Güncelleme Tarihi:
Brad Pitt, 55 yaşında, belki de hayatında hiç gitmediği derinlikte ruhsal keşiflerin ortasında. Çekimlerine 2017’de, dünyanın en merak ettiği şeye dönüşen boşanma kâbusunun ortasında başladığı ‘Ad Astra’ (Yıldızlara Doğru) yalnızca uzay sonsuzluğunda geçen bir bilimkurgu değil. Çağın en ‘film yıldızı gibi film yıldızı’nın iç yolculuğu.
Astronot Roy McBride ucu belirsiz bir macerada, gezegenlerin arasında yıllar önce kaybolan babasını arıyor. Tabii bu bir Michael Bay filmi değil; galaksiler arası fantastik patlamalar ve kısa şortlu Marslı kızlar yok. Pitt ve yönetmen James Gray erkekliği, babalığı, ataerkil düzeni sorguluyorlar. Son zamanlarda ‘Interstellar’, ‘Arrival’, ‘Gravity’ ve yakında ‘Lucy in the Sky’da izleyeceğimiz gibi, ‘Yıldızlara Doğru’ da uzaya çıkışın, ruhun derinliklerine inişin metaforu olduğu türün örneği.
Modern romantik kahraman
“Maskülenite dünyaya büyük zarar verdi” diyor yönetmen Gray. Erkeklerin içlerine bakmalarının; hassas, kırılgan olabilmeye izin vermelerinin mümkün olmadığı dünyada toksik erkekliği sorguluyor. Ve tam bu sorgulamanın ortasında, filmin dev starı, Ozark Dağları’nın, Missouri’nin, ‘daha da Amerikan olamaz’ denilecek bembeyaz bir ailenin altın çocuğu Brad Pitt duruyor.
Koyu Hıristiyan değerlerle, 60’ların orta sınıf idealleriyle, muhafazakâr bir evde büyümüş yakışıklı oğlan, 20 yaşında, üniversiteyi iki ders kala terk edip külüstür bir arabada, cebinde 325 dolarla Los Angeles’a gidiyor. Striptizcileri taşıdığı limuzinlerde özel şoförlük, tavuk kılığında restoran maskotluğu ve bir dolu günü kurtaracak iş yaparken, ileride yıldız kumaşını örecek ‘bizden biri’ ilmeğini atıyor.
Pitt, ‘Thelma ve Louise’de (1991), Geena Davis’in ‘Thelma’sına cinsel özgürlüğün kapılarını açan seksi kovboy ‘JD’ olarak ilk karşımıza çıktığında yeni bir tür Hollywood yıldızının doğuşunu müjdeliyordu. 80’lerin iri aksiyon kahramanlarına, Sylvester Stallone’ye, Bruce Willis’e, Arnold Schwarzenegger’e benzemeyen; Tom Cruise’dan daha melankolik, Johnny Depp kadar serseri olmayan bir tipti. Kahramanlıktan çok ölümle yan yana duran, Yunan tragedyalarındaki romantik kahramanı andırıyordu.
90’lar boyunca onu zirveye taşıyan ‘Interview with the Vampire’ (Vampirle Görüşme), ‘Legends of the Fall’ (İhtiras Rüzgârları) gibi filmlerde sevdiği kadınları felakete sürükleyen, trajik sonlara sebep olan kederli ve tehlikeli bir cazibesi vardı. ‘Legends of the Fall’da Gordon Tootoosis’in anlattığı gibi, “En çok onu sevenler genç ölüyordu. ‘Tristan’ (Pitt) ona çarpanları paramparça eden bir kaya gibiydi”.
Genetik bir mucize gibi duran yakışıklılığını sanki bir lanet gibi taşıyordu. Hatta onu cazibesinin zirvesine, ‘en seksi’ listelerinin tepesine çıkaran ‘Fight Club’da (Dövüş Kulübü) bile bu über erkeklikle kavgalı, özşiddete eğilimli, ağzını burnunu kırana kadar kendini paramparça edip, sonunda kafasına bir silah dayayıp Edward Norton suretinde ölmeye yakındı. Hiçbir zaman sarı saçları rüzgârda dalgalanan (‘Troy/Truva’ hariç), davasında muvaffak, sevdiği kadınla sonsuza dek mutlu kahraman olmayı seçmedi.
Şöhret beyazperdede bambaşka bir jön anlatısı yaratırken, gerçek hayatta da içini sıkıyordu. “O yıllardaki ilgi beni epey afallattı” diye anlatıyordu: “Beklentilerin, yargıların kakofonisi çok rahatsız ediciydi. Bir keşiş gibi kendimi boşluğa bırakmak istiyordum.”
Jolie’yle ‘Mr.&Mrs. Smith’ (2005) çekilirken başlayan ilişki altı çocuk ve olaylı bir boşanmayla bitti.
Fırtına gibi aşklar
O yıllarda dini duygularını, ruhani bağlarını da sorguladı. Koyu Hıristiyan ailesinden gelen bağlarla tanrıya sığınma alışkanlığından vazgeçti. Önce agnostik, sonra ateist (“O sıralar çok punk rock gelmişti”) olduğuna karar verdi. Bir dönem, daha alternatif Doğu spiritüelliğini denedi. Şimdiyse kendi içinde, ‘bir güç var’ hissinin sırrını çözmeye çalışıyor.
Bu ‘kendini boşluğa bırakma’ ihtiyacı, mega şöhret olmanın klişesi alkol ve uyuşturucu da uzun yıllar hayatının büyük parçası oldu.
“Bir Rus’u votkasıyla beraber içebilirdim” diye hatırladığı yıllar şimdi geride. Pitt iki senedir, vişneli soda içtiğini söylüyor.
Tabii bir de bu hayatın içinden fırtına gibi geçen aşk hikâyeleri var. Zamanın ‘it-girl’ü Gwyneth Paltrow’la başlayan, Amerika’nın sevgilisi Jennifer Aniston’ın kalbini epik ölçülerde dünyanın en havalı ‘femme fatale’i Angelina Jolie’yle kırmaya giden, oradan da tüm zamanların en şaşaalı birlikteliğinin yıkımıyla sonuçlanan, son gerçek Hollywood yıldızına yaraşır bir senaryo.
Angelina Jolie ve altı çocuğun velayeti konusu, büyük oğlu Maddox’u dövdüğü iddiasıyla tam Brad Pitt’ten bir canavar yaratmak üzereyken, 2017’de çok stratejik bir hamleyle GQ Style’a verdiği röportaj belki de onu felaketin kıyısından döndürdü.
Pitt uzun zaman sonra bir dergiye ‘kalbini açıyor’ (belki de çok akıllıca ‘mış gibi’ yapıyor), son zamanların en iddialı fotoğraf çekiminde melankoli, yalnızlık ve hayatı sorgulayan orta yaşlıların en yakışıklısını oynuyordu.
Üzgün baba trendinin son temsilcisi
The Daily Beast’ten Amy Zimmerman, GQ röportajı üzerine “Brad Pitt, Hollywood’un üzgün baba trendini mükemmelleştirdi” diye yazdı. Berbat boşanmaların kıyısındaki ünlü babalar (dadıyla Jennifer Garner’ı aldatan Ben Affleck, ultra partici Tobey Maguire) çocuklarını bir hafta sonu görmek için kapıda sigarasıyla bekleyen, abuk sabuk hobiler edinip ya içkiyi bırakan ya da daha çok içmeye başlayan acıklı figürlere dönüşüyorlardı. Pitt de ‘kilden heykeller yapmakta anlık mutluluklar bulan’, ‘Adsız Alkolikler’ macerasının hayatını temize çektiği o üzgün babalar kervanına katılmıştı.
Röportaj her ne kadar epey boş laf, çalışılmış trip içerse de Pitt’i Angelina Jolie kaosundan çıkarmaya yetti. O yıl, ‘sinemada kuralları değiştirmek’ amacıyla kurduğu yapım şirketi Plan B’nin çok ses getiren filmi ‘Moonlight’ (Ayışığı), En İyi Film Oscar’ını aldı. Hatta Oscar tarihindeki en skandal anda, Warren Beatty tam yanlışlıkla ödülü ‘La La Land’e verecekken; Pitt, ‘Ad Astra’nın yönetmeni James Gray’in evinde spagetti yiyordu.
Bu yıl Quentin Tarantino’nun ‘Once Upon a Time in... Hollywood’u (Bir Zamanlar Hollywood’da) ve James Gray’in ‘Ad Astra’sıyla Oscar sezonuna hızlı giriyor.
32 yıllık kariyerinde ‘12 Monkeys’den (12 Maymun) ‘Snatch’e (Kapışma), ‘Se7en’dan (Yedi) ‘Moneyball’a (Kazanma Sanatı) yakışıklılığından kaçtığı, kilden heykelleri gibi yıldızdan aktör yonttuğu sanatının zirvesinde. Şeytanlarını kovalıyor, sadeleşiyor, uzayın derinliklerinde babasını arayan astronotla kendini buluyor. Filmlerini izlerken Brad’i değil ‘Roy’u, ‘Cliff Booth’u görüyorsunuz.
Belki de onun en büyük ikilemi, Buzzfeed yazarı Alison Willmore’un dediği gibi, “Bir film yıldızı bedenine hapsedilmiş karakter aktörü” olmasında.
Hollywood ihtişamının internet öncesi zamandan kalan son büyük yıldızı, 2016’da Leonardo DiCaprio’nun aldığı Oscar’dan daha fazla takdiri hak ediyor.