‘Gerçek Hesap Bu!’ isimli ilk kitap 2016’da ve üç yıl sonra yeni bir serüven ‘Ben Hep Senin Yanındaydım’... Gerçi bir önceki söyleşimizde de sormuştum ama yeniden hatırlamak bâbından tekrarlayayım. Nedir yazıyla olan haşır neşirlik?
- Yazıyla aram iyidir aslında. Çocukluktan beri iyi, şaka yapmıyorum. Kalem, defter işlerini severim. Yazardım hep. Ufaktan şiirler yazmışlığım var. Bir ara günlük işlerine de girdim. Almanca tedrisat veren okulda okudum, oradaki hocalar hep şöyle derdi, “Günlük tutmak modern insanın asli vazifelerindendir”. Bir ara tutmuştum, sonra düzyazı yazmaya başladım. Onu da bıraktım. Konservatuvara girdikten sonra tiyatro işleri olunca durumlar değişti. “Oynayalım” diye oyun yazmaya başladım. Fena da gitmedi, güzel tepki aldı. Bir tane yazdım, bir tane daha, bir tane daha...
Bu kitapta bu oyunlardan var mı?
- Evet var, mesela ‘Biz Zavallı Erkekler’ bir oyun uyarlaması. Başa dönersek hep bir senaryo peşindeydim. Film işlerine girince tabii bütün oyuncular gibi “Bende çok hikâye var, bunu da film yapsak” gibi hayallerim vardı. Yazarım, çizerim diye düşündüm. Oyunculukta da belli bir zaman geçtikten sonra eline çok sayıda senaryo geliyor, artık tekniği de görüyorsun, öğreniyorsun bir şekilde. Ama çok sıkıcı geldi senaryo yazmak bana. Allahtan dergiler imdada yetişti de ufak ufak öyküler yazmaya başladım. Yaşadığım şeyleri, aklımda olan şeyleri... Öyküler yazdıkça o öyküler iyi gelmeye başladı. Sonra kurgu yazmaya yöneldim. Bu kitap da kurgu hep.
Kitaptaki metinler, bir tür sayıklamalarımdır ‘Gerçek Hesap Bu!’ bir anlamda kendi hayat serüveninde gezinti gibiydi. Bu kitabın nasıl bir yolculuk, metinleri nasıl tanımlamak gerekiyor? Öykü, anı, hatıra, sayıklama... Hangisi?- Sayıklama güzel tabir. Gerçekten sayıklama. Aslında iki tane hikâyeyi film olarak düşünmüştüm. Aralarından üç tanesi de oyun olarak yaptığımdı. Onların uyarlamaları aslında. Kitabın sonundaki metin de tamamen sayıklama.
Distopik olan mı?- Ütopya ya da distopya diyebilirsin, okuyana göre değişir. Bence ütopya. O gerçek sayıklama, tamamen sayıklama. Hikâyenin bir tanesi şöyle başlıyor: Şile’de gemi karaya oturdu, 16 mürettebat öldü. Bu gerçek. Televizyon seyrediyordum, haber olarak karşıma çıktı. O anda bir şeyler yazmaya çalışıyordum. O haberi gördüm ve sonrası geldi.
İzlerken hemen mi yazdın, yoksa kafana not edip sonra mı devam ettin?- Hemen yazdım. Vardı kafamda zaten bir şey, onunla başladım. Bir şeyle başlarsam gidiyor. Biraz bilinç akışı gibi oldu. Bu büyük laf gerçi de. Sayıklama, daha güzel o yüzden. ‘Serbest çağrışım’ diyelim.
Kitaptaki metinler birbirinden bağımsız görünüyor ama genel bir parantez içinde toparlanıyor, buluşuyor. Neredeyse hepsinde birinci elden bir anlatıcı var. Bu anlatıcı ilk kitapta sendin. Burada ne kadarı sensin, ne kadarı anonim? Anlatılanlarda ne kadar yaşanmışlıklar var?- Hiçbirinde yaşanmışlık yok aslında. Kıtır kıtır var içlerinde. ‘Bilen anlar’ diyebileceğim yerler var. ‘Biz Zavallı Erkekler’ öyküsü için bir şey söyleyebilirim sadece. Yakın bir şey yaşadım. Tam öyle değildi ama ona yakın bir şeyler yaşadım.
Kitaptaki bazı metinler sinopsis gibi duruyor, ilerde bunları sinemaya aktarma niyetin var mı?- Tabii var ama ben yapar mıyım, bilmiyorum. Ama birilerinin talip olacağını sanıyorum. Sadece bu duygu bile beni yeniden yazmaya itiyor.
En son seni çarpan kitap ne oldu? “Böyle bir kitap yazmayı isterdim” dediğin bir şeye rastladın mı son zamanlarda?- Epeydir öyle bir şeye denk gelmedim. Ama şunu da söyleyelim, eskisi kadar sıkça kitap okumuyorum. Daha çok film seyrediyorum. Daha kolayına kaçtığım için olsa gerek. Çünkü biraz oraya doğru evrileceğim gibi duruyor. Yıllardan beri düşündüğüm birşey.
Evrileceğim derken, yönetmenlik mi?- Sadece yönetmenlik değil. Prodüksiyon olur, prodüktörlük, yapımcılık olur. Hikâye yazarlığı da olabilir.
Yeni filmim bir Mehmet Eroğlu uyarlaması Peki hikâye derken sinemayı mı kastediyorsun?- Evet. Ben sinema yapmayı seviyorum, sinemayı seviyorum. Sinema güzel. Gerçekten oturup onun romanını yazamam, ama filmini yaparım. Çünkü romanda yazdığın 9-10 sayfayı bir bakışla sinemada anlatabiliyorsun. Elinde bu varken, bir şekilde bununla da yakınlık kurmuşken... 30 sene olmuş bu işe başlayalı... 30 yıldır bununla uğraşmışken şimdi gidip romanını yazamam bu işin. 9 sayfa anlatamam, bir bakışla halledebiliyorsam eğer. Bu yüzden sinemayı tercih ediyorum. Bu yüzden sana sinopsis gibi gelmiştir hikâyeler. Çünkü gerçekten o filmi çekermişçesine yazdım.
Sinema cephesinde durum nasıl?- En son ‘Kaybedenler Kulübü Yolda’ girdi vizyona. Şimdi ‘Ahmet’ var. Mehmet Eroğlu’nun ‘9,75 Santimetrekare’ adlı romanından yapılan bir uyarlama. Çekimleri bitti, vizyonu bekliyor. Uluç Bayraktar yönetmenliğini yaptı. Öykü çoğunlukla İstanbul’da geçiyor ama bir kısmı da Kars’ta. Şu anda başka vizyonu bekleyen filmim yok. Önümüzde ‘Behzat Ç.’nin çekimleri var, rol aynı; Ercüment Çözer. Sonbahara güzel bir iş gelirse alırım. Çünkü bir tane daha hakkım var! Buradaki mantığım şu; vizyon tarihleri bazen çok garip olabiliyor, filmin arka arkaya gelip birbirini baltalayabiliyor.
Tarihi hatam ‘Ezel’ dizisine ilişkindirSon zamanlarda izlediğin yerli işlerde ‘keşke ben de bu projede olsaydım’ dediğin var mı?- Var, ikisi de Adana eksenli. Biri, ‘S1F1R B1R-Bir Zamanlar Adana’da’ dizisi, diğeri de İstanbul Film Festivali’nde jüri iken seyrettiğim ‘Sarı Sıcak’ filmi. Bir de geçmişten bu konuyla ilgili komik bir hikâyem var. Uluç (Bayraktar), ‘Ezel’i getirmişti bana. Baktım, ‘Monte Kristo Kontu’. Dedim ki, “Bunun filmi olur, dizisi olmaz”. Sonra dizi patladı. Yani öyle tarihi hatalarım da var. Ama o dönem zaten dizi yapmak istemiyordum. Bu arada filmi çok güzel olurdu ama.
Burdan bir başka sevdana, Gümüşlükspor’a geçelim. Takım bu sezon ne yaptı? Önemli bir fırsat kaçmış galiba.- Evet kaçtı. Benim hatam yüzünden, ben ısrarcı olsaydım olmazdı böyle.
Neydi bu hata?- Tekrar geri gelmenin heyecanıyla dükkânı yanlış kurdum. Biraz fazla güvendim.
Takıma mı fazla güvendin?-- Sadece takıma değil. Nasıl derler, fazla serbestlik verdim. Daha önce beraber çalışmadığım birileri vardı. Sonradan hemen vazgeçip daha önce bildiğim, uyguladığım yöntemlere döndüm.
İşler, yakında çekimlerine başlanacak olan ‘Behzat Ç.’nin yeni bölümlerinde de Ercüment Çözer rolüyle karşımıza çıkacak.Ne önünde ne arkasında, yanında olman lazım Futbolculardan kaynaklanan bir sorun değildi sanırım...- Futbolcularla ilgi değildi, organizasyonla ilgiliydi. Başta bir şeye güvenmeyi tercih ettim. Bakalım böyle nasıl olur, diye. Onu yapmasaydım eğer, şu an daha başka olurdu, kafaya oynardık. Yapacak bir şey yok. Bu alanda da her gün bir şey öğreniyorum.
Yeni sezon nasıl olacak?- Yeni sezonda kafaya oynayacağız. Çok iddialı konuşmayayım ama millet birbirini yerken büyük ihtimalle biz aradan sıyrılırız gibi geliyor bana. Çünkü belediye takımları ile baş edilmiyor. Onların paraları var, bizim yok. Ama bizim de kimseyle bağımız yok. Kimseyi küstürme durumumuz da yok. Kimseye gebeliğimiz de yok. Yani hem rahatız hem sıkıntıdayız. Öyle bir durumdayız yani. O yüzden aradan sıyrılacakmışız gibi geliyor.
Özgürlük var ama para problem...- Evet, özgürlük var. Ama onun da bedeli oluyor böylece.
Son olarak kitaba döneyim ve şunu sorayım. Hep onun yanında mıydın gerçekten?- Evet, evet, yanındaydım... İnsanın en büyük yeteneğidir sevmek, sevmenin en büyük göstergesi de sevdiğinin yanında olmaktır. Birinin yanında olursan anlatırsan ona, onu sevdiğini... Yanında olman lazım yani; ne arkasında, ne önünde, yanında...
İster ikinci lige düşsün, ister amatöre geçsin; ben yine Fenerbahçeliyim. Bir şey değişmez bendeGelelim taraftarın olduğu kulübe, Fenerbahçe’ye. Yeni bir başkan ama başarısız bir sezon. Sence bu sezon niye böyle yaşandı?- 20 yıllık bir yapıdan bahsediyoruz. 20 yıllık bir işleyiş değişiyor. 20 yıllık işleyişin bir anda değişmesi ve başarılı olması için ‘Tatlı Cadı Samantha’ olmak lazım. Bir sene içinde olmaz, imkânı yok. Bizim bilmediğimiz dinamikler vardır. Sadece
Fenerbahçe’de değil, Süper Lig’deki asırlık birçok kulüpte vardır bu dinamikler, refleksler... Bu listeye ne bileyim, Göztepe, Gençlerbirliği gibi takımlar da dâhil olabilir. Bunların içinde çok dinamik vardır. Bunlar artık yaşam felsefesi olmuş durumlar. Sen bir anda 20 yıllık bir hikâyeyi, sayfayı çeviriyorsun. Orada çok şey olur. Dışarıdan bakarak söylüyorum, değişim de değişimdir. Değişim lazımdır. Aziz Yıldırım çok büyük emek verdi. Büyük başkandı gerçekten. Bizim için, hatta benim için özel bir yeri vardır. Bayılarak sevdiğim bir abimdi. Ama yeni başkanın da çok özel bir yeri var. Çünkü ben Fenerbahçeliyim. Ali Koç’un başkanlığını ilan ettiği gün,
seçim öncesi gazeteciler bana sordu, “Kongrede ne olur?” diye. “Fenerbahçe kazanır” dedim. O kazanırsa da, bu kazanırsa da Fenerbahçe kazanacak.
‘Fener Ol’ kampanyasının tanıtım filminin sesiydin. Sence kurtuluş reçetesi ne?- Sadece Fenerbahçe için de değil, şu anda bütün büyükler için ortak bir sıkıntı var. Çünkü
UEFA’nın koyduğu Finansal Fair Play meselesi önemli. Çok anladığım bir şey değil ama asıl zorluk bu noktadan kaynaklanıyor gibime geliyor. Bu sezon takım küme düşme tehlikesi yaşadı, bu tür durumlara düşülmesine üzüldük elbet ama ne olacak ki? Ben Fenerbahçe’nin askeriyim. Ben çocukluğuma inanıyorum. Çocukluğumda Fenerbahçe vardı, hâlâ da Fenerbahçe var. İster ikinci lige düşsün, ister amatöre geçsin; ben yine Fenerbahçeliyim. Bir şey değişmez bende. Mesela çocukken maçlara giremediğimiz zaman dua ederdik, “Fenerbahçe yenilsin de tribünler dolmasın, kimse gelmesin. Maça rahat girelim” diye. Böyle dua olur mu? Oluyordu işte, çünkü maça girmek, takımı izlemek istiyorduk. Yani evet, kötü durumlara düşülmesin ama düşülürse de fark etmez, benim sevgim, tutkum sonsuza kadar sürer, sürecektir...
Ya kendi futbol serüvenin, arsada, okulda vs. oynar mıydın?- Oynardım tabii ki. Ben bektim hep. Sol ayaktım. Sol bek ve liberoydum. Çünkü dayım liberoydu,
Beşiktaş’ta oynuyordu. Ben de ona özeniyordum. Boyum onun gibi değildi ama oralarda oynardım ben de. Hem oyunu geriden seyretmesi güzel oluyordu.
‘Sakallı’ ne derse doğru söyler...Bu kadar yazıp çizen, okuyan, izleyen birisin. Aynı zamanda ‘Sanatçı’ denilen bir topluluğun üyesisin. Şunu sorayım; arada bir dile getirilen bir kavram vardır ya ‘Sanatçı duruşu’ diye. Sence böyle bir duruş var mı ya da senin için bu tanım ne ifade ediyor? - Benim için böyle bir duruş olabilir. Çünkü ben çok hareket etmeyi seven bir tip değilim. Şaka yapıyorum elbet, ilk kitapta da biraz anlatmıştım. Hacı bir ailenin içinde büyüdüm. Beş vakit namazdaydım 15 yaşına kadar... Tam kesilme anını hatırlamıyorum ama bir anda bir şey oldu ve ucundan bir yerden sosyalist kültürle tanıştım. Gırgır dergisi yüzünden bile olabilir, bir şekilde oldu ama tam hatırlamıyorum. Merak ettim ve okumaya başladım. Okudukça etkilendiğimi fark ettim. Sonra biraz daha geniş okumalara başladım. Mehmet Ali Aybar’ın cenazesine gitmiştim. Niye gittim, bilmiyorum. Hiçbir partiye, hiçbir örgüte üye olmadan yaptım her şeyi. Hâlâ da öyle, hiçbir şeye üye olmadım. Hep kendi kafama göre takıldım. Ama şunu söyleyebilirim: ‘Sakallı’ ne derse doğru söyler, iktisatla ilgili doğru söyler... İyi bir gözlüktür sakallının gözlüğü. Marx’tan bahsediyorum elbet... Son tahlilde geleceğim nokta bu. Duruşum budur yani...