Güncelleme Tarihi:
“Türk reklam ve sinema tarihine ilişkin anlattıklarınız çok çarpıcı ama sinema diliyle tarif edersek kitap fragman gibi. İnsan daha neler olmuştur diye düşünmeden edemiyor” diye bir girizgâh yapınca Ömer Vargı’dan ders niteliğinde bir yanıt geliyor: “Benim bir zamanlama ve zaman takıntım var. Bir futbol maçı 90 dakika, uzatmalar falan 100 dakika diyelim. Bu 100 dakikanın 50-60 dakikasında
top oyunda kalır. 22 oyuncu, 30 bin seyirci var... Çok iyi veya kötü bir futbolcu olabilirsin. Takımda nerede olduğun da önemli. Bu kitapta bir futbolcuyum. Bir futbolcunun ayağında top maksimum
1.5-2 dakika kalır. Ben, o topun ayağımda kaldığı 1,5 dakikayı anlattım. O sırada öbür futbolcu ne yaptı, kim hata yaptı, seyirci ne yapıyordu, ortam nasıldı değil, sadece top benim ayağımdayken ne yaptığımı ve bunun bana etkisini anlattım.”
Bu anlatım tesadüfi değil, Ömer Vargı ODTÜ’de fizik okumuş, bana sorarsanız anlatımındaki ketumluk da incelik de bunun sonucu. Peki, nasıl başladı Türk sinema tarihinin kilometre taşlarına ismini kazıyan Vargı’nın hayatı? Baştan söyleyelim, öyle bir kitapla anlatılacak gibi bir hikâye, hayat değil onunki... İstanbul, Moda’da doğmuş Ömer Bey ama aile o sırada Ankara’da ikamet ediyor babanın işinden dolayı. Ömer Bey ailenin ikinci çocuğu. Ağabey yabancımız değil, memleketin bilinen işinsanlarından Murat Vargı, hani cep telefonunu Türkiye’ye ilk getirenlerden...
Babasız büyüdü
6 yaşındayken, bir kalp krizi sonucu henüz 43 yaşındaki babasını kaybediyor. İşte o günden sonra bir yaşam mücadelesi başlıyor Vargı ailesi için. Fikret Hanım lise mezunu bir ev hanımı. O da kolları sıvıyor, çalışıyor, ailesinin de desteğiyle iki evladını yetiştiriyor, iyi okullarda okutmayı başarıyor. “Babasız kalmak sizi çok mu etkiledi” diye sorunca “Hiç etkilemedi. Babalı olmayı bilmiyorum çünkü. Abimle hayatlarımızın böyle olması belki de bizim babasızlığımızın bir sonucu. Babam yaşıyor olsaydı, ‘Şunu oku, şöyle yap’ diyecekti. O bir avantaj mı dezavantaj mı? Biz de babasız büyüdük ne yapalım!” diye yanıt veriyor.
Mücadeleci biri Ömer Vargı, annesinden gördüğü gibi soruna değil, çözüme odaklanıyor. Tam bu noktada Fikret Hanım’la oğlu arasında geçen bir olayı anlatmak gerek, dedik ya sorunu çözmeye odaklı bir kadın. Fikret Hanım 70 yaşına geldiğinde kansere yakalanır, zamanla yatağa düşer, ızdırap içindedir. Ömer Vargı’nın son ziyaretlerinden birinde “Senden bir isteğim var. Çok ızdırabım var oğlum. Bitirelim şu işi, şu yastığı yüzüme bastırman lazım. Mutlu mutlu öleyim” diye gayet ciddi bir teklifte bulunur. Bu olaydan birkaç gün sonra da torunu Arcan’ı görmek ister ve ardından hayata veda eder.
İlk iş görüşmesi Güney’le
Dönelim kaldığımız yere... Ömer Vargı ODTÜ’de okurken sinemacı olmaya karar verince soluğu İstanbul’da alıyor. Ve bir yakının yardımıyla ilk iş görüşmesi için Güney Film’e gidiyor. O görüşmeyi Yılmaz Güney’le yapıyor. “ODTÜ’de fizik okuyorum, fotoğraf çekip satıyorum. Ama sinemaya dair bir şey bilmiyorum, kova taşı derseniz, taşırım” deyince Yılmaz Güney, “Tamam seni asistan yaptık, git Şerif Gören’le konuş” diyor ve ‘Endişe’ filminin setine adım atıyor. ‘Endişe’ Adana, Yumurtalık’ta çekilen ve Yılmaz Güney’in bir tartışma sonucu Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu’yu vurup cezaevine girdiği film. Vargı vurulma anı hariç her şeye tanık oluyor, o davada şahitlik de yapıyor.
Sonrası çorap söküğü gibi... Elbette çok maceralı, çok olaylı. İlk sinema filminde ‘Ustam’ dediği Şerif Gören’le çalışmak, ona, Ankara’ya okula döndüğünde, ‘filmci’ gibi hissettiriyor. 1970’li yıllar, ODTÜ her anlamda hareketli bir okul, ülke de öyle... Setlerden uzak duramıyor çünkü o artık Türk sinemasının en üretken, yaratıcı yönetmenlerinden Şerif Gören’in asistanı. ‘Köprü’, ‘İstasyon’, ‘Nehir’... Birçok filmde Gören’le çalışıyor. Bu arada kimlerle tanışmıyor ki Tarık Akan, Hülya Koçyiğit, Müjde Ar, Erol Taş, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Kadir İnanır...
Vargı’nın sineması önemli, dahil olduğu her film unutulmazlar arasında. Ama onun reklamcı tarafı da çok güçlü. Kendi tarifiyle reklamların sinema filmi gibi seyredildiği dönemde, sektörün içinde söz sahibi oluyor. Cenajans reklamcılık alanında ilk işyeri, Ali Taran’la orada tanışıyor, çok iyi arkadaş oluyorlar. Cenajans’ın harika çocukları onlar. Patron Nail Keçili baştacı ediyor onları. Ama duramıyorlar ve bir süre sonra kendi ajansları Link Ajansı kuruyorlar. İşsiz, parasız kalıp zor günler yaşanıyor ama hiç vazgeçmiyorlar. “Sinema mı, reklamcılık mı” dediğimde “Biri kısa biri uzun, ikisi de film benim için. Filmci filmcidir” diyor.
Evladıyla sınandı
Bu arada evleniyor Ömer Vargı, ilk çocuğu Ayşecan’ı kucağına alıyor. Hayat onu sınamaya devam ediyor. Ayşecan henüz bebekken menenjit oluyor, günlerce çocuğunun başında bekliyor Ömer Bey, çok şükür o mücadeleyi Ayşecan kazanıyor. Bir ajansın ortağıyken cebinde para olmadığı için annesinden borç alıp hastaneye koşuyor. Bu olayın sonucunda tabir uygunsa arkadaşlarından yediği ‘kazık’ ona yeni kararlar aldırıyor. Sonra oğlu Arcan dünyaya geliyor. Vargı böylelikle ikinci kez baba görmemiş bir baba oluyor.
1.500’den fazla reklam filmi çekmiş Ömer Vargı, sinema filmleri yok bu hesapta. “Çok çalışmış olmalısınız, özel hayatınıza nasıl etki etti bu” deyince bir başka hayat dersi veriyor: “Çok çalıştım, evet. İş açısından insanın en yoğun olduğu dönem, en fazla şey yaptığı dönemdir.
Mesela 2 gün ara bulursan seyahate gidersin. Şimdi zaman var ama bir yere gitmiyorum.
İnsanın iş yaşamı ne kadar yoğunsa özel yaşamı da o kadar yoğun oluyor. Hayat çok üzerinde düşünülecek bir şey değil, yaşanacak bir şey... Yaptığım şeyi iyi yapmaya çalışırım. Çöpüm bile tertiplidir benim. Bozuk eşya sevmem ya tamir ederim ya ettiririm, olmuyorsa atarım.”
Çok önemli filmlere imza attınız, böyle olmak size ne hissettiriyor diye sorduğumda beklemediğim bir yanıt veriyor: “Bir şey hissetmiyorum. Ben ne yapıyorsam onu iyi yapmak için uğraşıyorum. Hiçbir şeyi bu çok şahane olacak diye yapmadım ki, denk geldi. Denk gelen şeyi iyi yapmaya çalıştım. Çok müthiş iş yapıyorum demek doğru gelmiyor bana. Bunun kararını ben veremem ki... Öyle olmuşsa ne âlâ, memnun oluyorum sadece.”
Başta da dedim ya, ‘Bu Filmde Ben de Vardım’ fragman tadında, anlatılacak, yazılacak şey çok. Bu yazı da kitap gibi ‘sıkıştırılmış’ oldu. Yoksa, her fasıla bir kitap, film sebebi Vargı’nın hayatında. Türk sinema ve reklamcılık tarihine ve hatta memleket meselelerine aşina olmak isteyenlerin keyifle okuyacağı bir kitap. Ve bunun için eşyazar Şeyda Taluk’a teşekkür etmek gerek. Ömer Vargı ile arkadaş sohbetlerini bir döneme ışık tutan bir kitap haline getiren o. Çünkü belli ki iş Vargı’ya kalsa, bu iş olmazdı. O filmlerinde hikâye anlatmayı seven ama kendi hikâyesi söz konusu olduğunda ‘cimrileşen’ biri... Başkaları adına konuşmayı, hikâyelerin diğer tarafında olanların hakkına girmek olduğunu düşünüyor, onların payına düşenleri anlatmak istemiyor, herkes önünden yesin diyor bir anlamda. Temennim, Şeyda Taluk’un Vargı’yı ikna edip aralarda kalan bölümleri de yeni bir kitapla bizlere ulaştırması...
‘AKŞAM YEMEĞİ ARKADAŞLA YENİR’
İşi önemli Ömer Vargı için ama arkadaşlıkları, dostlukları çok ama çok kıymetli... Doğal olarak çok insan tanıyor, arkadaş açısından zengin. Ben en bilinenden yana şansımı deniyor ve “Şener Şen, Yavuz Turgul...” diyorum, yüz ifadesi değişiyor, başka bir hale bürünüyor: “Arkadaşlarım, onlar benim arkadaşlarım!” diyor ve devam ediyor “Şener’le sık görüşürüz. İki ayda bir yemek yeriz, Yavuz da gelir. Bir de Emel Sayın var o grupta. Ben akşam yemeklerini arkadaşlarımla yerim ve asla iş konuşmam. Sohbet ederiz. İş yemekleri öğlen yenir. Akşam yemeği yakınlarınla...”
HER FİLM BAŞKA BİR HİKÂYE
Eşkıya
Senaryosunu Yavuz Turgul’un yazdığı ‘Eşkıya’nın yapımcısı Ömer Vargı. Projeyi Şener Şen getirmiş. ‘Eşkıya’ yıllar önce onu jandarmaya ihbar eden ve 35 yıl hapiste yatmasına neden olan arkadaşından intikam almak üzere İstanbul’a gelen Baran’ın hikâyesi. Elbette işin içinde bir kara sevda da var. Filmi Türkiye’de yaklaşık 2,8 milyon kişi izledi. IMDB’de (Internet Movie Database) en iyi 250 film içine giren ilk ve tek Türk filmi oldu.
Cem Yılmaz’ın Leman Kültür’de gösteri yaptığı dönemler. Ömer Vargı bir gün Yılmaz’ı izlemeye gider. Gösteri bittiğinde Cem Yılmaz’a “Ben Ömer Vargı, bir gün seninle film yapacağız” der ve çıkar. Yılmaz şaşırır elbette. Vargı’nın yönettiği film Altan (Cem Yılmaz) ve Nuri (Mazhar Alanson) kardeşlerin yolculuk hikâyesini anlatıyor. Ama ne yolculuk! Altan’ın en büyük hayali bir bar açmak, bu yolda kimi yanlış yollara sapmaktan çekinmiyor. Nuri ise bir ecza deposunda çalışıyor, ilkeli biri ve kardeşinden uzak durmak istiyor. Altan depodan ilaç çalarak gerekli parayı elde edeceğini düşünüyor. Ve Relaton adlı ilaçları çalıyor. İlacın adı Vargı’nın hayatındaki mizahın bir ürünü, uydurma bir isim. Filmden önce yapılan bir tatilde başlattıkları kelime uydurma oyunundan bir parça. Film çok beğeniliyor ve Cem Yılmaz tabir uygunsa resmen parlıyor.
‘Kabadayı’da Şener Şen’le ve Kenan İmirzalıoğlu’yla çalışıyor. Kameranın arkasında Ömer Vargı var, senaryo Yavuz Turgul’a ait. Film çok başarılı oluyor. Ama basın İmirzalıoğlu’nun senaryo gereği dansöz kıyafetleriyle çekilmiş fotoğraflarının peşine düşünüyor. Hikâyeye göre Devran’ın (Kenan İmirzalıoğlu) dansöz kıyafetiyle çekilmiş fotoğrafları vardır ve düşmanları, o fotoğraflarla ona şantaj yapmaktadır. Fotoğraflar çekilecek ama İmirzalıoğlu kaygılı. Sorunu Vargı çözüyor: Ömer Vargı çekiyor fotoğrafları. Kendisi, sayılı olarak basıp Kenan İmirzalıoğlu’na veriyor. Rol gereği Devran fotoğrafları ele geçirip yakıp denize atıyor. Böylece basılı fotoğraf kalmıyor. Vargı da daha sonra dijital kopyaları siliyor. Basın da fotoğrafların peşinde koştuğuyla kalıyor.