Güncelleme Tarihi:
Çevre hareketinin içindeyken birçok eylemin organizasyonunda görev aldım. Gazeteci olarak da birçok eylemi takip ettim. Kendimizi sular altında kalacak olan Allianoi Antik Kenti’ni kurtarmak için antik bir sütuna da zincirledik, iplerle binalardan sarkarak
pankart da indirdik, kuruyan göle insanlarla devasa ‘imdat’ yazıp havadan görüntüleyerek dikkat çekmeye de çalıştık.
Müzelerdeki eyleme geçmeden önce tüm bu saydığım eylemlerin hazırlanmasında, uygulanmasında, ardından medyayla paylaşılmasında görev almış biri olarak bir eylemin niçin ve neden yapıldığından bahsetmem gerek.
Çarpıcı olmalı
Her şeyden önce eylem, bir derdi insanlara anlatmanın aracı olarak kurgulanır. Bu eylemin sarsıcı olmasıysa eylemin yansımasını da etkisini de arttırır.
Kısaca “Tuz Gölü hızla kuruyor. Bir sivil toplum örgütü olarak elimizden geleni yapıyoruz ama yetmiyor. Konuyu kamuya mal etmemiz, insanları uyarmamız ve de mümkünse konunun içine çekerek kamuoyu baskısı oluşturmamız gerekiyor” gibi basit bir düşünceden çıkıyor eylem.
İkinci adımsa bu eylemle kamuoyunun dikkatini çekmek. Bunun en önemli yolu basının ilgisini çekmek.Eylem ne kadar ilginç olursa basındaki yansıması da o kadar yüksek oluyor. Gelelim bugünlerde basında gördüğümüz, müzelerde giderek yaygınlaşan eylemlere...
Eylemler 30 Mayıs’ta Paris’teki Louvre Müzesi’nde koruyucu cam içinde sergilenen Da Vinci’nin ‘Mona Lisa’ tablosuna pasta fırlatılmasıyla başladı. 1 Temmuz’da Londra’daki Courtauld Gallery’de Van Gogh’un ‘Çiçek Açmış Şeftali Ağaçları’ tablosu, 5 Temmuz’da Londra Ulusal Galeri’de John Constable’e ait manzara resmi ‘Saman Arabası’ aktivistlerin eylemlerine konu oldu. Eylemler dikkat çekmeye başlamıştı. Aktivistler de durmadı. 5 Temmuz’da Londra’da Leonardo Da Vinci’nin öğrencisi Giampietrino tarafından 1520’lerde yapıldığına inanılan ‘Son Akşam Yemeği’ eserinin kopyası; 24 Temmuz’da Floransa’da Botticelli’nin ‘Primavera’ adlı tablosu, 10 Ekim’de Melbourne’de Victoria Ulusal Galeri’de sergilenen Picasso’nun ‘Kore’de Katliam’ adlı eseri, 14 Ekim’de Londra’da National Gallery’de Vincent Van Gogh’a ait ‘Ayçiçekleri’ tablosu, 23 Ekim’de Almanya’da Barberini Müzesi’ndeki Claude Monet’nin eseri eylemlere konu oldu. Son saldırı haberi 27 Ekim’de Hollanda’dan geldi. Eylemci kafasını Vermeer’in ‘İnci Küpeli Kız’ tablosuna yapıştırdı.
Eylemler her ülkede farklı çevreci oluşumlar tarafından gerçekleştiriliyor. Kiminde fosil yakıtlara, kiminde gıda krizine, kiminde de iklim krizine dikkat çekiliyor. En önemli ortak noktaları hiçbirinde eserlerin zarar görmemiş olması. Yine de aktivistlerin eylemleri çoğu zaman ‘vandallık’ olarak algılanıyor.
İklim krizine dikkat çekmekten çok, öfkeye sebep olabiliyor. Çünkü aslında saldırdıkları şey, eser üzerinden onun oluşturduğu toplumun ortak hafızası ve konforu gibi görünüyor.
Şimdi gelelim asıl soruya: Ben böyle eylemlerin içinde olur muydum? Yanıtım: Evet, olurdum.
Çünkü bence eylemle vandallık arasındaki çizgi aşılmadığı sürece bu tür eylemlerde bir sakınca yok. Çünkü işin aslı, artık çevreyi savunanlar büyük çaresizlik içinde. Örneğin iklim krizi... Paris İklim Anlaşması ile ülkeler durumu düzeltmeye söz verse de gidişat pek iyi olmadığı gibi durum daha da ağırlaşıyor. Gıdada da durum bu, biyolojik çeşitlilik konusunda da...
Kim daha vandal?
İşte bu eylemler de sözün bittiği yerde başlıyor. Normalde dönüp “Bu insanlar ne diyor” diye bakmayan medyanın ve toplumun dikkatini çekiyor. Üstelik bunu da oldukça etkileyici şekilde sanat eserlerini ve onların mesajını da tekrar gündeme katarak yapıyorlar. Örneğin ‘Son Akşam Yemeği’ tablosuna ellerini yapıştıran eylemciler gıda krizine, manzara resmine çorba atanlar
50 yıl sonra ortada doğa manzarası kalmayacağına dikkat çekiyor.
Vandallık kısaca kamusal olana zarar vermek olarak tanımlanabilir. Bu tanım üzerinden hareket edecek olursak esas büyük vandallığa doğa ve tüm canlı yaşamının maruz kaldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. ‘Ormana, dağa, suya, havaya ve tüm canlılara yapılan vandallık değil mi’ sorusu haklı bir soru olarak karşımıza çıkıyor.
Bunu vandallık olarak görenlerin her yıl İngiltere’nin yarısı kadar ormanlık alanın içindeki canlılarla birlikte yok edildiğini, kuşundan kelebeğine, balığından çiçeğine kadar türlerin popülasyonunun yüzde 70’ine yakınının insan kaynaklı olarak azaldığını, denizlerin ve içindeki canlıların kirlilikten, toprakların tarım ilaçlarından, atmosferimizin karbon emisyonlarından yok olmanın eşiğine geldiğini ve son 11 yılda bütün bu meseleleri dert eden
35 ayrı ülkeden toplam 908 çevreci aktivistin öldürüldüğünü hatırlamalarında fayda var.
“Çözüme yol gösterecek eylemler değil, estetik de değil”
Eylemlerin büyük bölümü insan odaklı. Doğa değil, insan diyorlar. 2050’de yemek bulamayacağız diye resme yemek atılıyor. Oysa doğayı yok eden eylemlerin temelinde insan var zaten. Soruna da çözüme de yol gösterecek bir eylem olarak göremiyorum. Üstelik sanat eserleri ortaklaştırır, bunların üzerinden yapılan eylemlerse çatışma içeriyor. Ayrıca estetik de değil. Bana çirkin geliyor. Doğayı savunmama ve birçok eylemin içinde yer almama karşın bu eylemlere destek olmam. Avrupalı aktivistlerden biraz daha idrak dolu eylemler bekliyorum. Sürekli yandık, bittik, kül olduk söylemleri ve eylemleriyle olmuyor artık. Karamsarlıkla insanlar sorunlardan uzaklaştırılıyor.