Güncelleme Tarihi:
Hep bahsediyorum ya 90’lardan. Yine oradan başlayacağım, hatta daha da önceden... Tek bir kanalımız vardı televizyonda. Sonra ikincisi açıldı. Çok farklı bir durumdu ilk birkaç gün. Birinden sıkılınca ötekini açıveriyorsun. Fakat televizyonda daha fazla düğme var. Bunlar ne acaba diye düşünüyordum. Bir ses tuşunu kullanıyoruz, iki de kanal var.
Sonra özel kanal diye bir şey çıktı ortaya. Test yayını başladı. Karşımızda sürekli aynı film ya da şarkı, dönüp durdu günlerce. Sonra birden açıldı bu özel kanal. Pek de bir fark olmadı hayatımızda. Sadece televizyonun bir tuşu daha işe yarar hale geldi. Sonra birden kanallar hızla çoğalmaya başladı ve bizim televizyonun tuşları yetmez oldu. E, ne yapacağız? Önce hangilerini izleyeceğiz diye karar verildi evde. Falanca kanalda film varmış dendiğinde babam bir çubuğu alete sokup çevirerek bulurdu onu.
Bugün her aklımıza geleni izleme özgürlüğüne sahip olmanın rahatlığını yaşıyoruz. Buraya bu hızla gelmek enteresan. Benim yaşımda olanların hayal bile edemeyecekleri bir teknoloji var artık hayatımızda.
Kendimi dinlerken bazı yerlerde kızdım, bazı yerlerde güldüm. Yani kendi kendimle zaman geçirdim.
Benim işim görselle olmuyor tabii ki artık.
Sessel medya diyorum buna kendimce. Ama hiçbirimiz dinlemeden ya da izlemeden yaşayamıyoruz. Ve işte ben de kapıldım bu içerik yarışına… Evet, podcast yapmaya başladık. İlk bölümü de yayımladık bu hafta başında. İlk fark ettiğim, meğer benim hayatım, yani içinde olduğum durum zaten kocaman bir podcast’miş. Görüntü yok, ses çok. Hem de gerekli-gereksiz bütün sesler, duymak isteyeyim ya da istemeyeyim… Sizdeki gereksiz görüntüler gibi.
Biz 27 Mart sabahı ‘Karanlıkta Diyalog’ adlı programımın ilk bölümünü yayımladık Can Öz’le. Yayıncılık ve kitap dünyasıyla olan ilişkimi ve daha birçok konuyu konuştuk. İkimiz de o kadar çok konuşmuşuz ki kendi podcast’imi dinlerken kendim olduğunu unuttum, bazı yerlerde kızdım, bazı yerlerde güldüm. Yani farkında olmadan kendi kendimle zaman geçirdim.