Güncelleme Tarihi:
Okul yıllarını ya da çalışma hayatını İstanbul’da geçiren birinin Asmalımescit sokaklarında yemek yerken derin bir nostaljiye kapılmaması imkânsız. Yıllar içinde bölgenin yeme-içme sahnesi fazla sakin günleri, hızla açılıp kapanan mekânları gördüyse de şimdilerde o tanıdık havası, arkadaşlarımızla sözleşmeden karşılaştığımız, birlikte yiyip içtiğimiz, mahallenin tadını çıkardığımız günleri tekrar yaşıyoruz. Bunda genç şeflerin açtığı vizyon sahibi yeni mekânların etkisi büyük. Elbette İstanbul’un en iyi meyhanelerinden Asmalı Cavit; tadı, lezzeti hiç değişmeyen nefis ev yemekleriyle öğle saatlerinin vazgeçilmezi Helvetia gibi yıllara direnen, duruşu ve kimliğiyle parmakla gösterilecek eski adresleri de unutmamak gerek. Helvetia’nın ortaklarından Müferra Çakır, 2004’ten bu yana ayakta tuttukları mekânın en çok pandemide zorlandığını söylüyor ve ekliyor: “Bir süredir yeniden başlayan hareketlilik bizi de çok mutlu etti.”
Önce iyi bir pizza
Bölgede hızlı bir lezzet turu atmak için Şişhane metro durağının önündeki Miss Pizza’dan başlayabiliriz. Burada günün her saati, turistleri ve ağzının tadını bilen İstanbulluyu görmek mümkün. Dile kolay, tam 18 yıl önce Cihangir’de açtıkları ilk dükkân, İstanbul’da zincir pizzaların piyasaya hâkim olduğu dönemlere denk gelmişti. İyi hamur ve malzemeyle odun fırınında pizza pişirerek ortamıyla da mutlu eden bir konsept yaratıp hızla benimsenmişlerdi. Şişhane’deki mekânda da fırından çıktığı gibi servis edilen büyük boy pizzalar arasında Funghi, Miss Pizza ve Mr. Pizza gibi klasikler yerli yerinde duruyor.
Kahve molası
Miss Pizza’nın biraz ilerisinde kahve molası için Noir Pit ve hemen yanında yeni açılan Ecuador Coffee House iki güzel seçenek. Noir Pit, Kopi Luwak gibi her yerde kolay bulunmayan kahvelerle öne çıkan bir mekân. Üç ay önce açılan Ecuador’da günün her saati bir hareket var. Kahvelerini kendileri kavuruyorlar ve baristaları iyi kahveler çıkarıyor. Badem, pastacı kreması ve portakalla hazırladıkları
‘Ecuador kek’ asla pas geçmemek gereken tatlıları.
Herkesin gözdesi
Asmalı’ya doğru devam eden yokuşu çıkınca solda herkesin gözdesi Ozzie’s 1968 var. Sahibi Ozzie yani Oğuzhan Sayı modern tasarımlı minik restoranında İstanbul’da tadabileceğimiz en lezzetli kokoreçlerden birini yapıyor. İlk önce Dolapdere’de açılan ve içine fındık uykuluk kattığı kokorecin lezzetiyle meşhur olan marka gerçek bir başarı hikâyesi. Sırrı yeme-içme tarihindeki çoğu başarılı yerle aynı. Hilesiz, hurdasız, tertemiz ve lezzetli yemek. Anne köftesi gibi kendine has spesiyalleri de çok seviliyor.
Fark yaratan üçlü
Asmalımescit’in eski enerjisini yakalamasında şef Cem Ekşi’nin restoranı Mabou’nun etkisi büyük. Cem, Almanya doğumlu, kariyeri de Almanya-Türkiye arasında birçok ünlü restoranda geçmiş. Taklit etmeyen, farklı teknikleri özgün ve uyumlu şekilde bir araya getiren bir stili var. Menüsü sezonluk, sık değişiyor. Ciğer pate, steak tartar, ceviche gibi imza başlangıçları şimdilerde menüde. Ana yemeklerde mutlaka iyi bir kırmızı et, deniz mahsulü ve tavuk tabağı oluyor. Mabou 16 kişilik minik bir restoran ve akşamları iki tur, çift rezervasyon alıyor. Şefin alameti farikası Mabou’yla sınırlı değil. Tüm marka kimlik ve tasarım işlerini üstlenen Pınar Karasu’yla birlikte birkaç ay önce bir paralelde, Bordel isimli mekânı açtılar. Hemen ardından yanına Glouton isimli restoran-barı. Sokağın iki köşesini tutan bu iki mekân birbirinden çok farklı. Cem’in deyişiyle biri dişi, biri erkek iki ayrı persona. Mutfakların ikisinin de
başında yetenekli şef Gökhan Çilak var. Bordel, ev yapımı sosis ve soslarının lezzetiyle tadan herkesi oranın bağımlısı yaptı bile. Önündeki ahşap taburelerde her zaman tatlı bir kalabalık var. Karamelize soğanla servis ettikleri bratwurst, patates üzerinde gelen currywurst ve peyniriyle fark yaratan kasekrainer gibi Alman usulü sosislerin hepsini bulmak mümkün. Falafel ve mücverde de bir o kadar başarılı. Bordel’in bir artısı da bulut gibi hafif ve sosisin lezzetini katlayan leziz ekmekleri…
Kitaplar ve tablolar...
Mahallenin bir diğer yenisi
Lokal Kolektif. Gündüzleri barista elinden kahve, akşamları da iyi bir kokteyl menüsü için uğrayabileceğiniz mekânın girişinde uzun bir bar var. İçerisiyse Kolektif Kitabevi’ne ait kitapları karıştırıp okuyabileceğiniz, tablolarla süslü geniş bir alana
ve mini bir bahçeye sahip.
Manzaraya karşı
Tünel’e geri çıkmadan hemen önceki köşede yükselen RUZ otelin beşinci katındaki Simone konsepti ve menüsüyle önemli bir açığı kapatıyor. Bir kere Galata Kulesi’ni ve Tarihi Yarımada’yı tepeden gören harika bir konumu var. Mekânın hem içeride hem de dışarıdaki masaları manzaranın tadını çıkarabileceğiniz şekilde yerleşmiş. Bana biraz da eski Leb-i Derya günlerini hatırlatmıyor değil. Sahibi Sinan Kızıklı, İngiltere’nin prestijli yemek okullarından Leiths’de eğitim almış. Hem yemekte hem de şarapta bu bölgeye lazım olan vizyona sahip. “Dinamik bir menü sunan, eğlendiren, merak ettiren bir konsept yaratmak istedik” diye anlatıyor. Simone’da yerli ve butik üretim bir şarap seçkisi var. Kokteyl menüleri başarılı. Sonbahar için bir-iki hafta önce yenilenen menüsündeki tabaklar doyurucu, rahat ama şık. Vegan ve vejetaryen beklentilerini karşılayacak çeşitleri ihmal etmemişler. Balkabağı dolgusu ve sarıkız mantarıyla gelen ravioli, chimicurri’yle tatlandırdıkları çok lezzetli bir mantar püresi ve yabani pirinç üzerinde gelen harissa soslu fırınlanmış patlıcan bunlardan ikisi. Tatlılarda kıtır profiterol kaçmaz çünkü içinde pralinden farksız çok lezzetli bir çikolatalı pastacı kreması var. Şeker şurubuyla vakumlanan çilekler müthiş bir doku ve lezzet katmış…