakınlarını tanımaya ve anlamaya çalışmasını, ülkemizde başlayan çok önemli bir devrim olarak görüyorum. Tüm meslektaşlarımın bu konudaki çabalarını memnuniyetle izliyorum.
İnsanın uygarlaşması maalesef şiddeti önleyemedi. Şiddet görmeyen çocuklar şiddet gösteremezler. Şiddete alışkın olmayan; çocukluğunda aşağılanmamış, değer verilerek yetiştirilmiş kızlar, şiddet gösterme potansiyeli olan erkekleri seçmez. Şiddeti durdurmak için çocuklarımızı yetiştirirken buna çok özen gösterelim.
Danışanlarım bana güveniyor
Diziler ve kitaplardaki tüm hikâyeler gerçeklerden yola çıkılarak uyarlandı. Bu uyarlanmalar sırasında pek çok değişikliğe gidiliyor. Ben yıllardır bu işi yapıyorum, insanların mahremiyetine hep çok özen gösterdim. Gerçek hikâyeyi yaşayan kişilerin başta isimleri olmak üzere, yaşadıkları şehirler, meslekleri ve onların kim olduklarını belli edecek özellikler asla kullanılmıyor.
Amacım hastanın kim olduğu hiç bilinmeden, hikâyelerinin verdiği mesajları insanlara ulaştırabilmek. Danışanlarım bana güveniyor, ben de onlara... Öyle ki, pek çok danışanım onların hikâyelerini yazmadığım için sitem ediyor.
MODERN YAŞAM BİZE, KENDİMİZİ VE İHTİYAÇLARIMIZI UNUTTURMUŞ DURUMDA
Beyin ve davranış bilimleri alanında çalışmalar yürüten Prof. Dr. Sinan Canan dört yıl önce kurduğu Açık Beyin YouTube kanalında, insan psikoloji ve davranışları üzerine anlatılar yapıyor.
Psikolojik sorunlarımızdaki yaklaşımımız yıllardır bedensel sorunlarımızdaki yaklaşımımıza benzemeye başladı. Bu yaklaşım da sorunu yaratan esas nedenleri anlayıp değiştirmektense ‘ilaç’, ‘ağrı kesici’ cinsinden çözümleri uygulamak ve aslında birer alarm sinyali olan rahatsızlıkları susturmaya çalışmak.
Sorunlarımızın büyük bir kısmı ‘fabrika ayarlarımıza’ uygun bir yaşam sürememekten kaynaklanıyor. İnsanın Fabrika Ayarları (İFA) dediğim teori de aslında herkes için bu tip uyum sorunlarını nasıl aşabileceğimizi anlatmayı amaçlıyor. En önemli anahtar, aslında ne olduğumuzu tekrar hatırlamak. Zira içinde bulunduğumuz modern yaşam sistemi ve kabullerimiz bize adeta kendimizi ve gerçek ihtiyaçlarımızı unutturmuş durumda.
Kendini tanıma yolculuğu kolay değil. Bu konuda benim önerim, önce biyolojik yapımızı iyi tanıyarak başlamak. Sonra hem zihnimizi hem de zihnimizi oluşturan ‘düşünce dilimizi’ anlamaya çalışmalıyız. Bunun için de en önemlisi ‘özfarkındalık’ dediğimiz yeteneği geliştirmek üzere küçük ve yeni rutinler edinmek. Zamana yayılan böyle bir ‘öz-merak’ en ödüllendirici yolculuklardan birisidir. Bir son durağı veya nihai başarı noktası da yoktur; zira bu yolculuğun kendisi aslında ömürlüktür.
KAVGALARIN, SAVAŞLARIN TEMELİNDE ANLAŞILMAMIŞLIK VAR
Psikolog Gökhan Çınar, Katarsis adlı YouTube programında toplumun ‘öteki’lerini ağırlayarak hem hikâyelerini dinliyor hem de duygularını ortaya seriyor.
Bu programla hem kendimizle daha çok tanışalım hem de bildiğimiz, bilmediğimiz, bildiğimizi sandığımız, bilmeden yargıladığımız hayatları daha çok tanıyalım istiyorum. ‘Katarsis’te önyargıların kırılabildiğini, ötekileştirilen veya yüceleştirilen hayatlarda herkesin ortaklıklar bulabildiğini görüyorum. Amaç bir toplum terapisi değil, bireysel ve toplumsal farkındalık.
Herkes hayata yenilip üzülebilir, bir superstar bile... Hepimiz korkuyoruz, kızıyoruz, utanıyoruz, seviniyoruz. Bazılarımız daha ortada ve daha çok anlatarak hissediyoruz, bazılarımızsa duygularımızın üstünü örterek ve susarak...
İnsan hep güçlü olmaya çalışırsa beklenmedik yıkımlar yaşar. Sağlıklı insan esnektir. Gücünü de zayıflığını da, sertliğini de yumuşaklığını da, başarısını da başarısızlığını da fark edip kabul eden, buna göre yaşayan insan büyüyüp gelişebilir.
‘Katarsis’ büyük kitlelere ulaşıyor çünkü herkesin anlaşılmaya ihtiyacı var. Bütün kavgalar, krizler ve savaşların en temelinde değersizlik, anlaşılmamışlık ve şefkatsizlik var. Gerçek ve samimi bir şefkat insanın kilitli kapılarını açabiliyor. Bir başkasının samimiyetle, değerli hissederek kendini ifade etmesi, karşılığında şefkatle ve anlaşılarak dinlenmesi insanlara iyi geliyor.
İNSANLAR BAŞKALARININ DERTLERİNİ DİNLEMEYİ SEVİYOR AMA...
Kitapları çok satan, videolarının izlenme oranı milyonları bulan klinik psikolog Beyhan Budak, YouTube’da yaklaşık sekiz yıldır, insanların
temel psikolojik problemleri üzerine videolar yayımlıyor...
Bizim insanımız her zaman psikolojiyle ilgilidir. ABD’li psikiyatr Irvin Yalom ABD’de Türkiye’nin 10’da 1’i kadar ünlü değil mesela.
İnsanların, birilerinin onları anlamasına çok ihtiyacı var. Ama terapi pahalı bir şey. Pek çok insan maddi sebeplerle terapiye gidemiyor. Ben de videolarımda hep ‘sen’ diye hitap ederim insanlara. Sanki terapi yapıyormuş gibi. İnsanlar kulaklığını takıp sizi izlediğinde, sanki orada bire birmişsiniz gibi hissediyor.
Bilimsel konuları bir ilkokul mezununun da anlayacağı şekilde anlatmaya çalışıyorum. Kendi sorunlarımı paylaşmaktan çekinmiyorum. Eskinin “Her şeyi başarabilirsin” mantığı yerine “Her şeyi başaramazsın, bazı şeyleri istesen de yapamazsın, gücün yetmeyebilir, bu çok insani. Her üzüntü depresyon değildir. Her kaygı hastalık değildir” diyorum.
İnsanlar başkalarının dertlerini dinlemeyi seviyor. Daha dramatik hikâyeleri anlatan programlar da bu nedenle çok izleniyor. Ama şöyle bir durum var: Aşırı dram insanı çok üzer. Bu yüzden o drama kendini kaptırmamak lazım.
Ben tanısı olan rahatsızlıklara; kişilik bozukluğu, bipolar bozukluk, şizofreni gibi konulara girmiyorum. İzleyen herkes aynı bilinç seviyesinde değil. Bu hastalıkların belirtilerinden bahsedince insanlar kendilerinde hastalık uydurabiliyor.
‘Kırmızı Oda’ bazı uzmanlardan eleştiriler alıyor, “Terapist öyle bakar mı?” gibi. Bu ‘tanrı psikiyatrların yaklaşımı. Yeni nesil terapilerde, terapist hastasının yanında ağlayabiliyor da... Ama bedensel temas kurmayız danışanlarımızla.
Böyle dizileri çok faydalı buluyorum. Kendi duygularını, yaşadıklarını başkalarında izleyen insanlar “Bu benim suçum değilmiş demek ki” diyor. Bazen yardım almak konusunda bir başlangıç olabiliyor.
Yurtdışında da gündemde
Dizilerdeki terapi seansları üzerinden tartışmalar başka ülkelerde de yaşanıyor. Örneğin ABD’de ‘Big Little Lies’ dizisinde Nicole Kidman’ın canlandırdığı Celeste karakterinin terapisti Dr. Reisman ‘fazla sert’ olmakla eleştiriliyor. Daha önce de ‘Monk’, ‘The Sopranos’, ‘Frasier’, ‘Ally McBeal’ gibi dizilerde terapi seanslarına konuk olmuştuk. ‘Anlat Bakalım / Analyze This’ filminde Billy Crystal ve ‘Asabiyim / Anger Management’ filminde Jack Nicholson’ın canlandırdığı terapistler de sıradışı yöntemleriyle seyircileri güldürmüştü.
O ODADA KONUŞULAN HER ŞEY MAHREMDİR
Türkiye Psikiyatri Derneği Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Serap Erdoğan Taycan, özellikle dizilerle ve terapi sahneleriyle ilgili eleştirilerini dile getiriyor.
Ülkemizde psikoterapiyi konu alan diziler bir süredir revaçta. Bireyin psikolojisinin bu kadar geriye itildiği bir kültürde psikoterapinin bu denli ilgi çekmesinin, psikiyatrik başvuruları da arttıracağı düşünüldü. Bu dizilerin psikiyatriyle toplum arasında bir iyi niyet elçisi işlevi göreceği gibi bir beklentiye girildi. Bu böyle olacak mı, bunu zaman gösterecek.
Bu programların en temel olumsuzluğu gerçek terapi hikâyelerini aktarıyor olması. Eğitimlerimizin daha ilk günlerinden itibaren ‘o odada konuşulan her şeyin’ mahrem olduğu bize öğretilir. İstediğiniz kadar izin aldığınızı söyleyin, böylesi özel bir tedavi sürecini bir dizi haline getirip milyonlarla paylaşmanın uygun bir tarafı yok.
Psikoterapistle danışan arasındaki ilişki bir tedavi beklentisiyle kurulur. Sizi tedavi edeceğine inandığınız kişinin onam talebini reddetmeniz çok zordur. Bir boyun eğiş, kabulleniştir. Mahremi gözler önüne sermek terapi ve terapisti sorgulatır.
Psikoterapi, danışanın yakınlık ve onaylanma gibi duygusal gereksinimlerinin karşılandığı değil, bu gereksinimlerinin anlaşılmaya çalışıldığı bir ortamdır. Terapist yansız, yüksüz, yargısız olmak zorunda. Yine eğitimlerimizde bize en çok söylenen şeylerden biri ‘Empati yapmalısınız ama empatinin sempatiyle değiştiğini fark ederseniz yardım alın!’ uyarısıdır.
Senaryonun gerçek terapi öykülerini içerdiği söylendiği için etik yanını tartışabiliriz ama bunlar sonuçta televizyon dizisi. Konunun uzmanları olarak bir dizinin gerçek terapi olmadığını tartışmıyor; merak edildiği için bir açıklama yapıyoruz. Bu noktadan itibaren tartışma, sanat ve gerçek hayat arasındaki taklit ve üretme ilişkisine dair olur, psikoterapiye dair değil.