Güncelleme Tarihi:
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Giresun’da düzenlenen ‘Fındık İçin Adalet’ mitinginde, “Suriyeliler birinci sınıf, Karadenizli fındık üreticisi
ikinci sınıf vatandaş oldu” deyince, yerinde incelemek şart oldu. Fındık toplama işi için bu sene ilk defa Karadeniz’e gelen Suriyeli mevsimlik işçiler
ve Güneydoğulu Kürt işçilerle bir tam gün geçirdik. Karşınızda, savaş yüzünden gurbete düşenlerle memleketinde gurbeti yaşayanların dertli hikâyesi...
Fındık toplama zamanı Karadeniz hiç olmadığı kadar kozmopolit. Güneydoğu’dan, Gürcistan’dan, İran’dan gelenlerin yanı sıra Romanlar, Suriyeliler var. Hepsi ekmek, geçim derdinde. Ancak kimse memnun değil. Ne içinde bulundukları çalışma ve barınma koşulları tatmin edici ne de kendilerine yönelik bakış açısı. Karadenizliler Güneydoğu’dan gelenlerden, Güneydoğu’dan gelenler Romanlardan, Romanlar da Suriyeli işçilerden şikâyetçi. Kimse kendisine yapılmasını istemediğini daha zayıf gördüğüne yapmaktan, duymak istemediğini ona söylemekten çekinmiyor. Piramidin en altında ise kadınlar bulunuyor. Onlara ne konuşma ne de görünme hakkı tanınıyor. Onlar adına da yine güçlü olan erkekler karar veriyor.
İlk durağımız Giresun’un Piraziz ilçesine bağlı Narlık Köyü oluyor. Köye girince ilk selam verdiğimiz kişi muhtar çıkıyor. Yıllarca gurbette kalmış, kendi deyimiyle sadece kutsal topraklar olduğu için sevdiği Suudi Arabistan’da altı yıl çalışmış, Arapça bilen biri Beşir Dizdar.
Bizi peşine takıyor. Bir dağın zirvesine uzanan fındık bahçesinde duruyoruz. Muhtarın bahçeye doğru çaldığı ıslıklar işe yarıyor. Derinlerden güleryüzlü, sol gözünün bir bölümü puslu, yapılı bir genç geliyor.
Adı Muhammed Yusuf. 20 yaşında. Hama’dan Türkiye’ye iki yıl önce gelmiş. Bir buçuk yıldır bu köyde. “Özledin mi?” diye soruyorum. “İnsan vatanını özlemez mi? Çok özledim” diye yanıt veriyor.
Savaşmak istemediği ve ailesine bakmak zorunda olduğu için gelmiş buraya. Köyünün bir yanına IŞİD, diğer yanına Esad güçleri yerleşmiş. “Birbirlerine attıkları bombalar üstümüzden geçiyordu” diyor. “İkisi de uğruna savaşılacak şey değil” deyip Türkiye’ye gelmiş.
Ayda 1000 liraya sırtta 9 bin torba çimento
Muhtar Beşir Dizdar, “Çok çalışkan, becerikli, ağırbaşlı” dediği Muhammed’i 1000 lira maaşla köyün çalışanı yapmış. Ayda 800 lira alan 17 yaşındaki Ahmet Yusuf’la birlikte, köyün genç işgücü açığını kapatıyorlar. “Köye çıkan 2 kilometrelik yolda kullandığımız 9 bin torba çimento bu çocuğun sırtından geçti. Köylü yapmıyor. ‘Git parayla adam tut’ diyor. Bunlar olmasa ne yapardık bilmiyorum” diyor Muhtar Dizdar.
Muhammed çok sevmiş köyü, köylüyü. Onlar sayesinde karnının doyduğunu, başını sokacak bir yeri olduğunu, Suriye’deki ailesine para gönderebildiğini söylüyor. En büyük hayali ailesine kavuşmak. Akşam, köyün eski okulunda buluşmak için sözleşip ayrılmadan önce, “Seni en çok ne zorluyor?” diye soruyorum. Eteklerinde çalıştığı dağa dönüp “Bizim oralar düzdü” diyor, geldiği gibi gülümseyerek fındık ormanının içinde kayboluyor.
Suriyeli 14 fındık işçisinin çalıştığı başka bir bahçeye geçiyoruz. Her fındık ağacının başında birkaç kişi, daldan topladıklarını belinde asılı çuvallara dolduruyor. Başlarında Şanlıurfalı, yanık sesli Mehmet Karkar var. 42 yaşında. Viranşehir’den gelmiş. Beraberinde getirdiği Suriyelilerle, köydeki tek eski mimari yapı olan, dışarıdan muhteşem görünen ama içinin ahşabı çürüdüğü için her an çökebilecek durumdaki iki katlı eve yerleşmişler. Teni güneşten kararmış, sert bakışlı biri. Yukarıdan aşağı kendini gösterip “Halime bak, 42 yaşında gibi miyim?” diyor.
Uçurumun kenarında
“Bu berbat bir iş” diye anlatıyor, işçileri yönlendirirken. O da arazinin dikliğinden şikâyetçi: “Sülalem yıllardır buralara işçiliğe gelip gidiyor. İşim ustalık. 60 lira yevmiye alıyoruz. Burası iyi yine, önceki gün bir uçurumun kenarında çalışıyorduk.” Biraz vakit geçirip (kadınların fotoğraflarının çekilmesini istemiyorlar) akşam buluşmak üzere vedalaşıyoruz.
Karadeniz sahil yolunun kenarında, toprak alanda kurdukları çadırlarda yaşayan mevsimlik işçilerin bulunduğu kamp alanına ilerliyoruz. Batmak üzere olan gün ışığında çocuklar koşuşturuyor, ateşler yakılıyor. Kadınlar hep hareket halinde.
Yanımıza ilk gelen, Fevzi Ekinci oluyor. 40 yaşında olduğunu söylediğinde aklıma Viranşehirli hemşerisi Mehmet Karkar’ın yaşıyla görüntüsü arasındaki hoşnutsuzluğunu dile getirişi geliyor. “Ben bu devletten sürekli şikâyetçiyim, yaz” diyerek söze başlıyor Ekinci. Suriyeli fındık işçilerinden yakınıyor, “Hırsızlar” diyor. Onları marketlerde devletin verdiği kartla alışveriş yaparken gördüğünü, devletten kira desteği aldıklarını anlatıp ekliyor: “Ben bu ülkenin vatandaşıyım ve sürünüyorum.”
Suriyeliye var, bana yok
Biz konuşurken bir kamyonet yaklaşıyor yanımıza. Arkasındaki kapağın açılmasıyla altı-yedi çocuk neşeli bir şekilde atlayıp etrafımızı sarıyor. “İşte bunlar su getirmeye giden çocuklarımız” diyor Ekinci, bidonları kamyonetten indirirken. Birkaç çocukla konuşuyoruz. Bazıları otobanın diğer tarafındaki denizi ilk defa görmüş, ilk defa denize girmiş.
Az sonra çocuklardan biri gelip elindeki bir kâğıdı babasına gösteriyor, kulağına bir şeyler söylüyor. Babası “Kendin göster” dediğinde kâğıdı bize doğru tutarak açıyor. Yazanı okuduğumda boğazım düğümleniyor: “Bak halimiz nedir”...
Babası Fevzi Ekinci anlatmaya devam ediyor: “Geçen gün biri bana ‘Siz teröristsiniz’ dedi. ‘Terörist olsam dağda gezerdim, burada değil’ dedim. Az daha kavga edecektik. Biz bu ülkeyi birlikte kurmadık mı? Geçen gün de yetkililer geldi, ‘Buradan gidin’ dedi. ‘Ülkemize mi gidelim’ dedim. ‘Ülken neresi’ diye sordu. ‘Burası ama sen burası değilmiş gibi davranıyorsun’ diye yanıt verdim, bir şey diyemedi. Biz buraya her yıl ekmek parası için, geçimimizi sağlamak için geliyoruz. Kimliklerimizi veriyoruz; kim olduğumuz, ne olduğumuz biliniyor. Halimiz ortada. Bizi kovacaklarına şuraya birkaç konteyner koysalar, elektrik olsa, su olsa biz de kendimizi insan gibi, bu ülkenin vatandaşı hissetsek olmaz mı?”
Kamptaki başka çadırlara yöneldiğimizde kulağımıza çok gizli bir sır verir ya da çok ayıp bir şey söylercesine fısıldıyor: “Onlar Çingene...” ‘Çingene’ denilenler de kendileri için söylenenin aynılarını Suriyeli işçiler için söyleyerek bizi yolcu ediyor.
Akşam Suriyeli işçilerle kaldıkları evde buluşuyoruz. Merdivenin çatırdayan kırık basamaklarından çıkarken yaşadığım tedirginlik, üst katta yatakların yere serildiği odaya girerken, üzerine battaniye gerilmiş boşluğun kenarında bastığım tahtanın kırılmasıyla zirve yapıyor. Odanın çürük kısımlarını basmamam için tek tek işaret ediyorlar. Bir grup insanın aynı odada, bir tarafı boş bırakarak bir arada oturmasının verdiği gerginliği ancak başlayan sohbetle unutabiliyorum. Bir yandan çaylar içiliyor, bir yandan bazen öfkeli, bazen kahkahalı, bazen de evin her an çökebileceğini yeniden aklıma getiren ağır sessizlik anları yaşanıyor.
20 yaşındaki Muhammed Yusuf, Hama’dan buraya iki yıl önce gelmiş. “Vatanımı çok özledim” diyor.
Kimin için savaşacaktım?
Grubun en heyecanlısı ve en çok konuşanı, 23 yaşındaki Beşiktaş tişörtlü İsmail Muhammed oluyor. Sohbet ilerledikçe yaşadıklarından en çok onun bunaldığının farkına varıyorum. Münbiç’ten gelmiş. “Sevdin mi?” soruma, “Alışamadım” diye yanıt veriyor. Bütün ailesi Suriye’de. Onlara para gönderiyor. En çok sekiz yaşındaki kardeşini özlemiş. Neden ülkesinde kalmadığını ise “ABD, Rusya, İran, Ürdün, Avrupa Birliği... Dünyanın bütün ülkeleri benim ülkemde savaşıyor. Kimin için savaşacaktım?” diye açıklıyor.
Viranşehir’de bir arkadaşlarının 10 kişi tarafından öldürüldüğünü, sürekli otobüslerden indirilerek kontrolden geçirildiklerini, kendilerine kimi zaman suçlu gibi davranıldığını anlatıyor. Türkiye’yi sevdiğini, kendisine kimlik verilerek ailesinin geri kalanının da buraya gelmesini istediğini, en büyük arzusunun Türk ordusuna asker olarak katılmak olduğunu söylüyor, bunu gönülden istediğinin altını çizerek.
Anlatırken sesi zaman zaman yükselse de, ardından her defasında bir kahkaha geliyor. “Suriyeli profesör, doktor, mühendisin Türkiye vatandaşı olabileceği söyleniyor. Peki ya biz ne olacağız, sürünerek ölecek miyiz? Orada da perişanız, burada da. Zengin, hali vakti yerinde olan Suriyeli orada da iyiydi, burada da. Tek kuruş yardım almıyorum. İşçilik yaptığımız bahçenin birinde bize dört ekmek verildi yememiz için. 14 kişiydik. Bugün sabah altıda başladık çalışmaya ama akşam altıda işi bıraktığımızda bahçe sahibi memnun değildi çalışmamızdan. İyi durumdaki Suriyeliye bakıp bütün Suriyeliler böyle demeyin...”
BENİM BACAĞIM SENİN BACAĞINA BAĞLI
Ahmet Yusuf, Muhammed’le birlikte, sırtından 9 bin çimento torbası geçen iki kişiden biri. Muhtarla sürekli didişiyorlar. Evin yaramaz, gözü açık çocuğu konumunda. Muhtarın “Seni gönderirim” tehdidine, “Benim bacağım, senin bacağına bağlı” diye karşılık veriyor, birlikte gülüyorlar. Köylü yetim diye ona sahip çıkmış. Önce yakın bir köyde çobanlıkla işe başlamış. Yanında çalıştığı kişinin “Ayda 300 lira veririm, onu da yıl sonunda peşin veririm” demesi üzerine kaçmış. “Savaş biterse durmam, dönerim” diyor. Muhtarın çok sevdiği Muhammed de “O giderse ben yalnız kalırım” diye ekliyor. Muhtar Dizdar’ın zaman zaman Ahmet’ten şikâyet ettiğinin farkında olsa da onu
göndermeyeceğini biliyor.
AİLEMİ GETİRMEK KİŞİ BAŞI 400-1000 DOLAR
Mahmut Ahmedan / 27 yaşında
“Zor geliyor burada olmak. Çünkü kimsem yok. Ben burada, ailem orada; nasıl mutlu olayım... Ailemden birini buraya getirmenin maliyeti 400’le 1000 dolar arasında.Keşke devlet bu konuda yardım etse bize...”
ORADA DA DİPTEYDİK, BURADA DA FAKİRİZ
İsmail Muhammed / 23 yaşında
“Suriye’de durumu iyi olanların buralarda da dükkânları var, işyerleri, evi var. Devlet onlara maaş veriyor, yoksullar alamıyor. Orada da fakirdik, en dipteydik; burada da fakiriz.”