Güncelleme Tarihi:
Yeni projesi için koşturmaca içindeyken izin gününde yakalıyoruz Salih Bademci’yi. Onu yıllarca hafızalara kazınan, güçlü rollerde izledik. Ama son iki senedir yıldızı öyle bir parladı ki herkes ondan ve oyunculuğundan bahseder oldu. Ama Salih aynı Salih. Neşeli, çevresine karşı çok nazik ve eğlenceli. “Sonuçta ben birinin canını kurtarmıyorum ki. En fazla bir ürün sunup insanların birkaç saatini tiyatro veya ekran karşısında mutlu geçirmesini sağlıyorum” diyor. Birlikte birer filtre kahve alıyoruz, başlıyoruz muhabbete...
İki senedir ekranda, sahnede Salih Bademci rüzgârı esiyor. Nasıl hissediyorsun?
Çalışmaktan o esintinin tadını alamıyorum. Çok haberim de yok açıkçası. Sevdiğim işleri, işin ehli insanlarla yapıp kenara çekiliyorum, gerisi halkın takdirine kalıyor. Ama sana bununla ilgili bir şey anlatabilirim.
Tabii...
İşleri ayrı zamanlarda çekiyoruz ama bazen üst üste yayına girebiliyorlar. Bağdat Caddesi’nde bir pano vardır. İki sezondur o panoya rol aldığım dizilerden birinin afişi konuyor. Sonra başka bir işim girdi ve onun afişini astılar. Küçük kızım da beni orada görmeye alışmış. Görmediği zaman “Baba burada resmin yok, neden kaldırdın” diyor. Onları benim fotoğraf çerçevem zannediyor, acayip canı sıkılıyor (gülüyor).
Harika hikâyeymiş. Yan ve güçlü rollerde karşımıza çıkan adamken artık süperstar Salih oldun. Peki, bu billboard’lar, afişler seni nasıl etkiliyor? Değişiklik var mı hayatında?
Estağfurullah, süperstar Salih demeyelim, ben yine çok çalışıyorum, yani değişen bir şey yok.
Senin için yan rol, başrol ayrımı var mı?
Rolleri bu şekilde nitelendirmiyorum çünkü yan rollerimde de çok sıkı çalışıyordum. Sağ olsunlar senaristler hiç boş bırakmıyordu, insanlar da seviyordu o rolleri.
O yüzden kendi adıma fark ettiğim bir değişim yok.
39 yaşındasın, bu şöhret için geç kaldığını düşünüyor musun?
Hayır, iyi ki böyle oldu.
Neden?
Genç yaşlarda başrol oynayan birinin daha sonra yan rol oynadığını görmeyiz, sanırım genç yaşlarda böyle şeylere daha çok takılıyorlar. ‘Başrol oynadım, yan rol oynamam’ diye düşünüyorlar. Hayattaki birçok güzel yolculuğu kaçırıyorlar. Benim şansıma o yolculuk ufak adımlarla güzel güzel başladı, öğrene öğrene gittim. O yüzden de şu an olduğum yerde, gerçekten biriktirdiğimi fark ediyorum ve bir daha yan rol oynamam gibi şeyler de yok.
Senin böyle egoların yok mu yani? Bir filmde beş dakika görünecek olsan da kabul eder misin?
Yok vallahi, ben rolümü seviyorum, gerisi geliyor. Beş dakika görünecek olsam da kabul ederim. Hangi işte oynadığım, kimlerle çalıştığım, gerçekten buna değip değmediği önemli olan.
Geçenlerde bir arkadaşım senin için “Ne oynasa inandıran adam” dedi. Bu karakterleri nasıl oluşturuyorsun?
Başta karakteri sevmen, bunun üzerine kafa yorman, o kişiyi tasarlaman, enerjisini bulman lazım. Her insanın enerjisi, bir müzikalitesi vardır, oynadığım karakterlerde onun sesini, rengini bulmaya çalışıyorum. Mesela benim her karakter için bir playlist’im vardır.
Müzik listesi mi hazırlıyorsun yani?
Evet, canlandırdığım karakterleri anlatan, tanımlayan müzik listeleri oluştururum. Bazen eğlenceli, bazen saykodelik, bazen klasik, bazen Türkçe pop parçalar olabilir. Oynarken dara düştüğümde ya da bir sahneyi okurken müziği dinliyorum, bana yol gösteriyor.
İsminin bu kadar büyümesi korkutuyor mu?
Yok, övgüden çoğalmayacak, yergiden azalmayacak, devam edeceksin.
Egon yükselmiyor mu?
Ben birinin canını kurtarmıyorum ki. En fazla bir ürün sunup insanların birkaç saatini tiyatro veya ekran karşısında mutlu geçirmesini sağlıyorum. Eğer hayata dair verdiğim bir-iki güzel şey varsa ne mutlu, canınızı sıktıysam da kusura bakmayın. Yani hayatta kapladığın yerden daha büyük bir ego çıkarırsan o seni gölgeler.
KARAKTERDEN ÇIKAMAYAN DESTEK ALSIN
Dünden bugüne oynadığın roller seni nasıl dönüştürdü?
Aslında daha ziyade şimdiye kadar canlandırdığım roller benim için turistik bir seyahat gibiydi. Birini tanıyorsun, yeni yerler görüyorsun, onun hayatına dahil oluyor, anlamaya çalışıyorsun. Mümkün oldukça o gördüğümü, inandıklarımı seyirciye yansıtmaya çalışıyorum. Yaptığım şey aslında biraz Ay gibi olmak. Güneş’in ışığını alıp Dünya’ya yansıtıyorum.
Bunu yaparken hiç role kendini kaptırıp savrulduğun oldu mu?
Hiç olmadı, bu dediğine de pek inanmıyorum, oyunculuk psikolojiyi yıpratan bir meslek, ama bunun oynadığın karakterlerle alakası yok. Çalışmayla, kendinle uğraşmanla ilgili zorlukları var. Karakterden çıkamamak falan bana çok sakat geliyor. Böyle bir şey yaşayan oyuncu arkadaşlar varsa da acil destek alsınlar.
“Psikolojiyi yıpratan bir meslek” dedin. Senin yıprandığın oldu mu?
Tabii çalışmaktan yıprandığım zamanlar oldu. 2017 yılıydı sanırım. Bir yandan dizi çekip bir yandan iki-üç tiyatro oyunu birden oynuyordum. Artık çok yorulduğum, hayattan tat alacak vaktimin kalmadığı zamanlar oldu diyebilirim...
Bu gibi dönemlerde hayata aynı heyecanla tutunmanı sağlayan neydi?
Çok kıymetli bir eşim, hayat arkadaşım var. İyi günü paylaştığım kadar beni çok sağlıklı tutan biri. O yüzden ona gerçekten minnettarım, çok kahrımı çekti gerçekten.
Lokum gibi bir adamsın sen, ne kahrın olabilir?
Buzdağı gibi düşün, insanın görünmeyen olumsuz yönleri vardır. O yüzden pozitif ve neşeli duran bu tatlı adamın görünmeyen tarafları da olabilir. Her zaman en yakınımızdakine nazımız geçer. O anlamda ‘Kahrımı çekti’ dedim. Bir de büyük bir ailem yok ama okul zamanından beri hiç kopmadığım çok yakın arkadaşlarım var. Yıllardır birbirimize maddi manevi her türlü destek oluyoruz. Beraber tiyatroya, tatile gideriz. Bunu yaşamak, beni çok şanslı ve iyi hissettirdi hep.
Bir röportajında “Oyunculukta gelişiyorum ama bir yandan da içimdeki çocuğu kaybediyorum” demişsin. Neden?
‘İstanbullu Gelin’ zamanı yönetmenimiz ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’nin tekrarına denk gelmiş ve bana yollamıştı. İzledim ve “Ne kadar güzel oynamışız” dedim. O toyluk, o heyecan, enerji o kadar güzel geldi ki. Çünkü yıllar geçtikçe öğrenmenin getirdiği bir eminlik başlıyor. Aslında oyunun bilinmez heyecanından koptuğun bir sürece giriyorsun. Bu yüzden içindeki çocuk ölüyor.
Bunun çözümü var mı?
Ben içimdeki çocuğu tiyatro sahnesi sayesinde diri tutuyorum. Çünkü tiyatro çok organik bir şey. Her akşam, her oyuna sıfır noktasından başlıyorsun.
HİKÂYESİNİ OKUDUĞUMDA ÇOK MUTLU OLDUM
Yeni işin ‘Dilek Taşı’ Kanal D’de başladı. Bu işte seni cezbeden ne oldu?
Hikâyesi. Senaryo yazmak aşırı zor bir iş, ulusal kanallarda özellikle çok tektip hikâyeler gelmeye başladı. Oyuncu olarak aynı şeyleri okumak insana hem sıkıcı hem yorucu geliyor. ‘Dilek Taşı’nın genel hikâyesini okuduğumda çok mutlu oldum ve “İnşallah yaparız, altından kalkabiliriz” dediğimi hatırlıyorum. Şimdi bakınca da bu işten razıyım, çok sevdim.
Karakterini nasıl anlatırsın?
Bu iş ilk geldiğinde şöyle geçmişe bir baktım, rol skalamda genelde hep zengin adamlar var. İlk defa daha geliri düşük, işçi sınıfından bir karakteri canlandırdım. En büyük derdi ailesini, karısını ve kızını korumak. Nahif, gerçekten mert bir karakter Mustafa. Kızı için her türlü zorluğu göğüsleyen biri, çok ahlaklı bir adam. Hayata karşı farkındalığı yüksek. O yüzden biraz hayranlık duyuyorum kendisine.
Hikâye 80’lerde geçiyor. 80’ler hakkında ne düşünüyorsun?
Ailemin gençliği 80’lerde geçti. Ben hep o atmosferin içinde büyüdüm. Bildiğim yıllardı, üzerine okuyarak ve dinleyerek uzmanlaştım.
Tiyatro oyunun ‘Aydınlıkevler’ de 1975’te geçiyor. O yıllara ışınlanmak ister miydin?
İstemezdim. Ama bir yandan da düşününce ‘Bu dünyaya geç mi kaldık, erken mi geldik’ diye bir laf vardır. Bence geç kaldık.
Neden öyle düşünüyorsun?
Dünyanın gidişatına bakıyorum, büyük bir nüfus artışı var, kaynakların yetmemesi gündemde, hep yokuş aşağı gibi sanki. Gerçi her dönem çok çalkantılı olmuş ama en azından umutlar daha diriymiş.
Başka hangi projelerin var?
‘Kulüp’ün yeni sezonu geldi. ‘Aydınlıkevler’ devam ediyor. Demet Akbağ, Yılmaz Erdoğan, konservatuvara girerken ‘Bir gün inşallah çalışırım’ dediğim isimlerdi. Düşün, Yılmaz Erdoğan 20 sene sonra bir tiyatro metni yazıyor ve 15 sene sonra Demet Akbağ tiyatro sahnesine dönüyor ve bu bana denk geliyor. Muhteşem!
GİYİNDİM, SÜSLENDİM, ÇİÇEĞİMİ ALDIM, GİTTİM
Sekiz senedir İmer Özgün’le evlisin. Meslektaşsınız ve zaten konservatuvar arkadaşıymışsınız. Hatta İmer Hanım’a okul yıllarınızda “Salih senden hoşlanıyor” diye şakalar yapıyorlarmış ve her şey öyle başlamış. Doğru mu?
Doğru. Trollerdik (kandırırdık) birbirimizi. Ama 2009’da mezun olduk, ilişkimiz 2010’un mayıs ayında başladı.
Mezun olana kadar arkadaştınız yani...
Evet, hakikaten aramızda bir şey yoktu. O dönem başka ilişkilerimiz vardı.
Okul bitince ne oldu da bu arkadaşlık aşka dönüştü?
Yüksek lisans döneminde birlikte çalışmaya ve çok vakit geçirmeye başladık. İkimizin de hayatında kimse yoktu. Baktık arkadaşlığın dışında bir şeyler içimizde yükselmeye başladı. 14 Şubat oldu, İmer’e “Ne yapıyorsun, hadi gel yemek yiyelim” dedim. Giyindim, süslendim, çiçeğimi aldım, gittim. Baktım o da süslenmiş, püslenmiş. ‘Demek ki o da boş değil’ diye düşündüm. Ama şubattan mayıs ayına kadar başlamadı ilişkimiz.
Neden?
Arkadaşlığın bozulmasından korkuyorsun. Aynı arkadaş grubu içindeyiz, o grubun dengesi bozulacak, ne olacak gibi bir tedirginliğimiz vardı. Ama şunu diyeyim, hayattaki en güzel şey arkadaşınla sevgili olmak ve onunla evlenebilmekmiş. Sevgilinle ilk zamanlarında karşılıklı rol yapmalar falan vardır, onları hiç yapamıyorsun, seni tanıyor zaten.
13 yıldır tanışıyorsunuz. İlişkiyi diri tutmanın sırrı ne?
Bir sırrı yok aslında. Çok fırtınalı zamanlardan da geçiyoruz, geçiliyor, üç yıldır hayatımızda çocuğumuz var. Çocuk bir anda hayatınızı altüst ediyor. Adaptasyon gerekiyor, çoğu zaman birbirinin dilinden anlayamaz hale geliyorsun. Ama her seferinde olumlu olumsuz her şeyi bir terazinin kefelerine yerleştiriyorsun. İyiler hâlâ ağır bastığında devam ediyorsun. Bir de gerçekten eşinle konuşman lazım, beklemekle, beklentiyle olmaz. Biz erkeklerin zaten kromozom yapısı evrim olarak geriden geliyor, kadın aklını anlamak çok zor. O yüzden bazen “Hadi oturalım, konuşalım” demeli.
İYİ AİLE ÇOCUĞU DEĞİL, İYİ AİLENİN BİR ÇOCUĞUYUM
“Öfke mükemmel bir enerji kaynağıdır” demişsin. Ama sen hiç öfkeli bir adama benzemiyorsun...
Bana bir de evimizin çocuğu gibi derler genelde.
Evet, tam da öyle, evimizin oğlu gibisin, tam bir iyi aile çocuğu havan var...
Al evine de gör Hakan (gülüyor). İyi aile çocuğu değil, iyi ailenin bir çocuğuyum ben. Kendimi azaltmak için söylemiyorum ama her insanın hem iyi hem kötü yanları vardır.
Sendeki öfkeyi neler çıkarır ortaya?
Verdiğin emeği karşı tarafta görmüyorsan, sen orada kan, ter, gözyaşı içindeyken, karşı taraf işi senin kadar ciddiye almıyorsa o zaman dişimi sıkmaya başlıyorum.
Gerçek Salih’i biraz anlatsana...
Ne kadar farklı şey yapmaya çalışsan da sonuçta kendi bildiğin, tanıdığın duygular, kendi deneyimlerinden yola çıkarak karakterleri oluşturuyorsun. Canlandırdığım rolleri toplayıp sayısına böldüğünde çıkan şey benim (gülüyor).
Hayatta yapmaktan imtina etmediğin şeyler nelerdir?
Hayatta iki şeyden korkmam; özür dilemek ve teşekkür etmek. Benim için hayattaki en güzel şeyler bunlar. Bazıları zayıflık gibi görür. Ben asıl bunu yapamayan insanlardan çok korkarım.
KENDİMİ SEKSİ BULABİLİRİM AMA SEVİMLİ BULMAM
Başrol erkeklerin, jönlerin liginde onları yeteneğin dışında besleyen şeyler var; magazin, fizikleri, gündem olmak... Sen bunların içinde ne kadar varsın?
‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ çekiyoruz, 2010 yılı, dizi aşırı tuttu ve bütün karakterler çok tanındı. Sokakta yürüyoruz İmer’le (karısı, o zaman sevgilisiydi), bir anda karşımıza magazin çıktı. Kamera ışıkları yandı. Merhabalaştık. “Birlikte misiniz” diye sordular, “Evet” dedik. “İlişkiniz nasıl gidiyor” dediler, “İyi” dedik. Ve başka soru yok. Ne bileyim ben zaten göz önünde olmayı falan bilmiyorum. Zaten Anadolu Yakası’nda yaşıyorum. Sakin bir hayat kurdum. O yüzden magazin tarafım eksik. Jönlükle de ilgilenmiyorum. Jön olmak fiziki olarak çok emek isteyen bir şey, her zaman iyi görüneceksin. Ama tabii estetik olarak ben de kendime mümkün olduğu kadar dikkat ediyorum.
Sence seksi misin sevimli misin?
Arada aynaya bakıp ‘İyisin be böyle’ dediğim oluyor. Kendimi seksi bulabilirim ama çok sevimli bulmam. Kendime sevimli gelmiyorum.
Asansörde bir saat kapalı kalıyorsun, yanında kim olsun?
Eşim diyeceğim ama klişe olacak.
Eşin dışında...
Tamam, hikâyesi ve çalkantılı hayatı olan biri olsun, sohbet edelim. Marilyn Monroe diyeyim.
İlk âşık olduğun ünlü kimdi?
Sanem Çelik. 90’ların başıydı, daha çok küçüktüm.
Bir kadında asla tahammül edemediğin şey nedir?
Çocuk taklidi.
Yaparken yakalandığın ve en utandığın şey neydi?
Kopya çekmek.
Görünce gözlerini alamadan baktığın bir şey söyle...
Uçsuz bucaksız deniz.
Sevgilinin odasında bir obje olsan ne olurdun?
Saç fırçası.
‘DİLEDİĞİN GİBİ YAŞA’
Kızın İklim 3,5 yaşında. İklim adını neden seçtiniz?
İmer’in ablası doğmadan önce, tüm ailesi istedikleri isimleri bir kâğıda yazıp kura çekmişler. Babası İklim ismini yazmış ama onunki seçilmemiş. İmer’in babası 2016’da vefat etti, bana bu hikâyeyi anlatınca “Bize miras bırakmış baban” dedim ve bence muhteşem de bir isim.
Babalık hayatında neleri değiştirdi?
Babalık aklımı değiştirdi, aklımı aldı. Bir de inanılmaz bir sevgi, gitgide artıyor. ‘Daha ne kadar artacak bu sevgi’ diyorsun. Artık anne-babaların neden çocuklarından kopamadıklarını anlıyorum. Bazen sevgime ket vurmak istemiyorum. İçten içe kendime sürekli şunu hatırlatıyorum; o bir birey ve sadece senin çocuğun değil. O şu anda senin çocuğun, kısa bir süre sonra kendi hayatı olacak. Senin yanında kalacak tek kişi var, eşin, bunu unutma!
Kızına bir öğüt verecek olsan bu ne olurdu?
Dilediğin gibi yaşa.