Güncelleme Tarihi:
Gözünden yaş yerine taş akan kız, çaresiz babası, kızın bu durumundan çıkar sağlayanlar ve bütün olan biteni çekirdek çitleyerek izleyenler... Son kitabınızda yer verdiğiniz motifler bugün hayatımızda nelere karşılık geliyor?
- Bana göre son cümlesi yazılıp nokta konduktan sonra roman tekemmül etmiştir artık, inşası bitmiştir. Dolayısıyla o konuşmaya başlamıştır. Metin konuşmaya başladığında da, bana göre, yazara susmak düşer. Bu nedenle romanla okur arasına girerek, “Burada şunu anlatmaya çalıştım”, “Yok efendim ben onu kastetmedim” ya da “Şunu amaçladım, bunu yaptım” demenin beyhude olduğunu düşünüyorum. Bir tür, hariçten gazel okumaktır bu. Kale alınmaması gerekir. Aslolan metnin söyledikleri ve sustuklarıdır. Yanılmıyorsam Beckett metinleri hakkında sorulan bir soruya, “Söyleyecek şeyim olsaydı onu da yazardım,” mealinde bir cevap vermişti. “Anna Karenina’da ne anlatıyorsunuz?” diye sorduklarında, Tolstoy’un da, “Ne anlattığımı anlatabilmek için size romanı ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir,” dediği rivayet edilir. Ben de kendi romanlarım hakkında dilimi tutmaya çalışıyorum ama geçmişte boş bulunup birtakım şeyler söylediğim oldu. Onlar için hayıflanırım hâlâ. Okur ile metin arasına girmemeliydim, susmalıydım. ‘Beni Kör Kuyularda’ için ancak şu kadarını söyleyebilirim; bu roman, insanlardaki seyir merakının, başkalarının mahremiyetine düşkünlüğün, bunların yol açtığı acımasızlığın ve tahribatın üzerinden yürüyen bir hikâye. Ana hikâyeyle birlikte yürüyen, parçalanmış birkaç hikâye de var.
Seyir merakı ve başkalarının mahremiyeti deyince akla hemen sosyal medya geliyor. Siz uzak duruyorsunuz, biliyorum. Yine de kitabın hareket noktalarından biri miydi sosyal medya?
- Hayır, sosyal medya hareket noktalarından biri değil. O mecradan uzak duruyorum, evet. Vaktiyle benim adımı taşıyan sahte hesaplar açılmıştı, onları kapattırdıktan sonra resmî hesaplar açtık ama hiçbirini ben yönetmiyorum. Benim tahammül edebileceğim bir yer değil orası, bulaşmak da görmek de istemiyorum. Benimle ilgili bir şehir efsanesi var mesela; icra memurluğu yaptığım sırada bir eve girmişim, televizyonu haczedecekmişiz, o sırada çizgi film izleyen bir çocukla göz göze gelmişim ve ben o gün istifa etmişim. Bu şehir efsanesi ‘sosyal medya’ denen o mecrada on yılı aşkın bir süredir dolanıp duruyor. 2008’de uydurulmuştu bu. 2010’da İletişim Yayınları’nın yayımladığı Efendime Söyleyeyim (Hasan Ali Toptaş Kitabı) adlı kitapta benim uzunca bir söyleşim var, orada bu efsanenin doğru olmadığını söyledim. Ama bu efsane ikide bir hortluyor, önüne geçmek artık mümkün değil.
Çok korkunç. Çünkü tam tersi de olabilirdi. Biri çıkıp, “Bakmayın böyle naif bir yazar portresi çizdiğine, o aslında çok vicdansız bir icra memuruydu” diyebilirdi mesela. Ve bir anda binlerce kişi sizi linç etmeye başlayabilirdi...
- O da olabilirdi tabii. Zaten yakında ben de inanacağım emekli olmayıp istifa ettiğime. Çünkü biri de çıkıp, “O çocuk benim. O ev bizimdi. Hasan Ali Abi bana daha sonra ayakkabı aldı” gibi bir açıklamada bulundu!
Çabucak üzülüveren biriyim
Yine de internetin pek çok alanda ilerleme getirdiği de bir gerçek hiç şüphesiz...
- Elbette. Her şey insanda başlayıp insanda bitiyor. Teknolojinin gelişmesini iyi de kullanabiliriz, onu öldürücü bir şeye de dönüştürebiliriz.
Ama sizin iyi kullanmaya da niyetiniz yok anladığım kadarıyla...
- Benim de yararlandığım oluyor tabii. Ben o ‘sosyal medya’ kısmına uzağım. O kısım için vaktim yok her şeyden önce. Bir de çabuk üzülüveren biriyim Güliz Hanım, orada bir akademisyenin –de’yi, -da’yı ayıramadığını gördüysem o bana dert oluyor. İnanın, birkaç gün aklımdan çıkaramıyorum, evin içinde dolanıp duruyorum. Bu iyi bir şey değil tabii, keşke etkilenmesem, başka türlü davranabilsem ama olmuyor. Görünmenin, göstermenin, görmenin bu kadar önemsendiği bir dönem olmuş mudur bilmiyorum. İnsanlar bir fincan kahveyi sessizce içemez oldular, illa ki fincanın fotoğrafı çekilip gösteriliyor. Bütün bunlarla birlikte başkalarının derdine kayıtsızlık da had safhada. Başkasının derdinden rant da elde ediyoruz ‘Beni Kör Kuyularda’da olduğu gibi. Tıpkı romandaki evin avlusunu dolduran insanlar gibi seyrediyoruz.
Evet, “Cehennem acı çektiğimiz değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir”deki cehennemi bir adım öteye götürüyorsunuz. Acı çektiğimizi duyan ve bundan nemalanan insanlar var sizin romanınızda...
- Romanda olup bitenler bizi kuşatan fiziki dünyada her gün yaşanıyor. Çekirdek çitleyerek seyrediyoruz biz de. Başımızı çeviriyoruz, müdahil olmuyoruz, hep birlikte kuyunun dibine doğru yuvarlanmaya devam ediyoruz.
Kitabın adında da yer verdiğiniz ‘kör kuyu’ ifadesi ne ifade ediyor sizin için?
- Bir anlamda insanlığın düştüğü yer kör kuyunun dibi, çıkamadığı yer, hatta günden güne oradaki zifiri karanlığa battığı yer. Hani neredeyse, ‘İnsanlıktan umudumu kestim’ diyeceğim.
Ama demiyorsunuz...
- Demiyorum çünkü inandırıcı olmaz, doğruyu söylememiş olurum. Oturup roman yazıyorsam umudu hâlâ kesmemişim demektir. Umut hep olacak, son insan yok oluncaya kadar… Ama üzerinde bulunduğumuz gezegenin hâline baktığımızda, akan kana ve gözyaşına baktığımızda, karamsarlığa kapılmamak da elde değil. Hâlâ Habil ile Kabil hikâyesinin içinde debelenip duruyoruz, aradan onca zaman geçmesine rağmen bir adım bile uzaklaşamadık. Kör kuyulardayız.
Geçen hafta Aksaray’da bir ilkokulda otizmli çocukların onları istemeyen velilerce yuhalandığı iddia edildi. Kör kuyunun dibini en derinden hissettiğimiz anlardan biriydi herhalde...
- Maalesef. İnsanlar empatiden nasıl bu kadar yoksun olabilir, anlamak mümkün değil. Olayın haberini okurken bile insanın kanı donuyor.
Kitapta anlatılanları ister istemez gündemdeki intihar vakalarıyla beraber düşündüm. Acıyı, yalnızlığı, bunalımı, sıkışmışlığı anlatan bir yazar olarak bu olan biteni nasıl okuyorsunuz? Neler oluyor?
- Hayatı bırakıp gitmeyi seçmiş insanların arkasından, olaya vâkıf olmadan, ayrıntılarını bilmeden, gelişigüzel bir şeyler söylemeyi doğru bulmuyorum. Onların neler yaşadığını, nasıl bir sıkıntıya düştüklerini hiç bilmiyorum çünkü. Çaresizliğin böyle hazin sonuçları oluyor.
Yılda birkaç kez açıp o sayfayı okuyordum, sonunda dayanamayıp romana dönüştürdüm
Bu kitabın yolculuğu ne zaman, nerede başladı? ‘Gözünden yaş yerine taş akan kız’ daha önce bir kitabınızda geçiyordu, ne oldu da onu alıp bu son kitabın ana kahramanı haline getirmeye karar verdiniz?
- ‘Beni Köy Kuyularda’nın çekirdeği, 2005’te yayımlanan Uykuların Doğusu adlı romanımdaydı. Güldiyar’ın adından söz edilmiyordu ama bu hikâye orada on beş yıldır bekliyordu. Bir buçuk sayfa kadardı. O bir buçuk sayfayı yazarken bir gün oradaki kızın hikâyesinin romana dönüşeceğini bilmiyordum elbette, böyle bir öngörüm yoktu. Zamanla o kısacık hikâye aklıma takılmaya başladı. Arada bir açıp okuyordum o sayfayı. Tam da lafın burasında, rahmetli Hulki Aktunç’un bir sözü aklıma geliyor, o, “Yazacak bir şey bulamadığınızda eğilip eski metinlerinizin içine bakın,” derdi. Gerçi yazacak bir şey bulamamak mümkün değil bu dünyada. Gene de yazılacak şeylerin çokluğu yüzünden yokluk gibi görünebiliyor kısa bir süre için.
Yazdıkça insanı deşiyorsun, cennetini ve cehennemini kendin yaratıyorsun
Siz hep, “Ben yeryüzüne susmaya gelenler sınıfındanım” diyorsunuz...
- Konuşmayı beceremiyorum evet, çünkü ben heyecanlı bir çocuğum. 30-40 kişilik bir topluluğun karşısına geçtiğimde müthiş telaşlanıyorum. İlk kitaplarımız yayımlandığında, bundan otuz küsur yıl evvel, birkaç arkadaş söyleşilere katılmıştık. Benim paniğe kapıldığımı görünce arkadaşlarım, “Merak etme, birkaç söyleşiden sonra rahatlarsın,” demişti ama hiç de onların dediği gibi olmadı. Hiçbir zaman rahatlayamadım. Yirmi gün sonra bir söyleşi yapacaksam, o gün gelinceye dek ben o söyleşiyi her gün yapıyorum hayalimde. Bu süre zarfında başka hiçbir şey yapamıyorum. Bu nedenle söyleşi davetlerini mecburen geri çeviriyorum. Kendime de beni dinleyelenlere de azap çektirmenin lüzumu yok.
Susmayı seviyorsunuz ama yazdıklarınız okurla konuşsun istediniz. Uzun yıllar memurluk yaptınız. Ve bu süre boyunca yazdıklarınızı yayımlatmak için canla başla uğraştınız...
- Okura yazıyorum ama okur için yazmıyorum. İkisinin arasında dağlar kadar fark var. Yazdıklarımı paylaşmak istiyorum elbette. Fakat paylaşamasaydım, paylaşma yolları kapalı olsaydı yine yazardım. Kendime yazardım. Zaten o duyguyla yazıyorum hep, evin bu odasında yazıp öteki odaya götürecek ve orada o metni sadece ben okuyacakmışım duygusuyla. Yazdıklarımızın kitaba, filme, vs. dönüşmesi sonradan olan şeyler, yalan dünyanın işleri. Hayati alan ilk cümleyle son cümle arası benim için. En büyük telif de, metni yazarken aldığım haz.
Nedir insanı her şeye rağmen o kâğıdın başına oturtan şey?
- İnsanı kâğıdın başına oturtan birçok sebep vardır hiç kuşkusuz. Bunların bazılarını biliriz, bazılarını da bilmeyiz. Son nefesimize kadar fark edemeyeceğimiz sebepler bile vardır bunların içinde. Yuvarlak ifadelerle yazmak şudur, budur demek istemem ama herhalde var olana itirazdır her şeyden önce. Değiştirme arzusudur, anlama çabasıdır, vs. İnsanı kâğıdın başına oturtan şeyi tek kelime ile ifade etmem istense, ben çaresizlik derdim. Güzel bir metin okuduğumda da bu kelime gelir aklıma. Her defasında da o metnin yazarına hayalimde sorarım; “Bu kadar güzel yazacak kadar çaresiz miydin?”
Duvarlarla konuşmayı seviyorum
Kitap, Cioran’dan bir alıntıyla açılıyor: “Bir kez selamete erdikten sonra, kendine hâlâ canlı demeye kim cesaret edebilir?” Siz memuriyeti emeklilikle nihayete erdirdiniz. Çoksatan, çok sevilen, değer gören bir yazarsınız. Bir anlamda selamete erdiniz diyebiliriz. Hâlâ canlı mısınız?
-Hayır, selamete ermiş değilim. Selamete erebileceğimi de hiç düşünmüyorum. Benim gibi insanlar selamete eremezler, bu mümkün değil. İnsan dediğimiz canlı, kan ve gözyaşı deryasında yüzen şu yuvarlağın üstünde nasıl selamete erebilir? Kendi hayatını gönlünce inşa etmiş olsa bile selamete ermesi mümkün görünmüyor. İnsansa zaten, dünyanın öteki ucundaki gözyaşı yere değil onun yüreğine düşüyordur. Dökülen kanlar onun yüreğine damlıyordur. Kitapların çok satması edebî bir ölçü değil tabii, ticari bir ölçü. Mutluluk duyulacak bir şey de değil. Uzağa çekilsek diyorum bazen, şöyle uzayın derinliklerine doğru çekilsek, çekilsek… Epeyce gitsek ve uzakların da uzağında kalan bir uzaklıktan baksak; neler oluyor diye? Kimler neler yapıyor? Biz neyiz? Gezegenler içinde küçücük bir gezegen ve onun üstünde küçücük canlılar… Kımıldanıp duruyorlar. Birbirlerini öldürüp birbirlerinin gözünü oyup duruyorlar. Vara yoğa sevinip vara yoğa ağlayıp duruyorlar… Hazin bir manzara. Cioran da o sözü açar biraz, selamete erebilecek olan iki tür insan vardır, der. Galiba Çürümenin Kitabı’nda değinmişti bu konuya. Sözünü ettiği iki tür insan dışında kimsenin selamete eremeyeceğini demeye getirir. Normal insan hisseder çünkü, onun selamete ermesi mümkün değildir. Bu soruyu cevaplarken zımnen kendimi de normal insan sınıfına sokmuş oldum. Bunu şimdi fark ettim. Bu iddiamı ciddiye almayın lütfen, normal olup olmadığımı bilmiyorum aslında.
Bugün nasıl bir hayatınız var?
- 15 yıldır emekliyim. Memuriyet döneminde mecburen geceleri yazıyordum. Şimdi daha rahatım, istediğim zaman yazıyor, istediğim zaman okuyabiliyorum. Sıradan bir hayatım var, kıyıcıkta, sessiz, sakin.
Ankara’yı seviyor musunuz?
- Ne seviyorum ne sevmiyorum. Biliyorsunuz, insan bitki gibi; herhangi bir yerde lüzumundan fazla kaldı mı oraya kök, saçak salıyor. Bir daha da ayrılması güç oluyor. Hangi şehirde yaşadığım benim için pek önemli değil, çünkü duvarların arasında olmayı, duvarlarla konuşmayı seviyorum. Aslında ben bir şehirde değil de şöyle İç Ege’de sakin bir kasabada yaşamak isterdim. Deniz meniz olmasa da olur, çünkü benim denizim dağlardır.
Gidiyor musunuz İç Ege’nin kasabalarına?
- Gidiyorum. Doğup büyüdüğüm kasabaya, Baklan’a gidiyorum yılda bir iki defa. Annem ve kardeşim orada yaşıyor.
Kasaba, edebiyatınızda önemli bir yerde duruyor. Türkiye’nin kasabaları, sizin onlardan birinde yaşadığınız yıllardan bugünlere ne ölçüde değişti mi?
- Her yer değişti, hem de epeyce değişti. Gençlerle konuşurken bazen çocukluğumu anlattığımda kendimi masal anlatıyormuş gibi hissediyorum. Benim çocukluğumda kasabada birinin ineği hastalandığında ona geçmiş olsuna gidilirdi çünkü. Yokluk vardı, yoksulluk vardı ama sanki her yanı kaplayan bir bereket, bir sahicilik, bir vefa, bir sevgi de vardı. Belki ben abartıyorumdur, bilmiyorum. Fakat o yılları anlatırken kendimi masal anlatıyormuş gibi hissettiğim bir hakikattir. Ben ballandıra ballandıra anlattıktan sonra gençler de neden şimdi böyle oldu diye sorarlar kimi zaman. Nedenini anlatmak uzun hikâye tabii. Yarı şaka yarı ciddi, kısaca söylemek gerekirse, kolayı bu kadar çok içmeyecektik diyorum.
Yazmaktan vazgeçebiliyorsa yazmasın
Uzun yıllar icra memurluğu, veznedarlık, hazine avukatlığında memurluk yaptınız. Gündüzleri daireye gidip geceleri yazının başına geçiyordunuz. İstemediği hayata mecbur kalmış pek çok insan var. Onlara ne söylersiniz?
- İnsanın içinde yazma arzusu varsa ona hiçbir şey engel olamaz. Bu tecrübeyle sabit (gülüyor). İnsanın bahane üretmekte, kendini kandırmakta üstüne yoktur biliyorsunuz. Gün boyu başka işte çalışıyorum, vakit yok, kafam karışık, vs… Bunlar yazmamak için bahane değil. Bu tür şeyler bahane kabul ediliyorsa, zaten yazma arzusu da o kadar güçlü değil demektir. Yazmadan duramayacak kadar güçlü olmalı o arzu. Belki böyle de test edilebilir; yazmayınca da oluyorsa yazmaya gerek yok. Bizim gençliğimizde imkânlar daha sınırlıydı yayımlatmak konusunda. Dergi sayısı, yayınevi sayısı bir elin parmakları kadardı. Şimdi öyle değil, sektör genişledi, A yayınevi olmazsa B, B olmazsa C’de yayımlanır. Z’ye kadar yolu var. Aceleye de mahal yok yani. Tabii, bu vaziyet bir avantaj mıdır dezavantaj mıdır, tartışılır. Gençlere söyleyebileceğim pek bir şey yok, her zamanki sözümü söyleyeyim yeniden: Övgüye de yergiye de kulak asmayın. Yazmak, bildiğini okumaktır.
Bir yandan da yayımlanan kitap sayılarında müthiş artış var. İnternet fenomenleri, ünlüler peş peşe kitaplar çıkarıyor. Kişisel gelişim kitapları, aforizma derlemeleri...
- Bunlar olacak. Olmalı da zaten, kimse kimseye yazma diyemez. Kimseye oku da diyemeyiz. İçinden gelen herkes yazsın, kime ne zararı var? Nasılsa zaman dediğimiz büyük eleştirmen, edebi olmayanı eleyecektir. Belki benim yazdıklarımı da eleyecektir.
Her romanı bitirdiğimde kendime western filmleri seyretme ödülü veriyorum
Kitabı yeni çıkmış birine, ‘Sırada ne var’ diye sormak ayıp belki ama merak ediyorum...
- Şu an sırada herhangi bir çalışma yok. Beni Kör Kuyularda’nın yazımını bir ay önce bitirdim. Onun havasından, ondaki cümlelerin ritminden ve zihnimde yankılanıp duran onun sesinden, sessizliğinden biraz uzaklaşmam lâzım. Hemen yeni bir şeye başlayamam. Bir de benim bir alışkanlığım var, bir romanı bitirdiğimde kendime birkaç ay western filmleri seyretme ödülü veriyorum. Şimdi biraz western filmi seyretmem gerekiyor. Motosikletlerin, arabaların, benzin ve mazot kokularının olduğu western filmlerini kastetmiyorum. Bir yandan da kafamda yeni çalışmanın slueti beliriyor elbette. Biliyorsunuz benim ‘Ben Bir Gürgen Dalıyım’ adlı bir çocuk kitabım var. Sanki o kitaplarım arasında yapayalnızmış gibi geliyor bana. Galiba çocuklar için yazacağım bu kez, üstesinden gelebilir, o cesareti kendimde bulabilirsem.