Güncelleme Tarihi:
Kettner’s House adlı tarihi köşkün barındayım.
Öğlen saatleri, Londra kışının sarı-gri güneşi pencereden içeri sızıyor.
Dışarı bakıyorum; New York’taki toz duman, siren sesi yok burada.
Keyifli, oturmuş bir hayat var.
Önümden kişnemeler eşliğinde at arabaları geçse şaşmam!
Bardaki viski ve konyak şişelerinin aynadan yansıyan kırmızı-pembe ışıkları, deri koltukların ve gül ağacı mobilyaların kahverengisine karışıyor.
İçerdekiler bir kahveyi yavaş içmenin, gazeteyi uzun uzun okumanın keyfini çıkarıyor.
Enfes bir swing müziği eşliğinde...
Oh be! Özlemişim tatlı hayatı...
Kapı açılıyor ve içeri Nick Jones ile maiyeti giriyor.
“Biraz daha gelmeseydiniz, kendimi Winston Churchill zannetmeye başlayacaktım” diyorum.
Cevaplıyor: “Amacımız herkesin öyle hissetmesi zaten, neyse ki tipiniz benzemiyor!”
1963 Surrey doğumlu, orta halli bir ailenin dört çocuğundan biri.
Lakabı ‘Dünya eğlence imparatoru’ olan biri için epey suskun. Lafı ağzından kerpetenle alıyorsunuz.
Disleksik olduğu için liseden terk. Bir konuya uzun süre konsantre olamıyor: “Okuyan, yazan, uzun işler yapan insanlara hayranım. Ama ben de bir mekâna girdiğimde eksikleri bir çırpıda görüp tek tek sıralarım” diyor.
17 yaşında yeme içme işine girmiş. Bulaşıkçılık, garsonluk, her aşamadan geçip kendi restoranını açmış.
Rahat, kasılmayan insanlar arıyoruz
Esas hikâye tam oturduğumuz semtte, Londra’nın Beyoğlu’su Soho’da başlamış.
‘Café Bohème’ adlı restoranın üst katını bir özel kulübe dönüştürmüş.
İngiltere’de statüye ve paraya göre üye kabul eden kulüplerle arasına sert bir çizgi çizmiş.
“Sadece yaratıcı insanları kabul edeceğiz” diye yola çıkmış. “Rahat, kasılmayan, keyifli insanlar arıyoruz hâlâ” diyor.
Türkiye’de neler yaşadı acaba... Kasılmak, poz yapmak bizim milli sporumuz değil midir?
“‘Sen benim kim olduğumu biliyor musun?’ diyen biri çıkmadı mı?” diye soruyorum.
- Bu tipler her yerde var. Los Angeles’ta bir Oscar partisi veriyordum. Adamın biri geldi ve davetli listesini tutan Vanessa’ya yaklaşıp aynen “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sordu. Vanessa da etraftaki herkese “Bu adamın kim olduğunu bilen var mı? Galiba kim olduğunu unutmuş” diye sorarak rezil etti adamı.
- Hahaha, nefis olmuş.
- Londra’da da şatafatlı yaşayan, her yere girebileceğini sanan o kadar çok insan var ki. Biz hangi saati taktığınıza, yaşadığınız hayata bakmayız, nasıl bir insan olduğunuza bakarız.
Bu konuda şakası yok. New York’ta, ekonomik kriz günlerinde bankacılığını, finansçılığını akşama taşıyanların neredeyse hepsini tek tek kovmuş kulüpten. “Kulübün yaratıcı ruhunu öldürüyorlardı” diyor.
Duyduğuma göre, İstanbul’da bazı zengin ailelerin çocuklarının üye olmasından da rahatsızmış. Soruyorum: “İstanbul’da da kovacak mısınız birilerini üyelikten?”
- Yaptığımız bir yanlış varsa düzelteceğiz, evet.
- Nasıl anlıyorsunuz birinin ‘yanlış’ kişi olduğunu?
- Tanıştığınızda davranışlarına baktığınızda belli olur. Kimseyi kırmak istemiyoruz. Ama New York’ta açık açık “Size başka bir kulüp daha uygun olabilir” diye söyledik.
- Ne dediler?
- Bazıları biraz direndi, bazıları sessizce kayboldu.
Londra’daki yeni Soho House, Greek Sokağı’nda açıldı.
Londra’nın Beyoğlu’su
Takım elbiseli, asık suratlı snoblardan hoşlanmıyor. ‘Cool’ tipler arıyor. Bu, mekâna da adını veren Soho semtinin ruhuyla da örtüşüyor. Tıpkı bir zamanlar Beyoğlu’na gidenlerin Etiler’e gidenlerden daha ‘havalı’ olması gibi...
Londra’nın Soho semti tıpkı Beyoğlu gibi rengârenk ve karmakarışık...
Burayı ilk kuranlar aristokratlar ve zenginler. 1670’lerde onlar gidiyor, mülteciler geliyor.
İlki Osmanlı işgalinden kaçan Yunanlar. O yüzden yeni Soho’nun açıldığı caddenin adı ‘Greek Street’ yani Yunan Sokağı!
Zamanla eğlencenin merkezi oluyor. Fuhuşun, sanatın, bohemin de...
Sex-shop’lar, striptiz kulüpleri, müzik ve konser salonları hep iç içe.
1970’lerde film şirketleri buraya akın ediyor. Sonra da gay topluluğu... En güzel restoranlar, barlar burada açılıyor.
1980’lerde Martin Scorsese, Madonna, Prince buranın efsane kulüplerinde takılıyor.
Sonra, bizim de aşina olduğumuz soylulaştırma süreci başlıyor.
Yani işyerleri, rezidanslarıyla sermaye geliyor.
Bizdeki gibi burada da Westminster Konseyi içki ruhsatlarını azaltıyor, saatleri erkene çekiyor.
Sermaye sabaha kadar insan, müzik sesi istemiyor. The Wag Club, Madame Jojo’s gibi ikonik mekânlar kapanmaya başlıyor.
“Soho ölüyor” diyorlar ama ölmüyor... ‘Save Soho’ (Soho’yu Kurtar) kampanyası başlıyor.
Oyuncu Benedict Cumberbatch ve komedyen Stephen Fry başı çekiyor. Bu isimler Soho House’un da müdavimi.
‘The Soho Society’ yani ‘Soho Derneği’ kuruluyor.
Mimari planlardan, tuğlaların rengine, binaların yüksekliğine kadar her şeye karar veren bir sivil toplum kuruluşu bu. Amaçları: Soho’nun ruhunu ve küçük esnafı korumak.
İstanbul gibi bir şehrin önünü kesemezsin
Gece hayatının yara alabileceğini anlayan yerel yönetim Soho’ya yapılan metro seferlerini gece geç saatlere kadar uzatmaya karar veriyor.
Böyle bir şeyi rüyasında bile göremeyecek İstanbul’umuzdan epey farklı bir tablo.
Soruyorum: İstanbul şubenizi neden kapatmadınız?
- Size orada söylemiştim ama tekrar edeyim: Bunun için cesedimi çiğnemeleri gerekir! İstanbul benim için kişisel bir misyon. Ülkeyi, insanları çok seviyorum. 18 ay zorlandık diye çıkacak değilim. Gurur meselesi yaptım ve asla pes etmem.
- Nereden geliyor böyle bir misyon hissi?
- Birçok dinin, kültürün bir arada yaşaması günümüz için cazip bir fikir. Dünyada artık herkesin bir arada yaşamayı öğrenmesi gerekiyor. Mumbai’de, Hong Kong’da da açıyoruz.
Kentimizin bugünkü suskunluğunu, “Her yerin inişi çıkışı vardır. İstanbul gibi bir şehrin önünü kesemezsin. New York gibi bir şehrin de... Şimdi dinleniyor. Değişim başladığında yeniden büyüyecektir” diye açıklıyor.
Dünyanın bütün yaratıcıları, birleşin!
Akşam, burada yaşayan Çağdaş Ertuna ve Brüksel’den gelen Ari Kasuto’yla Greek Street’teki açılışa katılıyoruz.
Tipik ‘boho-chic’ (şık-bohem) yaratıcı sınıf mensuplarıyla kaynaşıyoruz.
Birkaç Hollywood yıldızıyla terasta taco yiyoruz. ‘Özgürlüğün Elli Tonu’ filminin yıldızı Jamie Dornan bunlardan biri... Elinden telefon düşmüyor, sürekli köşelerde konuşuyor.
Geceyi disko müziğiyle dans ederek tamamlıyoruz. (Nick, house ve techno’dan nefret ediyor.)
Köklü bir aristokrasi geleneği olan İngilizler bu sanatçı, gazeteci, sinemacı takımının yanında olmak için can atıyor. Partinin önemini ertesi gün her ‘tabloid’ gazetenin birinci sayfasını görünce anlayacağım.
Yeni ‘yaratıcı sınıf’, sıkıcı aristokratlardan, “ruhsuz” finansçılardan intikam alıyor, zaferini kutluyor sanki o gece...
Nick’e soruyorum: “Prens Harry ile Meghan Markle, Soho House’da tanışmışlar. Doğru mu?”
Gülerek “Ben de okudum bir yerde” diye geçiştiriyor. Ama ekliyor: “Biliyorsun Meghan İstanbul’daki açılışımıza da gelmişti.”
Mayıs ayında prenses olacak Amerikalı genç kadın ile kraliyet ailesinin genç üyesi saraylarda değil, burada tanışmış.
Richard Florida 2003’te ‘Yaratıcı Sınıfın Yükselişi’ adlı kitabında bu yeni sınıfın dünyaya hakim olacağını yazmıştı. Fakat yıllar sonra dünyadaki popülist dalgayı görüp günah çıkartırken: “Yaratıcı sınıf şaha kalkıyordu ama ‘hizmet sınıfı’ sürekli çenesine yumruk yiyordu. Bunu öngörememişim” diyecekti.
Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor
Yeni kentli sınıf bu tatlı hayatın keyfini sürerken, kenara itilen yoksullarla arasındaki uçurum iyice büyüdü.
Londra rüyadan Brexit ile uyandı.
Son gece Dean Caddesi’ndeki Soho House’da Türk sinemacılarla yemek yiyoruz. Memleketi, dünyayı tartışıyoruz.
Gözüm tam karşımızdaki binada... Dean Caddesi’ndeki Karl Marx evi... Marx 1851-1856 arasında burada yaşamış.
Aristokrat karısı Jenny von Westphalen üç çocuğunu burada kaybetmiş.
Benim gibi gazeteciymiş, New York Tribune’den aldığı parayla ve arkadaşı Engels’in yardımıyla geçinmeye çalışmış.
‘Kapital’in ilk bölümlerini burada kaleme almış. Şimdi ‘Quo Vadis’ adlı restorana dönüşmüş olan evinde...
Karşılıklı birer viski içsek ne söylerdi kim bilir? Herkesin eşit olduğu bir dünyadan daha da uzaklaşmamıza... Onca bilimsel gelişmeye, artan refaha rağmen insanın akıldan, birbirinden uzaklaşmasına? Kabileciliğin hâlâ geçerli olmasına?
Böyle şeylere kafa yormanın pek anlamı kalmadı galiba...
Güvenlikli bir kapının arkasında, bana benzeyen insanlarla vakit geçiriyorum.
Gazeteci olmasam benim de giremeyeceğim bir kulüp olmasının önemi yok.
Şu anda keyfim iyi.
Kapansın kapılar, çekilsin perdeler... Küçük gettolarımızda bir süre daha zevk içinde yaşayalım...
Garson! Şu enfes negroniden bir kadeh daha lütfen!
Not: Bu gezi Nick Jones’un bir daveti üzerine gerçekleşti. Okuyucularımızın bilgisine sunarım.