Güncelleme Tarihi:
Birlikte tiyatroya gittiğimiz arkadaşım seslenince irkildim. Kafesinde, masada oturuyordum, dalmışım. Sıyrıldım düşüncelerimden, içeceğimden bir yudum alınca iyice kendime geldim. Burada oturmayı seviyorum. Oyundan en az yarım saat önce gitmeyi ve mümkünse boş salonda oturmayı da çok seviyorum. Biliyorsunuz, daha önce dans gösterilerim olmuştu. Sahneye çıkmadan önce boş salondaki bir koltuğa kurulup ‘Biraz sonra neler olacak acaba’ diye düşünmek, o koltuklarda beni/bizi kimlerin izleyeceğini düşünmek hoşuma giderdi. Aslında kulisten taşan sesleri dinlemek de hoş gelir bana. Oyun öncesindeki hazırlık koşuşturmasında sesler hafif yükselebilir çünkü mutlaka bir aksilik çıkar. Tabii o aksilikler sahneye yansıtılmaz.
Gösteri için sahneye çıkmadan boş salonda oturup ‘Biraz sonra neler olacak’ diye düşünmeyi severdim.
İşte o gün Şişli’deki Pera Sahnesi’nde bir İvan Sergeyeviç Turgenyev klasiği olan ‘Babalar ve Oğullar’ sahneleniyordu. İlk perde aktı gitti. Ara verildi. Herkes dışarıya çıkınca salonda bir sessizlik oldu. En sevdiğim şey... Kulisten sesler geliyor. İlk perdeden aldığım zevkin ruhuma nasıl iyi geldiğini düşünüyorum. İşte zil sesi... Diğer seyirciler yerlerine geliyor ve oyun tamamlanıyor. Finalde alkış kopunca kendimi oyunculara çok yakın hissediyorum. Yine boşalıyor salon... Ama ben bir süre orada kalmak, sessizliği dinlemek istiyorum.
İnsanlar bana genelde “Neyi görmek istiyorsun” diye sorar. Kimsenin aklına “Neyi dinlemek istersin” diye sormak gelmiyor. Benim bedenim de ruhum da uzun süredir sesle çalışıyor. Bir şeyi görmek istemek çok anlamlı gelmiyor. Gerçek olmayacak ki... Ben asıl sesleri merak ediyorum. Toprağın sesini mesela... Veya koca bir gemi geçtikten sonra okyanusun dibinde nasıl bir uğultu oluyor. Ya da bir çölde kulağıma neler çalınırdı acaba? Aklımda bu sorular var... Kısacası ben bir gün görebileceklerimi değil, artık duyabileceklerimi hayal etme peşindeyim.