Güncelleme Tarihi:
Gizem Coşkunarda o geceyi anlatıyor...
8 Şubat Çarşamba
Saat 23.00
24 saatlik araba yolculuğundan sonra Adana üzerinden Hatay’a ulaşıyoruz. Öyle bir trafik var ki merkeze gitmek neredeyse imkânsız. Şehrin hiçbir yerinde elektrik yok, arabaların olmadığı yerlerde hava zifiri karanlık, sokakları enkaz başındaki vinçlerin ışıkları aydınlatıyor, bir de insanların soğuktan donmamak için yaktığı ateşler; hava eksi 4 derece. Kimsenin soğuktan kişisel bir yakarışı yok ancak enkaz altında kalan canların yaşam süresi hepimizi endişelendiriyor: “Bu soğukta nasıl olacak?”
Gördüklerimize inanmak güç, sağa baksan enkaz, sola baksan enkaz... Fonda hiç bitmeyen ambulans sesleri. Herkes bir yere koşturuyor, yakınlarının altında kaldığı enkaz için arama kurtarma ekibi bulmaya çalışıyor. Telefonlar çekmiyor, internet gidip geliyor. İnsanların iki mahalle ötedeki yakınından haber almak için bile oraya gitmesi gerekiyor. Ancak bu defa da trafik problemi başlıyor. O kadar çok sivil ve görevli araba var ki, şehir kontrolden çıkmış durumda. Sürekli toz yağıyor. Hayalet bir şehirde, mahşer yeri kalabalığı ve telaşında genç, yaşlı herkes bir şeyler yapmaya çalışıyor. Birlik beraberlik müthiş, kimsenin iyi niyetinden şüphe yok ama iyi niyet böyle bir ortamda maalesef yeterli olmuyor.
9 Şubat Perşembe
Saat 0.30
Madenciler haberi alır almaz gelmişler
Arkadaşım Uygar Taylan ve şoförümüz Ahmet Göktaş’la saat 0.30 civarı Güzelburç Mahallesi’ndeki 600 Konutlar’a varıyoruz. Burası 5’er katlı binaların olduğu 57 bloklu, 570 daireli, 28 yıllık çok büyük bir site. Siteye girer girmez solda 4 katı birinci katının üstüne çöken bir bina görüyoruz. Çöken 4 kattaki herkes binadan bir şekilde çıkmış. Ama birinci kattaki karı-koca maalesef içeride kalmış. Bahçede onları bekleyen oğulları ve kardeşleri var. Gaziantep’ten gelmişler. Kendi imkânlarıyla madenci bir ekibe ulaşmışlar. Madenciler deprem haberini alır almaz Kozan’dan gelmiş teçhizatlarıyla. Giriş kat haline gelen ikinci katın içinden aşağıya yol açıp çifti bulmaya çalışıyorlar. Yakınları bir umutla içeriden ses bekliyor. Evin neresinde olabileceklerine dair kesin bilgiye ulaşmaksa teçhizat yoksa saatler sürüyor.
Saat 1.00
‘Elimi bırakıp telefonunu almaya geri gitti’
Sitedeki 8’inci blokun önündeyiz... 600 Konutlar’daki en büyük sıkıntı 57 blokun birbirine girerek yıkılması. Hangi blok neresi anlamak mümkün değil. Binaların çoğunda hayat üçgeni için boşluk yok, tabiri caizse iskambil kâğıdı gibi yıkılmışlar. Blokun önünde Halise Abla oğlu Muhammed Furkan’ı (18) bekliyor. Aynı günün sabahında beşinci kattan iki bebek canlı çıkarılmış. “Benim oğlum da çıkar, değil mi kızım” diye soruyor bana. Depremin 72’nci saatine girerken boğazımda kocaman bir yumruyla “Tabii ki” diyorum, “Birazdan ulaşırlar, sen hiç merak etme”. Anlatmaya başlıyor Halise Abla yaşananları, gözünde kalmayan yaşıyla ağlaya ağlaya: “Üç aylar diye oruç tutuyorduk oğlumla beraber. Biraz daha oturayım, hem namaz kılar hem sahur yaparım diye düşündüm. O sırada deprem başladı. Eşime seslendim, o kızımı aldı, önümüzden kapıya koştu, ben de oğlanla arkalarından... İkisi çıktılar, peşlerinden çıktım, sonra arkama bir döndüm, Furkan yok. Elimi bıraktı, telefonu almaya geri gitti.
10 saniye içinde bina çöktü. Biz dışarıda, o betonların altında. Allah’ım ne olur oğlumu bana bağışla. Ne olursun...”
Halise Abla bir an ayrılmadı enkazın başından. Termal kamera ısı gösteriyordu, bu da yüzde 100 olmasa da içeride birinin canlı olabileceği anlamına geliyordu. Bir umut hep ayakta, tam başında bekledi oğlunun. “Hadi” dedim, “Gel, seni biraz oturtayım, bak ben buradayım, tüm haberleri ileteceğim sana”. Bir battaniye ve ayaklarına kalın çorap verdik. “Size lazım olur” dedi, almak istemedi. Soğuk filan umurunda değildi zaten. Israrla enkazın karşısında bir ateş başına oturttum ve çalışmaya geri döndüm. Tam daire kapısının önünde olduğu tespit edildi Furkan’ın ama üzerinde 4 kat vardı. Çalışan ekipler profesyonel değil, 18-20 yaşlarında gençler... Sismik ses cihazları yok, aletleri eksik. Saatlerdir uğraşıyorlar. Ekip kendi arasında artık burayı bırakmaya dair bir konuşma yaparken yan enkazdan bir ses duyuldu: “İçeriden ses geliyor, koşun koşun. Canlı var”... Hepsi birden toplanıp yan binaya geçtiler. Oradan gelen sese sevinç çığlıkları atmak isterken hâlâ vücut ısısı tespit edilen Furkan’ın terk edilişine kahroldum. Furkan’ın binasındaki jeneratör kapatıldı. Vinç ışıkları söndü. Aklımda hep aynı cümle: “Belki de hâlâ yaşıyor.” Korkuyla arkama döndüm, Halise Abla’ya gittiklerini nasıl söyleyebilirdim ki? Bir baktım, dakikalar içinde uyuyakalmış ateşin başında. Bu sayede görmedi karanlığa gömülen binasını ve oğlu Furkan’dan çaresizce vazgeçilişi. Bir anne evladının ölümüne ya da ölüme terk edilişine nasıl tanıklık edebilir ki?
Hikmet Yiğitbaş’ı (30) enkazdan kurtaran Mustafa Aydın (41).
Uygar Taylan, 101’inci saatte 600 Konutlar enkazından Hikmet Yiğitbaş’ı kurtaran AFAD gönüllüsü Mustafa Aydın’la konuştu: “Hikmet’in bulunduğu katın tablası yarılmış. Hikmet o boşluktan alt kata düşmüştü. Önce öbür katın tablasını çıkardık. Altı eşit parçaya böldük içeride hiltiyle, vinçle çıkardık. Sonra alt kata, oradan bir alt kata, sonra yan daireye geçtik. Üç kere zikzak çizdik, 11 metre kazarak ulaştık. Bizimle iletişimi kesmediği için kolay oldu diyelim. 8 saatte...”
Saat 2.00
‘O çiçekler solmadan, Nuray’ım da solmayacak’
Şimdi ses gelen yan enkazdayız, gözüm Halise Abla’da. Ama bu enkazda da durum onun kadar kötü, başka bekleyenler var. Nimet Teyze perişan. İçeriden gelen ses 13 yaşındaki torunu Sude Naz’ın... Yalvarıyor Allah’a, kızını, damadını ve iki torununu çıkarsınlar diye. Aynı binada oturan bir karı-koca var. 50’li yaşlarına yakın oğulları Mehmet Bey de onları bekliyor. İki gün boyunca elleriyle kaldırmışlar bina üzerinden taşları.
Sonunda da Mehmet duymuş Sude Naz’ın yardım isteyen sesini. Jeneratör çalıştırıldı, vinç çalışmaya başladı ve gençler yaklaşık 2 saatin sonunda binayı aşağıya doğru kazarak ulaştılar çocuk odasına. Arka bloktaki enkazdan bir erkek geldi
o esnada. Duruma daha hâkim, arama kurtarma bilgisi var gibi. Hemen içeri girdi ve 5 dakika sonra çıkıp “Sude’yi bulduk. Şu an bizimle konuşmuyor ama söylediklerimize bir yere vurarak tepki veriyor. Lütfen enkazın üstünü boşaltın, çökme yapmasın” dedi. Sude’nin anneannesi, teyzesi ve aile dostlarının o an yaşadığı sevinci tarif edebilmem sanırım mümkün değil. Nimet Teyze’nin yanına koştum hemen. Gözündeki umut içimi parçaladı. “Gel” dedi, “Arabaya gidelim, sana fotoğraflarını göstereyim kızımın, Nuray’ımın”.
O sırada bagajda ayçiçeklerini gördü; “Bak bunları Nuray aldı bana daha yeni. Ramazanda çok misafirim oluyor diye getirmiş. Ben şimdi bunları nasıl yerim” dedi hıçkıra hıçkıra ağlayarak. Bakamadık fotoğraflara, sarıldık, ağladık.
Sabah 5.00’e kadar Sude’yle iletişim devam etti. Enkazın içinden Sude’nin annesi Nuray’a ait telefon bulundu. Gelen her bir eşya onlara artık çok yakın olduğumuzun işaretiydi. Nimet Teyze balkondaki çiçekleri gösterip “Nuray’ımın çiçekleri bile orada duruyor.
O çiçekler solmadan, Nuray’ım da solmayacak inşallah” dedi.
Saat 5.00
‘Bize Antep’te ihtiyaç yoktu, burayı duyunca buraya koştuk’
Enkazın içinde hiç durmadan çalışan üç gençten Emir bir ara burnu kanayınca ambulansa alındı. O sırada kendisiyle konuştum. Gaziantep’ten kalkıp gelmişler. “Orada bize ihtiyaç yoktu, burayı duyunca koştuk geldik” dedi. Daha önce bir arama kurtarma çalışmasına katılmış olmak bir yana dursun bugüne kadar deprem bile yaşamamışlar. Ne dinlendiler ne yemek yediler, Sude’ye ulaşmak için saatlerce uğraştılar.
Saat sabah 6’ya gelirken girişteki madencilerin çalışmasına tekrar döndüm. Ulaşamamışlar ve çalışmaya ara vermişler. Uygar’ın beklediği 13’üncü blokta da bir aileden ses gelmişti. Sitenin giriş bölümünde 6-7 binada çalışmalar vardı. Bu enkazlar arasında kaç kere umutla gidip geldiğimizi hatırlamıyorum belki iyi bir haber alırız diye.
Sude’nin binasında küçük uçlu bir hilti ve termal kameraya ihtiyaç oldu. Herkes çevre ekipleri gezmeye başladı. Ben de çektiği kadar internetimle sosyal medyadan yardım çağrıları yaptım. Önce AFAD ekibi, ardından Babala ekibi aradı. Yan enkazlardan aletler temin edildi, ancak bir süre sonra da bu defa jeneratör bozuldu. İnsanın burada aklını yitirmemesi güç.
Saat 7.00
‘Pirenses annem, pirens babam’
Sosyal medyadan çağrımı duyan bir kurtarma ekibi beni aradı. Bahadır arama kurtarma eğitimi almış, daha önce saha deneyimi olan biri. Yanında bir arkadaşıyla yarım saat sonra yanımıza ulaştılar. Artık hava aydınlanmaya başlamıştı. Enkazda çalışan gençlerden bilgi alıp içeri girdiler. İki saate yakın da
onlar uğraştı. Bina o kadar kötü yıkılmış ki onca betonun altından yaşam koridoru açıp ulaşmak çok zor. O sırada Emir’le konuştum tekrar. Biraz gidip dinlenmesini istedim, cebinden bir kâğıt çıkarıp “Abla şuna bak, ben buradan nasıl gideyim” dedi. Uzattığı kâğıtta Sude’nin belli ki ikinci ya da üçüncü sınıftayken yaptığı bir resim ve üstüne rengârenk yazdığı yazılar vardı. En üstte kocaman “pirenses annem, pirens babam” yazıyor. Büyük bir kalp çizmiş ve içine annesiyle babasının başharflerini yazmış: N kalp H. “Sizleri çok seviyorum.” Bir de babasına notu var ‘BABAM’ diye başlayan: “Baba sen her akşam üstümü örtüp öyle uyursun. Ben seni çok seviyorum. Sana bir şey diyeceğim ama utanıyorum. Üzülme çalışıp düzelteceğim, üzülme lütfen, bay bay.”
Her kız çocuğu gibi onun da babasına ne kadar düşkün olduğu geçti aklımdan. Belki de babası bir gün “Derslerin kötü olursa üzülürüm” dedi, onun da çocuk kalbinde yer etti ve bu mektubu yazdı. Kim bilir ne kadar duygulandı babası bu kâğıdı o gün gördüğünde.
Ben bunları düşünürken Bahadır yanıma gelip “İçeridekiler sizin yakınınız mı” diye sordu. Gazeteci olduğumu öğrenince de gerçeği bir çırpıda söyleyiverdi bana: “Çocuk odasında bir kız çocuğu ve babasına ulaştık. İki kız göremedik. Babası cenin pozisyonunda, sanırım kızını korumak için ona sarılmış. Ama maalesef yaşamıyorlar.”
Dondum kaldım. Sanırım artık saatler sabah 8.30’u geçiyordu. Onca saat bize ses vermişti Sude, şimdi bu nasıl olurdu? Çok inanmıştık kurtulacağına... Bahadır’dan aldığım bu bilgiyle hiçbir şey yapamadım Nimet Teyze ve ailesinin beni görmeyeceği bir yere geçip hıçkırarak ağlamaktan başka. O anda yeniden bir ses geldi “İçeriden ses geliyor, tıkırtılar var” diye. Tekrar bir umut enkaz başına koştuk. Sismik sesölçere ihtiyaç var dendi. Artık AFAD ekipleri de bölgeye gelmişti. Yardım istedik, cihazlarıyla geldiler. 4 kez denediler ama ses artık tamamen gitmişti. 9 Şubat gecesi 600 Konutlar Sitesi’nde insanların canla başla, yemeden içmeden çalışmasına rağmen Furkan da, Sude de,
4 kişilik aile de maalesef kurtarılamadı. Ümitleri tükenen aileler bu kez enkaz altından cenazelerini alabilmek için bekleyeceklerini söylediler.
Saat 13.00
Kimseye ulaşılamadı ama umut hep vardı
8 Şubat akşamı siteye geldiğimizde 600 Konutlar’da eminim ki göçük altında yaşayan birçok canlı insan vardı. Kimseye ulaşılamadı. Depremin 3’üncü gününde siteye ulaşan AFAD ekipleri bazı enkazları kaldırmaya başlayıp hâlâ ses geldiği düşünülen bazı enkazlardaysa çalışmayı devraldı.
‘Herkes müteahhit olursa sonumuz bu!’
Önce Adana’ya uğruyor, oradan Hatay’a geçiyoruz. Antakya’da iki binadan biri yıkık. Orada yaşayanlar “Antakya diye bir yer kalmadı” diyor. Adana’daysa depremden ailesiyle birlikte kurtulan Şengül Gülşen “Hep eski binalar yıkılmadı” diye anlatıyor: “Kuyumcu apartman yaparsa, yumurtacı apartman yaparsa sonumuz bu. Bak, hep onların apartmanları yıkıldı.”
Uygar Taylan’ın Adana ve Hatay izlenimleri...
Pazartesi günü, Kahramanmaraş’ta gerçekleşen 7,7 büyüklüğündeki deprem haberiyle uyandık. 9 saat sonra da 7,6 büyüklüğündeki depremle hepimiz şoke olduk. Ölenlerin sayısı sanki zamanla yarışıyor gibi hızla artıyor, uzaktan, İstanbul’dan orada neler yaşandığı hakkında tahmin yürütemiyorduk. Ekip arkadaşım Gizem’in (Coşkunarda) “Hatay’a gidiyoruz” telefonunun ardından yola çıktık. Kocaeli’nde tipi şeklinde yağan karın ardından önce Ankara, sonra Niğde derken Adana’ya ulaştık.
Şehirde ilk olarak dikkatimizi kule gibi siteler ve yarısı yok olmuş daireler çekti. O özene bezene hazırlanmış, sadece misafirlerin oturmasına izin verilen koltuk takımları depremin yarattığı yarıklardan sarkıyordu. Karşımda yarısı çökmüş apartmana dehşetle bakarken yan apartmanda yaşayan Şengül Gülşen benimle konuşmaya, yaşadıklarını anlatmaya başladı: “Oğlumun penceresi şu apartmana bakıyor. Put kesilmiş, şoka girmiş. Apartman üstüne gelmiş. Düşünün, apartman üstümüze geldi, gitti. Zaten çıktığımızda apartmanı gördük, kolonları patlamış, demir görünüyordu. İkincisinde yarısı devrildi. Kılpayı biz de gidiyorduk. Hep eski binalar yıkılmadı. Yıkılacak olsa çarşıda dört katlı 100 senelik binalar vardı, onlar yıkılırdı. Çünkü herkes müteahhit oldu. Ne oldu müteahhit olanlar, bak onların apartmanları yıkıldı. Bir tane sağlam yer kalmadı. Kuyumcu apartman yaparsa, yumurtacı apartman yaparsa sonumuz bu.”
Adana’dan Hatay’a doğru yola devam ettik. Yol boyu kepçe yüklenmiş uzun TIR’lar, Türkiye’nin dört bir yanından gelen yiyecek, kıyafet bağışlarını taşıyan araçlar ve yardımseverler bizimle birlikte ilerliyordu. Hatay il sınırına girmemizle birlikte ilk olarak İskenderun Liman’ındaki simsiyah dumanı gördüm. Ardından araçtaki radyoda Cemile Sönmez’in çığlık gibi sesiyle ‘Maraş’tan bir haber geldi…’ sözleriyle söylediği ‘Meyrik’ türküsü çalınca o boğaz düğümlenmesi dedikleri hissi yaşadım.
Bekir Yavuz depremde eşi ve oğluyla hayat üçgeni oluşturarak enkazdan sağ çıkmayı başarmış.
‘Baba, hayat üçgeni... Hanım, hayat üçgeni...’
Hatay’a varır varmaz yıkımın en yoğun görüldüğü 600 Konutlar Sitesi’ne gittik. Termal kamera ve kepçeyle kurtarma çalışmasının gerçekleştiği binanın önünde, ateş başında bekleyen Bekir (Yavuz) Amca ile karşılaştım. Depremde babasını, yengesini, gelinini, damadını ve torununu kaybetmiş. Sesi titreyerek anlattı: “Sabah 5.00’e yakın bir civarda depremle kalktık ama öyle böyle bir deprem değildi. Biz hayat üçgeni oluşturduk. Onun sayesinde hayatta kaldık. Bunu sürekli konuşuyorduk çocuklarımızla. Oğlum bağırdı ‘Baba hayat üçgeni’... Ben bağırdım ‘Hanım hayat üçgeni’... Hayat üçgenine geçtik, üçümüz de kurtulduk. Lakin bir de beşinci katta olmamız sebebiyle şanslıydık. Fakat ne yazık ki yardım ekipleri buraya 30 saat gecikmeyle geldi. Çok büyük zaman kaybıydı, 30 saatte burada ölen insanların yüzde 50’sinin yaşama şansı vardı. Olmadı, geç geldiler. Lakin sonra duyduk ki 10 ilde deprem olmuş. Buradakiler kendi imkânlarıyla kurtuldu. Sonradan çıkarılan 10-20 kişi de sağ olsunlar AFAD ekipleri, askerlerimiz, gönüllü ekiplerimiz, büyük şehirlerden gelen ekiplerimiz ve Türkiye’nin dört bir yanından gelen ekipler tarafından kurtarıldı. Allah hepsinden razı olsun, hepsine teşekkür ediyoruz fakat geç kaldılar.”
İs, duman kokusu, helikopter, jeneratör sesi ve sessizlikten umut duymayı bekleyen bir avuç insan…
‘Can çıkarmaya geldik, can vermeye niyetimiz yok!’
Hatay’da toz duman içindeki sokaklarda iki binadan biri yıkılmış. Elektrik yok. Jeneratörler çok önemli. Gece aydınlatılmış bir sokak görürseniz
o sokakta kurtarma çalışması yapıldığını anlıyorsunuz. Yine 600 Konutlar’da başka bir yıkık binadaki enkaz çalışmasına şahit oluyoruz. 17 yaşından 60 yaşına kadar birçok kişi can kurtarmak için canla başla çalışıyor.
Çarşamba sabahı, saat 4.07. Bir binanın içinden çıkan kurtarma ekibi görevlisi içeride Sude adında bir kız çocuğuna seslendiğini ve ondan yanıt aldığını söylüyor. Sude’nin kurtarılabilmesi için titiz çalışılması ve kalabalık yapılmaması gerektiğinin altını çizen görevli “Burada göçük tehlikesi var. Burada ne kadar fazla insan olursa içeride çalışanların canını o kadar tehlikeye atarsınız. Mesul olursunuz. Can çıkarmaya geldik, can vermeye niyetimiz yok” diyor. Bastığınız molozdan çıkan ufacık ses bile enkaz altından gelebilecek bir tıkırtının duyulmasına mani olabiliyor.
Arama kurtarma ekipleri enkaz üzerindeki vatandaşları uyarıyor, uyarıyor, uyarıyor… Ambulansların bitmek bilmeyen siren sesine bir süre sonra kulağınız alışıyor. Depremzedeler göçük altındaki ailelerinin kurtarılmasını beklerken evlerinden çıkardıkları mobilyaları yakarak ısınmaya çalışıyor. İs, duman kokusu, helikopter, jeneratör sesi ve sessizlikten umut duymayı bekleyen bir avuç insan… Acaba bir ses duyar mıyım, çatlaklar arasından bir insan silüeti görür müyüm düşüncesiyle geçen gecenin sabahına boş binalara düşen kurtarma ekiplerinin gölgeleri katılıyor.
Şengül Gülşen deprem anını “Düşünün, karşımızdaki apartman üstümüze geldi, gitti” diye anlatıyor.
‘Biraz daha erken gelselerdi...’
Depremin dördüncü günü… Bölgenin yerlisinden kiminle konuşsam ya “Antakya diye bir yer kalmadı” ya da “Antakya bitti” diyor. Deprem yerin altında ara ara uyanan bir canavar gibi anlık sert artçılarıyla kendini hatırlatıyor. Yardımseverlerin yolladığı bot, kışlık giyecek gibi malzemelerin bir kısmı maalesef Hatay’ın Odabaşı Mahallesi gibi bağış malzemelerinin toplandığı noktalarda, yol kenarlarında etrafa saçılmış bir şekilde duruyor. Sadece deprem değil, koordinasyon eksikliği de can alıyor. Ailesini kaybeden depremzedelerin hepsinin sözü bir: “Eğer yardım biraz daha erken gelseydi eşim, çocuğum, kardeşim, babam, annem kurtulabilirdi.” Şu an bu yazıyı Hatay’dan yazıyorum. Ne zaman döneceğimiz belli değil… Ama dönünce yapacaklarım arasında öncelikli olarak arama kurtarma eğitimi almak var.