Güncelleme Tarihi:
Türkiye’de burjuvazi dendiğinde akla ilk onların adı gelir.
Bugün çoğu kişi artık ilaç üretmediklerini bile bilmiyordur ama herkes onları tanır, takip eder.
Çünkü izleri kent hayatımıza altın harflerle yazılmıştır. İstanbul Modern ve İKSV imzalı bienal, İstanbul Film Festivali, bugünlerde gezebileceğiniz Tasarım Bienali… Hepsinin arkasında onlar vardır. Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı, kariyerinin 45’inci yılına yeni bir kitapla girdi: ‘İşim Gücüm Budur Benim’.
İş hayatı, sosyal sorumluluk ve kültür-sanat alanlarındaki deneyimlerini aktardığı kitap piyasaya çıktı.
Gazeteciler arasında ketumluğuyla bilinen Bülent Eczacıbaşı’yla Levent Kanyon’daki ofisinde buluştuk.
Gençliğinden babasıyla ilişkisine, İstanbul’un durumundan ekonomiye birçok konuya uzandık.
* Türkiye’de burjuvazi deyince ilk akla gelen, Eczacıbaşı ailesidir. Medici’lere, Kennedy’lere benzeten, ‘aristokrat’ benzetmesi yapan bile çıkar. Siz kendinize nasıl bakıyorsunuz?
- Hiç üzerinde konuştuğumuz bir konu değil. Burjuvazi nedir, Türkiye’de var mıdır, yok mudur; oldukça karmaşık bir tartışma.
◊ Var mıdır?
- Ben ekonomik açıdan yaklaşmayı tercih ederim. Böyle yaptığımda karşımda girişimciyi görüyorum. Giderek devletten bağımsız olan bir girişimci kitlesi var.
◊ Zaman zaman Türkiye’de burjuvazinin devletin sözünden çıkmadığını, korkak olduğunu söyleyenler olur. Ne diyorsunuz bu eleştirilere?
- Artık ülkemizde de küresel ekonomide oyuncu olmaya yönelen bir girişimci kitlesi var. Bunların demokrasiye sahip çıkmadığı kanısı nereden kaynaklanıyor, onu çözemiyorum. Darbeler oldu, demokrasiye müdahaleler yaşandı. Silahlı güce hangi kurumlar güçlü şekilde karşı çıktı, çıkabildi de girişimciler karşı çıkmamakla suçlanıyor, buna biraz daha yakından bakmak lazım. Girişimcilerin önde gelen temsilcisi TÜSİAD’a bakarsak, her zaman demokrasiden yana tavır almış, birçok kurumdan fazla. Tersine hiçbir zaman rastlamadım.
◊ Son dönemde ülkede pek çok şey değişti. Fakat ekonomide esas güç hâlâ TÜSİAD’da, İstanbul sermayesinde diye bir bakış var. Doğru mu bu?
- Çok emin değilim. Girişimcilik bence TÜSİAD’ın kalıplarını aştı. İşinsanı dernekleri ve iş âleminin çatı kuruluşları çok farklı bir noktadalar. Güçlü örgütlerce temsil ediliyor, seslerini duyuruyorlar. Belli bir üretim gücünü temsil ediyorlar artık. TÜSİAD belki örnek bir kurum olarak konumunu muhafaza ediyor. Ama 1990’lı yılların başında, benim başkanlık yaptığım zamanlardaki sanayi tablosu çok farklıydı. Bu değişti.
◊ Siz girişimcilik üzerinden anlattınız ama burjuvazi ayrıca bir kültürü, hayat tarzını da içeriyor sanırım. Bu tür bir burjuvazi Türkiye’de oluştu mu? Siz kendinize böyle bir misyon biçtiniz mi?
- Kültür-sanata ve sosyal sorumluluğa ilgi gelişti. Sanayimizin kurucu kuşağı kendi deyişleriyle ‘memleket meseleleriyle’ yaşayan, ülkenin her sorununu kendi sorunları olarak gören, şirketleri kadar kurdukları vakıflarla da uğraşan insanlardı. Zaman içinde sosyal sorumluluk diye bir kavramla tanıştık, sosyal sorumluluk kurumlaştı. Şimdi kuruluşlar arasında bu alanda bir yarışa girişildiğini görüyoruz. Kültür-sanat bunun sadece bir yönü. Bu alana ilginin artması da son derece sevindirici bir gelişme. Çünkü bu alanda hem özel kesimin hem de kamunun desteğine ihtiyaç var. Dünyanın her yerinde olduğu gibi... Bu destek ülkemizde giderek artan oranda veriliyor. Tabii biz her zaman yetersiz bulacağız, o da başka...
◊ İKSV’nin vakıf senedinde ‘İstanbul’un dünyanın kültür başkentlerinden biri durumuna gelmesi’ gibi bir hedef belirtiliyor. Son zamanlarda sokağa çıktınız mı? Beyoğlu’nun, Taksim’in hali içinizi acıtıyor mu?
- Potansiyeli çok daha büyük görüyoruz, içimizi acıtmasının nedeni de bu... Neler yapılır, İstanbul dünyada nerelere getirilebilir diye baktığımız zaman, evet, içimiz acıyor. Çünkü gerçekten dünyada eşi bulunmayan bir kentte yaşıyoruz. İstanbul’u dünyanın en çekici kültür merkezlerinden biri haline getirmek, bir Avrupalının hafta sonu ne yapacağını düşünürken “Bakalım İstanbul’da neler oluyor” diye bakma alışkanlığı edinmesi, olmayacak bir şey değil.
◊ Oldu öyle bir dönem. Newsweek’in ‘Cool İstanbul’ kapağı zamanları. 2000’li yılların ortalarında “Avrupa’nın en havalı şehri” diyorlardı.
- Doğru. İstanbul’a karşı duyulan heyecanın azalmasında kuşkusuz bölgemizdeki olayların etkisi var. Ne de olsa Avrupalı bizi bir Ortadoğu sepetinin içinde görebiliyor, “Amaan şimdi de sırası mı” diyebiliyor. Ama biz İstanbul için gerekli olan her şeyi yapıyor muyuz? Yeteri kadar müzemiz var mı? Sergi açabiliyor muyuz? Konser veriliyor mu? Kültür mekânları, kültürün altyapısı yeterli mi? Pek çok eksiğimiz olduğunu görmemiz lazım.
◊ Beğenmeden Ortadoğu diyoruz ama -siz de kitapta bahsetmişsiniz- Suudi Arabistan’da müze patlaması yaşanıyor. Abu Dabi’ye Louvre açıldı! Bizi çoktan geçtiler galiba...
- Çok görkemli mekânlar inşa ediliyor ve çekim merkezine dönüştürülüyor. Herkes de bunları konuşuyor ve bunları görmek için bu kentlere gidiyor. Biz de kendi çapımızda elimizden geleni yapıyoruz. Yeni müzeler yapılıyor, Atatürk Kültür Merkezi yenileniyor. İnşallah çok güzel bir kültür merkezi ortaya çıkacak.
◊ Son yıllarda bir durgunluk olduğu malum fakat dün yürürken yabancı misafirlerime epey hava attım. Contemporary İstanbul’a, Tasarım Bienali’ne akın eden yüzlerce kişi, sokakta keman çalan insanlar; eski günlerinde gibiydi İstanbul. Şehir bir şekilde kültürel yaşamı diriltiyor. Böyle bir gücü var
galiba...
- Var tabii, onun için içiniz acımıyor mu dediğiniz zaman, evet acıyor, çünkü çok farklı bir noktaya getirebiliriz İstanbul’u.
Türkiye’nin hikâyesi aşındı
◊ Kitapta güzel bir anı var. Avrupalı bir arkadaşınız size yıllarca “Boşuna uğraşmayın, İslam’la demokrasi bir arada olmaz” diyormuş.
- Evet, 1990’lı yıllarda yapılan bir toplantıda yabancı bir dostumuz bizi biraz kıran bir fıkra anlatmıştı. Londra’da bir deney yapıyorlarmış, aslanla kuzu bir arada yaşatılmaya çalışılıyormuş. Gazeteciler sormuş, nasıl gidiyor diye. Deneyi yürütenler “Fena gitmiyor ama ara sıra kuzuyu yenilememiz gerekiyor” demişler. Dostumuz açıkça “Siz İslam’la demokrasiyi bir arada yürüttüğünüzü iddia ediyorsunuz ama sık sık darbelerle demokrasiyi kurban ediyorsunuz” demek istiyordu.
◊ Sonra özür dilemiş sizden.
- Ondan sonra parlak yıllarımızda “Ben seni çok kırmıştım herkesin içinde. Türkiye artık hepimizin sevgilisi... Yatırım deyince Türkiye, gezmek deyince Türkiye” dedi.
◊ Son zamanlarda hiç aradı mı sizi bu arkadaşınız?
(Gülüyor)
◊ “Türkiye hikâyesini kaybetti” diyorsunuz kitapta. Bunu biraz açar mısınız?
- Pazarlamacılar bir ürünün, onu benzerlerinden ayıran bir hikâyesi olsun ister. Bir zamanlar Türkiye’nin hikâyesi ‘Hür dünyanın Doğu’daki bekçisi, NATO’nun Doğu’daki kalesi olmak’tı. Özal’lı yıllarda ‘Küreselleşmenin parçası, dinamik, liberal Türkiye’... Üçüncü hikâye AK Parti’nin iktidara gelmesiyle ortaya çıktı. Demokratik reformlar yapan, bir Müslüman toplumda demokrasinin gelişebileceğini, AB’ye katılım sürecinin başlatılabileceğini kanıtlayan, bir yandan da hızlı büyümeye devam eden Türkiye, bütün dünyaya son derece ilginç bir hikâye sundu. Şimdi hikâyesiz kaldık derken bunun kesintiye uğradığını anlatmaya çalışıyorum. 2007-2008 krizinden sonra AB’nin Türkiye’ye karşı soğuyan tutumu, bölgemizdeki savaşlar, bir ara kabaran terör dalgası, iktidar partisinin kapatılması için açılan dava, korkunç bir darbe teşebbüsü, Ergenekon, Balyoz davaları gibi gelişmeler, Türkiye’nin hikâyesini aşındırdı. Artık dünyaya yeni bir hikâye anlatmamız gerekiyor.
◊ Nasıl olacak bu?
- Bu hikâye gerçekçi olmak ve Türkiye’nin güçlü yönleri üzerine kurulmak zorunda. Geçmişle övünen değil, ileriye bakan bir hikâyeye ihtiyacımız var. Dünyaya “Bize güvenin” diyebilmek için sağlam bir hukuk sistemi, “Geleceğimize güvenin” diyebilmek için ise sağlam bir eğitim sistemi lazım.
◊ Böyle bir hikâyeyi kendimize de anlatmamız lazım galiba...
- Kesinlikle. Her şeyden önce kendi insanımızın heyecanı için lazım.
◊ Yeni Şafak gazetesi bile geçenlerde “Bu gençler neden ülkeyi terk ediyor” diye soran bir yazı yayımladı. Bir beyin göçü mü yaşanıyor?
- Çok sayıda insanın geleceğini dışarıda aradığını görüyorum, evet. Onları geri çekmemiz lazım. Üç-dört hedefe indirgenmiş, net, yeni bir hikâyeyle ortaya çıkmamız lazım.
◊ Ülkede iki kutuplaşmış kesim var. Muhtemelen akıllarındaki hikâyeler farklı olacaktır.
- Geçmişte bu ülke ortak hedefi paylaşarak çok önemli başarılar elde etti. Herkes daha iyi yaşam koşulları, çocukları için parlak bir gelecek istiyor. Özlemleri ortak. Bu ortak yönleri öne çıkaran hedefler ülkeyi birleştirebilir. Başka çaremiz yok.
Hem sanayi hem de bankacılık kesimi bu ekonomik durumla baş edecek güçte
◊ Ekonominin durumu sizi kaygılandırıyor mu?
- Makro göstergelerde bir kötüleşme oldu, bu sene yüksek enflasyon yaşayacağız. Zaten enflasyonu yeteri kadar indiremediğimizi düşünürken şimdi yükseliyor. Döviz kurunda bir sıçrama oldu, onun etkilerini yaşayacağız. Dengeler yerine oturuncaya kadar bir rahatsızlık hissedeceğiz ama ben hem sanayi hem de bankacılık kesiminin bu durumla baş edecek güçte olduğunu düşünüyorum. Çok daha kötü koşullarla baş ettik geçmişte, tecrübemiz var. Avrupa’nın iyi bir konjonktürde olması çok yardımcı bize. Böyle böyle bu dönemi atlatacağız.
Kapitalizm sağlıklı çalışmıyor, tedavisi gerekiyor
◊ Gelir dağılımındaki adaletsizliğe dikkat çekiyorsunuz kitapta. Thomas Piketty’ye atıfta bulunuyorsunuz. Birkaç yıl önce Ali Koç da “Eşitsizliğin ortadan kalkması için kapitalizmin ortadan kalkması gerekir” demişti. Bugün dünyada daha güçlü bir sol olsaydı, sağ popülizme, fanatizme kayışın önü tutulabilir miydi?
- Solun geleneksel reçetelerinin işe yaramadığını dünya gördü. Başka sentezlere ihtiyaç var. Kapitalizmi nasıl herkesin yararına çalıştırırız? Zenginlik yaratmakta daha başarılı olmuş bir sistem yok. Ama bu sistem sağlıklı çalışmıyor. Hastalığın tedavisi gerekiyor.
◊ Nedir bu hastalık?
- Paranın politik güç, politik gücün para yaratması... Para belirli ellerde toplandıkça bu odaklar daha fazla güce sahip oluyor. Politik gücü kendilerini zenginleştirmek için kullanıyorlar. Böylece toplumu büyük krize sürükleyen bir döngü ortaya çıkıyor. Bu dünya tarihinde ilk defa görülen bir gelişme değil ama şimdi yeniden böyle bir tehlikenin ortaya çıkmakta olduğunu görüyoruz. Geçmişte gerek ABD’de gerekse Avrupa’da kapitalizmin aşırılıklarını başarıyla törpüleyen hareketler görülmüştü.
◊ Nasıl?
- Amerika’da ‘Yeni Düzen’, Avrupa’da sosyal demokrasi bozulan dengeleri düzelten hareketlerdi. Şimdi küreselleşme devrini yaşıyoruz. Küreselleşme bir yandan zengin ülkelerle gelişmekte olan ülkeleri birbirine yaklaştırırken, bir yandan da toplumlardaki gelir dengesizliklerini artıran etkiler getiriyor.
◊ Milyarder olmak nasıl bir şey? Bir restoranda mönüye bakar mısınız? “Bu yemek çok pahalı, bunu yemeyeyim” dediğiniz olur mu?
- Olmaz olur mu, tabii ki. Paranın değerini bilmenin servetle ilgisi olduğunu zannetmiyorum. İmkânları çok kısıtlı insanlar paranın değerini bilmeyebiliyor; çok zengin insanlar her kuruşu sayabiliyor. Farklı şeyler... Ama bize paranın değerinin öğretildiğini söyleyebilirim.
◊ Bir gününüz nasıl geçer?
- 06.30-07.00 gibi kalkarım, spor yapmaya gayret ederim. At binmeyi çok severim. Küçüklüğümden beri binerim ama seyrekleşti artık. Biraz yavaşlatmak lazım, çok riskli bir spor. Spor yaparsam 10.30 gibi, yapamazsam 08.00-08.30 gibi ofise gelirim. Günde üç-dört toplantı, görüşme yaparım.
◊ Gizli zevkleriniz var mı? Sizden beklenmeyecek bir şeyler... Atıyorum, paça çorbası içer misiniz? Fatih’te büryan kebapçınız var mı?
- Sanat konusu var.
◊ Yükseldik yine birden. Alamadık sizi dünyamıza!
- Hayır canım, öyle bakmayın sanata! (Gülüyor) İKSV ve İstanbul Modern bize iş yaşamı dışında bir dünya sunuyor, o dünyayı yakından takip etme zorunluluğunu da getiriyor. Sergileri gezmek gibi... Fotoğraf gezilerini de artırdım son zamanlarda.
◊ Şehirde en sevdiğiniz, arada gidip gezdiğiniz yer neresi?
- Kendi kendime çıkıp gezdiğim pek bir yer yok doğrusunu isterseniz. Ailece gezeriz, vakit ancak ona yetiyor. Mesela gün esnasında çıkayım da hava alayım gibi bir alışkanlığım yok.
◊ Çok önermiyoruz zaten son zamanlarda...
- (Gülüyor) Onu uygulamıyoruz diyorsunuz!
◊ Kitabın sonsözünde şu dizeler var: “Gökyüzünün rengi soldu, maviye boyanacak. Deniz yırtıldı, dikilecek...” Neden böyle bitirdiniz?
- Anlatmıştım ya kitabın başındaki ‘Dalgacı Mahmut’ şiirini... Solcu arkadaşlarımın işe yaramayan işadamlarına benzettikleri Dalgacı Mahmut... Kitabın sonunda Dalgacı Mahmut’un başka bir açıdan işinsanına ilham vermesi gerektiğini belirtmeye çalıştım. Yırtılan denizleri dikmekte, rengi solan gökyüzünü yeniden maviye boyamakta işinsanına büyük iş düşüyor. Ozon deliğinin onarılması çok güzel bir başarı öyküsüdür. Bu deliğe neden olan freon gazlarının üretimi kısıtlandı. Başka gazlar, kimyasal maddeler geliştirildi. Ve ozon deliği tamir edildi. Bu, büyük şirketlerin işbirliğiyle olmuştur, devletlerin filan değil. Yırtılan gökyüzü tamir edildi aslında. Bugün benzer bir işbirliğine ihtiyacımız var.
◊ 1968 olaylarına yetiştiniz mi?
- Üniversiteye başladığım yıl.
◊ Yani entelektüel bir çevredesiniz. Bir tarafta Che Guevara’lar, Deniz Gezmiş’ler, bir tarafta aileniz... Sol rüzgârdan siz de etkilendiniz mi? Yoksa “Bunlar gelirse bizim de canımıza okur” diye çekindiniz mi?
- Çok arkadaşım o rüzgârın etkisi altındaydı. “İşadamı eşittir Dalgacı Mahmut” dendiğini hatırlarım. Kitaba başlığını veren şiirde, “Hiçbir şey yapmaz bunlar, gökyüzünü boyar, denizi diker” gibi espriler yapılırdı. Ama bir yanda da Nejat Bey gibi bir model vardı. Benim gözümde hiç de kötü bir şey yapmıyordu. Yatırım yapmayı, vakıflar kurmayı düşünüyordu. Sevgi, saygı görüyordu. Niye kötü bir şey olsun ki babamın oluşturduğu model diye düşünürdüm. Bu çelişkileri yaşadım.
◊ Turgut Özal sizinle ilgili yıllar sonra demiş ya, “Bunlar da babaları gibi solcu oldu” diye.
- Evet, başkasıyla konuşurken benim hakkımda böyle söylediğini duydum. Babamın sosyal demokrasiye ilgisi vardı. Konuştuklarımıza benzer kaygılar...
◊ Denge arayışı...
- Evet, o denge olmazsa hep beraber felakete gideceğiz düşüncesi... Sosyal demokrasinin özellikle Avrupa’da yarattığı olumlu dengelerden etkileniyordu. Ecevit’i aşırı beğeniyor diye çok eleştirilmişti. Hep bu arayışın sonuçlarıydı onlar.
Alman Lisesi’ni 100 yıllık rekoru kırarak bitirdim, hâlâ geçen olmadı
◊ Aile ortamınız nasıldı? Asilzade gibi mi yetiştiniz yoksa burnunuz sürtüldü mü biraz?
- Gençlerin birinci görevi öğrenimlerini en yüksek başarıyla tamamlamak, biraz da işlere yaklaşmaktı. Babam beni yaz aylarında haftada iki gün fabrikada çalıştırırdı. Onun dışında zorlamazdı.
◊ Alman Lisesi babanızın fikri miydi?
- Annem Alman Liseli... Babam da Alman-Amerikan karışımı bir eğitim almıştı.
◊ Heidelberg’e gitmiş. O zaman dünyanın bir numaralı üniversitesine...
- Sonra da Chicago ve Berlin’e. Babam “İngilizce eğitim veren bir okula gidersen başka dil öğrenemezsin” derdi. Bu düşüncelerle beni Alman Lisesi’ne yolladılar. Babamın her şeyde çıtayı yükseğe koyma alışkanlığı vardı. Beklentisini belli ederek motive etmek yolunu seçerdi. Akşam yemeğinde annem “Nejat, Bülent bugün karnesini almış, sınıfın birincisi olmuş” der...
◊ Birinci mi!
- Tabii, Alman Lisesi’ni rekor kırarak bitirdim. Çalışmayı severim ben! Okulun 100’üncü yılında mezun oldum, derecemin 100 yılın rekoru olduğunu söylemişlerdi.
◊ Hâlâ sizde mi rekor?
- Daha sonra rekoru kıran olduysa da ben kabul etmiyorum çünkü bizden sonra sistem değişti! O zaman hem Türk hem Alman diploması almak zorundaydık. Şimdi o mecburiyet kalktı. Dolayısıyla kimse bana “Senin rekorunu kırdık” filan diye gelmesin! (Gülüyor) Neyse işte, annem bunları söyler, babam “Aferin oğluma. Zaten başka türlüsü beklenmez!” der, başını kaldırmadan yemeğini yerdi. Şimdi gel de birinci olma!
◊ Cambridge’e göndermemiş sizi...
- Almanya’da da İngiltere’de de her istediğim okula girebilecek durumdaydım. İki üniversitede gözüm vardı: Cambridge ve Londra’daki Imperial College. Cambridge’in ünü tabii büyüleyiciydi. Imperial College da kimyada efsanevi bir yerdi. Babam “Üniversite eğitimi bir diploma alıp gelmek değildir. İnsanın kendini her yönden geliştirmesidir. Konserlere, tiyatroya, sergilere, operaya, müzelere gitmen lazım. Cambridge’ten Londra’ya gide gele yapamazsın” dedi ve seçimi benim için yaptı.
◊ Şık bir müdahale olmuş! Bunu o yaşta sizin söylemeniz gerekmez miydi?
- (Kahkahalar) Benim aklıma hiç böyle şeyler gelmiyor o zaman. Cambridge’te o nehirler, manzaralar o kadar cazip geliyordu ki...
◊ Korktu mu acaba sizin adınıza? Bu kadar çalışmasın, biraz hayatını yaşasın diye...
- (Gülüyor) Sonuçta iyi bir seçim oldu.
◊ İşinsanı olmasaydınız ne yapmak isterdiniz?
- Akademisyen olmak isterdim. Fizik, matematik tutkum vardı. Babam bundan endişe eder, “Bu tutkular insanı belli bir yola sokar. Onu geri çekmek çok zordur” derdi. Ama zorlamanın da mutsuzluğa ve başarısızlığa sebep olacağını düşünürdü.
◊ Ne yaptı peki?
- “Git, kimya mı fizik mi, ne istiyorsan oku. Ben de müziğe çok meraklıyım. Ama ne yaptım? İş hayatına girdim. İstanbul Festivali’nin kurucusu oldum. Herhalde müziğe, sanata katkım herhangi bir müzisyenden çok daha fazladır. İş yaşamı insana böyle olanaklar verir, fark yaratırsın” gibi bir yol izledi. Başarılı da oldu. Bu duyguyu yarattı bende.
◊ Doğru karar almanın tek koşulu var: Açık bir tartışma ortamı. Hataların hepsine dönüp bakarım, hepsinde istisnasız bir şey var: Yeterince tartışılmamıştır. Herkesin fikri alınmamıştır. Konu basit zannedilmiştir.
◊ Açık tartışma ortamına bazen biz gerek görmüyoruz veya acele ederek hata ediyoruz. Bazen insanlar içlerinden geçenleri açıklıkla söyleyemiyor veya söylemiyorlar. Patronun ne düşündüğüne bakıyor, onu hissetmeye çalışıyorlar.
◊ Birini işe alırken o kadar çok şeye bakıyoruz ki, İnsan Kaynakları’nı “Altı aydır adama haber vermemişsiniz” diye aradığım çok oluyor.
◊ Kurum kültürü yazılı olmayan kurallardır. Yönetmeliklerde bulamazsınız. “Bu iş böyle yapılır, böyle yapılmaz”, “Eczacıbaşı’nda
bu yapılmaz kardeşim” gibi. Bunlar bir yandan katılaştırır ama bir yandan kimliğinizi korumanızı sağlar.
◊ Vehbi Koç’la, Sakıp Sabancı’yla TÜSİAD çatısı altında ve aile dostları olarak çok yakın çalıştım. Başarılarının altında benzer faktörler var. Birincisi iş takibi, fikri takip... İşi sonuna kadar götürme azmi.
◊ Zeki insandan bol bir şey yok dünyada. Zekâ bir çan eğrisi grafiğiyle dağılıyor, biliyorsunuz. Çizginin bu tarafında milyonlarca insan var. Çalışkanlık diyorsanız, herkes çalışıyor. Ayıran şey azimdir insanları. Hedefe varıncaya kadar bir daha!
◊ Önceki kuşağın memlekete bakışı, iyimserliği çok etkili oldu üzerimizde. “Ya biz neler gördük, bırakın Allah aşkına” tutumu... Türkiye’nin her sorununu kendi sorunları olarak görürlerdi. Eğitim için, ormanlar için bir şey yapmak lazım; “Vakıf kuralım,
bunu ben üstleneyim, onu sen üstlen”... Sürekli böyle yaşadılar.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR