Güncelleme Tarihi:
Çocukluğunuzun başrolünde Bursa ve futbol var. Nasıl hatırlıyorsunuz o günleri?
-Çok mutluydum. 9-17 yaş arası Bursaspor’da kalecilik yaptım. Babam belediye başkan yardımcısıydı, onun güzelleştirdiği şeyleri görerek büyüdüm. Arap Şükrü Sokağı’nın, Tarihi Çınar Ağacı’nın çevresinin düzenlemesini o yaptı.
Yıllarca kalecilik yaptıktan sonra oyunculuğa nasıl geçtiniz?
-Konservatuvara girmek için üç sene uğraştım. O arada ‘Yılan Hikâyesi’nde figüranlık yapıyordum. Bir süre sonra reji asistanlığına geçtim.
Türkiye’de kamera arkası ‘kanlı’ bir yer. Uzun çalışma saatleri, sigortasızlık, ödenmeyen maaşlar, ölümlü kazalar. Nelere şahit oldunuz?
-Yardımcı yönetmenlik yaparken set programını ben yapıyor, onca insanın uykusuna, ne yediğine, ne içtiğine ben karar veriyordum. Yine bir gün çok uzun saatler çalışmıştık. Bir trafik kazası oldu. Arabayı gördüğümde içindeki herkesin vefat ettiğini düşündüm. O gün o işi bıraktım. ‘Sakarya Fırat’ dizisinde oyunculuk yapmaya başladım.
Dizileri filmler takip etti; Türkiye’deki ilk internet dizisini ve kendi kısa filmlerinizi çektiniz. Oyunlar yazdınız, oyunlarda rol aldınız. Şimdi de elimde kitabınız ‘Mukadderat’ duruyor. Hiç durmamışsınız.
-Var olmak istiyorsan iki seçeneğin var: Ya insanlarla kavga edeceksin ya da bir şeyler üreteceksin. Kavgayı başkasıyla değil, kendimle verince bütün bunları yapacak zamanım oldu. Bazen “O kadar çalışıyorum ama bir karşılığı yok” diye düşünülüyor ya; 2006’da ilk internet dizisi ‘Mukadderat’ı çektiğimde pek konuşulmadı. Ama 2019’da ‘Mukadderat’ bugün kitap olarak elimizde. Yani işe yaramıyor değilmiş, zamanı varmış.
Kitaptaki ikinci öykü ‘Vakit’, huzursuzluk ve hırs üzerine. Anlattığınız Türkiye’nin hikâyesi mi?
-Gerçekten o hikâyeyi Türkiye’nin hikâyesi olur diye düşünerek yazdım. Eski bir caminin 20 metre yanına yeni bir cami yapılıyor. O eski caminin imamı, yeni ve yerden ısıtmalı camiye atanacağını düşünüyor ama işler istediği gibi gitmiyor. Devamını anlatmayayım. Hırslarımız, husumetle yaşamak, yapmak istediğimiz şeylerin özünü bize nasıl unutturuyor; hikâye bununla ilgili. Üstelik bu senaryo, Isparta’da bir köyde gerçek oldu.
Son döneme damga vuran dizilerden biri ‘Çukur’ oldu. Canlandırdığınız Vartolu da diğer dizilerdeki ‘kötü’ karakterler gibi ne kadar çok sevildi.
-Son yıllarda seyircinin böyle bir eğilimi var. Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Pablo Escobar öldükten sonra pek çok kişi ‘Narcos’u izlemeyi bıraktı. ‘La Casa de Papel’ dizisindeki Berlin, pek çok kişinin favorisi. Belki de insanlar iyi ve temiz kalpli olmanın, sistemin içinde düzgün davranmanın bir işe yaramadığını düşünüyor. Belki de yapmak istedikleri şeyi o karakterde görüyor ve bir oh çekiyorlar.
Dizilere çarpık ilişki veya öpüşme cezası veriliyor, içki, sigara buzlanıyor, öte yandan bol bol silah görüyoruz. Ne düşünüyorsunuz?
-Hayatın içinde var olan her şey yasaklanınca herhalde geriye bir tek o kalıyor. Bence de ekrandaki şiddet tartışılmalı. Dünyadaki ilk uzun metraj film 1906 yılında yapılmış. Gangster Kelly’nin hikâyesini anlatıyor; filmde 60 dakika boyunca o ona sıkıyor, bu buna sıkıyor. Gaspar Noé’nin 2002 yapımı ‘Dönüş Yok’ filmi de benzer tartışmalara vesile oldu. Noé, “Filmdeki altgeçit sahnesi, tam tersine, insanların içinde bir tecavüz etme dürtüsü varsa o dürtüyü yok ediyor” diyor. Kimileri, “Bu tür şeyleri seyretmek deşarj ediyor, insanların bunu yapma enerjilerini elinden alıyor” derken kimileri de “Çocuklar etkilenip yanlış davranış biçimleri gösteriyor” diyor. Bu çocukların ellerinde oyuncak silahlar var, oynadıkları bilgisayar oyunları belli. İş önce ailelerde, sonra da sektörün başındakiler pedagog ve psikologlarla oturup tartışsa ne âlâ.
Diziyi çektiğiniz Balat’taki çocuklarla çekilmiş çok şirin bir fotoğrafınız var. Onlara bakınca içinizden ne geçiyor?
-Dünyada çocuklar için endişelendiğim bir sürü şey yaşanıyor. Ama onları gördüğümde endişem kalmıyor. Biz de çocuktuk ve kendimizi zeki zannediyorduk. Ama bu çocuklar çok acayip. Bizim yaşadığımızdan daha güzel bir dünya kurabileceklerine inanıyorum. Trabzon’daki bir söyleşide “Karadeniz’in doğasına sahip çıkmazsak…” falan derken 5-6 yaşında bir kız, “Sen rahat ol. Biz burada olduğumuz sürece bir şey yapamazlar” dedi. Ondan özür diledim. İçinde bulunduğumuz dönem, bende bir Shakespeare oyununun son perdesindeymişiz hissi yaratıyor. Perde kapanacak ve bugünün çocukları bu, modası geçmiş, saçma politik kavgaların olduğu dünyada kendi oyunlarını yazacak. Geçen hafta iklim değişikliğine karşı ders bırakma eylemi yapan çocuklar gibi…
Kendinize dair korkularınız var mı?
-Var tabii, korkmak güzel şey. Korku olmasa ortada yenmek için uğraşacağınız bir şey de olmaz. Bu aynı zamanda yaratıcılığı ve sanatı da beliyor. Dünya sinemasındaki en başarılı yönetmenler, İranlı kadınlardan çıkıyor. Bir bizim kendi sinemamızda uğraştığımız dertlere bak, bir de onların ürettiği şeylere... İşte oradaki sinemacı, sinemacı! Halkına yalan söylemenin, onları kandırmanın peşinde değiller. Bu mesleği toplum yararına yapıyorlar. Bu işe zaten bu yüzden başlanmaz mı? Anlatabilmenin, derdini dile getirmenin öyle ya da böyle bir yolunu buluyorlar. Her şeyden önce kendileri umutlu olup bunu insanlara yaymaya uğraşıyorlar. Her dönem, ne olursa olsun, bir çıkış kapısı bulmak, umutlu olup umut yaymak zorundayız.
Umut diyerek gösterimdeki filminiz ‘Sibel’e de pas attınız.
-Bugüne kadar pek çok kez ötekileştirilmiş karakterlerin ne acılar yaşadığını gördük. ‘Sibel’in bir farkı var. Basit ama geçerli bir çözüm yolu öneriyor: Dik durmak bazen her şeyi çözer.
Filmdeki karakteriniz Ali’nin bir sözü var: “Eğer savaşılacaksa, kendim için savaşırım.”
-Doğadaki herhangi bir canlının yaşam felsefesi de budur. Ali, filmin en bilinmeyen karakteri. Aradıkları Ali mi, değil mi? O kişi gerçekte Ali mi, değil mi? Film bize bir ipucu vermiyor ama şunu net gösteriyor: Bilmediğimiz şeyi anlamak yerine ondan korkup yaftalıyoruz.
‘Sibel’, bir özgürleşme hikâyesi. Sizde durum nedir, kuşlar kadar özgür olduğunuzu iddia edebilir misiniz mesela?
-Bugün kimse “İstediğimi özgürce yapabiliyorum” diyemez ama öyle hissetmenin bir yolunu bulmalıyız. Ben bunu yazarken hissediyorum, bazen de yazdıklarımı kendime saklarken. Mesleğimizin özü, insanlara sanatla korkusuzca bir şey anlatmak. Şimdilerde korkusuz olduğumuzu göstermek ya da özgür olduğumuzu hissetmek için ani tepkiler göstermemiz gerekiyormuş gibi bir algı var. Hemen bir tweet atmayı örnek gösterebilirim buna. Bu bizi biraz tembelleştirdi sanki. Daha yararlı, düşünce süzgecinden daha çok geçirilmiş, samimi ve düzgün şeyler söylemek gerekiyor. Bu dünyayı kurtarmaz belki ama en azından insanı özgür hissettirir. Belki bir kuş kadar olmasa da insana yakışır bir biçimde özgür...
Kimi gazeteye yazı yazar, kimi oyun, kimi şiir
“Bana küfretmek, o kişiyi sokağa çıktığında bir kediye tekme atmaktan alıkoyacaksa, lütfen bana sosyal medyadan gece gündüz küfretsinler” demişsiniz. Neler oluyor?
-Türkiye’ye internetin geldiği zaman, MSN’de herkes birbirine karşısında olsa söyleyemeyeceği sözler ediyordu. Bugün de durum aynı. Yorumları okumayıp ciddiye almazsan sorun yaşamazsın. Ciddiye alanlara şaşırıyorum. Senin hiç işin gücün yok mu ki yorumları okuyor ve kendine dert ediyorsun? Kitap oku, bilimle, sanatla ilgilen. Oradan küfretmek sağlıklı bir insanın yapacağı şey değil. Evet, bir insana, bir hayvana bir şey yapmaktan alıkoyacaksa buyursun küfretsin. Kimi gazeteye yazı yazar, kimi oyun, kimi şiir… Garibimin de demek ki kelime dağarcığı o kadar!
Sevdiği ben miyim yoksa kendi Instagram hesabı mı?
“Bu mesleğe başladığımda telefonlarda kamera yoktu, yanımıza gelip sohbet ederlerdi. Şimdilerde bu iş sohbetten, merhabadan, bir tatlı tebessümden uzak bir hale geldi. Geçenlerde havalimanında, uçağa yetişmeye çalışıyorum. Biri kolumdan tuttu, “Bir fotoğraf çekinebilir miyiz” dedi. Fotoğrafı çekti ve “Sen ne yapıyordun” dedi. Beni şarkı söylerken mi gördü, dizide mi gördü ya da futbolcu mu sanıyor? Kim olduğumla ilgili bir fikri yok ama kolumdan tutup çekmeye hakkı var. Hastanede, cenazede, havalimanında bu işi kenara bırakabiliriz ama bunu karşımdakine söyleyemiyorum, “Ya sevdiğinden yapıyorsa” diye düşünüyorum. Sevdiği ben miyim, oynadığım karakter mi, yoksa kendi Instagram hesabı mı? Bilemiyorum.”
Erkan Kolçakköstendil, 2006’da internet dizisi olarak senaryosunu yazdığı ‘Mukadderat’ı öyküleştirerek kitap haline getirdi.
Ailesi dört kuşak önce, Bulgaristan Köstendil’den Bursa’ya göç etti. Nasıl ve neden olduğunu bilmiyor ama iki soyadları var. Bu konu nüfus memurunun da kafasını karıştırmış olacak ki kimlikler dijital sisteme aktarılırken ikisini birleştirmiş, ‘Kolçakköstendil’ yapıvermiş.