Güncelleme Tarihi:
Ailedeki sıla hasreti, anneden kızına miras. Anne, İran’a kaçtığı Azerbaycan’a... Guguş da anneye hasret büyümüş: “2 yaşımdayken boşandılar. Tahran’da, baba tarafına yakın büyüdüm. Çok uzun zaman annemi hiç görmedim...”
Bu ayrılığın tek iyi yanı, baba tarafının da Azeri olması. Hiç kullanmamasına rağmen hâlâ çok güzel Türkçe konuşuyor.
Peki Acem olmadıkları için hiç ayrımcılık görmüşler miydi İran’da? Kendinden emin, “Hayır, hiç. Hepimiz bir arada yaşıyorduk” demesine bakmayın. Şimdi şarkıcı olarak kullandığı ‘Guguş’ ismini, o zaman Farsça olmadığı için kaydettirememişler nüfusa. Bugünün Guguş’u, 1950’de ‘Faike Ateşin’ olarak eklenmiş aile kütüğüne.
Her ne olursa olsun. “Fars, Azeri ya da başka bir şey değil, ben bir Tahranlıyım” derkenki gurur ve samimiyeti, zamanın Tahran’ını hatırlattığımda elindeki tespihi daha sakin çekmeye başlamasından belli. Sanki dolması için sabırsızlandığı çilesi hafifliyor, yüzü yumuşuyor.
“Tahran tam da o eski filmlerde gördüğünüz gibiydi” diyor. Şehrin kuzey kısmı daha zengin ve modernmiş. Guguşlar güneyde, daha geleneksel olan kısımda oturuyorlarmış. Babası şarkı söylemesi için onu düğün, doğum günü gibi eğlencelere götürdükçe daha çok tanık olurmuş iki yaşam tarzı arasındaki farklara.
Çocukluğunun en mutlu zamanları mı? “Bilirsin çocuklar genelde okulu sevmezler” diye bir kabartıyor; “Ama ben bayılırdım çünkü okul, çalışmadığım ve çocuk olduğum tek zamanlardı” diye yere çarpıyor yüreğinizi.
Sar başa: O bir ‘olma star’ değil, ‘doğma star’... Babası sesinin güzelliğini, dönemin sanatçılarını nasıl taklit ettiğini fark etmiş, 3 yaşında sahneye çıkarmış. “Sahnede olduğumu bile bilmiyordum ki” diyor; “Bana oyun gibi geliyordu...” Bir keresinde tam kalabalığa şarkı söylerken, yerde bir çekirge görmüş. E çocuk bu, tabii ki bu ilginç böceğe yakından bakmak, eğilip eline almak istemiş, zıp zıp kaçınca da bırakmış mikrofonu, peşinden gitmiş...
29 yaşında 17 albüm, 30 sinema filmi... Sadece ülkesinde değil, Ortadoğu ve Orta Asya’da da şan, şöhret...
Asıl ilginci şu: Nasıl oluyordu da zengin olmayan bir ailenin kızı, büyüdüğünde bir saç modeliyle Tahran’ın bütün kadınlarını tornadan çıkmışa çevirebiliyor, bir kıyafetiyle vitrinleri şu ya da bu renge bürüyebiliyordu? Cevap, izahı kadar Hollywood’dan fırlama: “Küçükken babam beni sinemaya götürürdü. Hollywood yıldızlarına bakardım. Onlara bakardım ama ben kendi stilimi, kendim yarattım.”
Guguş olmamayı seçtim
İran’da Humeyni devrimi olduğu sırada ülkesinde değil, Los Angeles’taydı. Hapis yatacağını ve bir daha 21 yıl boyunca şarkı söyleyemeyeceğini bilmeden ülkesine döndü. “Başka çarem yoktu. Her şeyim, tanıdığım herkes, bildiğim her şey İran’daydı” diyor ve neden başka birçok insan gibi İran’dan kaçmadığını isyanla terbiye arasındaki o ince çizgide izah ediyor: “Hapiste bir ay kaldım. İdam bile edilebilirdim. Yeni düzen buydu, boyun eğdim. Artık Guguş olmamayı öğrendim. Gayriyasal yollardan ülke dışına çıkabilirdim. Ama ‘Kaçtı’ dedirtmeyi de kendime yediremedim. Evimdi orası benim. Ama olup biteni gördükçe bunun en az 20 yıl süreceğini biliyordum...”
O sessizlik, belki çok daha uzun hissedilen bu dilsizlik tam 21 yıl sürdü. Yurtdışında ve yurtiçinde hâlâ meşhur olduğunu, kaçak kayıtlarının gizli gizli dinlendiğini bilmiyordu. 21 yıl sonra ilk kez yurtdışında bir film yapmasına izin verildi. Aynı insanlar ona “Peki şarkı da söylemek ister misin?” diye sordular. “İyi de buna izin yok” diye cevap verdi. Halbuki ona film yapmayı teklif edenler her şeyi önceden planlamıştı.
Eğer ülkesine girerse...
Çıkış o çıkış! Yurtdışındaki İranlılar akın akın konserlerine gidiyordu. İnsanlarının kulaklarında ve kalbinde hâlâ Guguş olduğunu anladı.
Şimdi 2018’de çıkacak yeni albümüne klip çekmek için Türkiye’de. Türkiye’ye geldiği gibi İran’a komşu Irak, Dubai gibi ülkelere de gidebiliyor. Ama burnunun dibine kadar gelebildiği halde; doğduğu, Guguş olarak ‘büyüdüğü’, ‘Faike’ olarak hapsedilip susturulduğu ama aklından, gönlünden hiç çıkmayan ülkesine giremiyor.
Eğer girerse o 21 yılın üstüne, daha 17 yıl kesinleşmiş hapis hükmü var.
Humeyni’nin adını bile duymamıştım
Kariyerinizde bir nirengi taşı var mı?
- Yok canım, ben bir yarış atı gibi koştura koştura işimi yapıyordum. Ne kadar meşhur ya da önemli biri olduğumu bile bilmiyordum.
Siz Tahran’ın geleneksel bir bölgesinde büyüdünüz ama işiniz gereği modern kesimleriyle de içli dışlıydınız. O yıllarda İran’ın birden bire bu kadar hızlı değişebileceğini düşünür müydünüz hiç?
- Hayır, hiç. Başımıza geldiğinde şoke oldum. Evet, bazı sıkıntılar vardı ama genel olarak insanların modernleşmeyle bir sıkıntısı olmadığını düşünürdüm. O günlerin rahatlığına tanık olan insanların bunu nasıl kabullendiğini asla anlayamadım.
Bizde de kendilerine ‘liberal’ denen bir güruh var ama Humeyni Devrimi’nden önce, daha fazla özgürlük için mollalarla flört etmenin, bir felaketle sonuçlanabileceğini söyleyen kimse çıkmadı mı koskoca İran’da?
- İnsanların tamamında bir reform olması gerektiği fikri vardı. Ama kimse Humeyni kimdir, falan böyle şeyler bilmiyordu. Devrimden bir yıl önce, Irak’a bir konsere gittim. Oraya kadar gitmişken Kerbala’yı ziyaret etmek istedim. Yolda benle röportaj yaptılar. Ve röportajın sonunda biraz şarkı söylememi rica ettiler. Ben de böyle uhrevi bir ziyarette uygun olmayacağını söyleyerek reddettim. Bana “Ne güzel, Humeyni bunu duysa çok memnun olur” dediler. Ben de sordum: “Humeyni de kim?” O zamana kadar adını bile duymamıştım.
Ajda’yı sahnede canlı izledim
Biz modernleşme maceralarımıza hemen hemen aynı zamanlarda başlamış, birbirine hem rakip hem de birbirini göz ucuyla takip eden komşu ülkeler olageldik. O zamanlar Türkiye, Türk sineması, müziği, sanatçıları hakkında ne biliyordunuz?
- Çok bir şey bilmezdik. Buna vaktim de yoktu. Bir tek Zeki Müren’i bilirdik. Ben de birkaç filmini izlemiştim. Bir de 1967 yahut 68’de Ajda Pekkan’ı canlı izlemiştim. Bir kabarede. Sanırım adı Maksim’di. Ben 17’mde falandım. O da daha 20’lerinde falan bir genç şarkıcı... (Tam olarak 21, aralarında dört yaş var) Sesini, tarzını çok beğenmiştim. Ama adının Ajda olduğunu bile bilmiyordum.