Güncelleme Tarihi:
Herhangi bir şey üzerine yazma biçimini çok sevdiğim bir yazar, Elif Türkölmez. İlk öykü kitabı ‘Anne Kız, Harikasın’ yayımlandığında, Elif’le aynı gazetede 5 senelik bir mesai geçmişimiz vardı. Öyküleri bir anlatı kitabı izledi: ‘Her Şey Geçer’. Ara ara açar okurum, kendimi yılmış hissettiğimde bana müthiş bir yaşama gücü verir. İzmir’e taşıdığı hayatını geçenlerde yeniden İstanbul’a getirdiğinde eli boş değildi; ‘Yabani Ot Toplayıcısı’yla döndü şehre. Ayaklarımızı, avuçlarımızı toprağın üzerinde dolaştırmanın sandığımız kadar zor olmadığını anımsatan yazılarla... ‘Yabani Ot Toplayıcısı’ insanı doğanın bilge döngüsüne, yaşamın kendiliğindenliğine çağırıyor. Bu bakışı yakalamanın tek şartının, pılıyı pırtıyı toplayıp bir Ege köyüne yerleşmek olmadığını da sezdiriyor. Yeni bir yılın arifesinde bir tür şifalanma rehberi Elif’in yazdıkları. Kendisi de bir ‘ot toplayan kadın’ olan Elif’e kitabını sordum...
Kitaplarını yaşadığın mekânlarla paralel okuyorum. ‘Anne Kız, Harikasın’ı Kadıköy’de, çocukluk ve gençliğinin geçtiği yerlerde yazmıştın. ‘Her Şey Geçer’le sadeleşmeyi anımsattığında Kınalıada’da yaşıyordun. ‘Yabani Ot Toplayıcısı’ysa İzmir döneminin kitabı...
Yaşadıklarımı yazıyor olmam bilinçli bir seçim değildi ama ben, bir sürü insanın eleştirdiği ve belki kurgudan daha az değerli bulduğu gerçek hayatı yazmayı çok seviyorum. Karl Ove Knausgaard’ın kızına yazdıkları ‘Bir bebek bakıcısının günlüğü gibi’ diye eleştirilmişti. Benimse okuduğum en gerçek edebiyat metinlerindendir. Yazmaya devam ettikçe hep yaşadığım dönemleri, her yeni gelen coğrafyayı yazacağım. Bir daha öykü yazmayı da düşünmüyorum.
Neden?
İçimden gelmiyor artık. ‘Yabani Ot Toplayıcısı’nda da şöyle bir durum var: Ben gelen her şeyi çok seviyorum, ne gelirse dünyada... Çok kasavetli çocukluk geçirmiş, ilk başlarda yazarken orada biraz debelenmiş ama gittikçe neşelenen, gençleşen bir insan olarak düşünüyorum kendimi. Kasavetli bir halden özgürleşmek istiyorum. Yazarak da kendimi özgürleştiriyorum.
Çocukluğumda ağaçlardan dut, incir, koruk toplayıp yerdik. Kitapta ‘göz hakkı’ndan bahsediyorsun. Büyüdük ve mülkiyet duygusunun ağırlığını mı hissediyoruz, yoksa şehirlerde artık rastlamadığımız için mi yok bunlar hayatımızda?
Göz hakkı diye bir şey vardır. Almanya’da yasada da var; ağaçtan doyacağın kadar alabiliyorsun. Evet, çocukken daha çoktu ağaçlar ama algılarını açık tutarsan şehrin içinde de çok ilginç meyveler, tomurcuklar, tohumlar, otlar fark edebiliyorsun. Geçen hafta adaya gittim; kocayemiş topladım, dalından yedim. İnsanlar birazcık gözlerini açsalar, adanın arkasında yabani pırasa yetiştiğini fark edip o pırasayı toplayıp pişirebilirler, çok lezzetlidir. Labada diye bir ot vardır, dolmasını yapabilirler. İnsanları ‘Birbirinize nerede, ne ot, ne ağacı var söyleyin’ diye yüreklendirmeye de çalışıyorum. Bana annemin çok yakın bir arkadaşı, Asiye Abla geçirmiştir bu bilgileri. Fethipaşa Korusu’nun oralarda ot, Çekmeköy ormanlarında kokina toplayabilirsiniz, eldivenle tabii... Şile’de de kanlıca... Bir şey toplayan birini görünce ne topladığını sorarım ve inanılmaz bir muhabbet çıkar.
Senin ‘ot toplayan kadınlar’ının, yaşamın özüne çok yakın duran, Clarissa Pinkola Estes’in ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ıyla bir yoldaşlığı olduğunu düşündüm. Katılır mısın?
Katılırım. Sadece kadınların değil, erkeklerin de, bütün canlıların özlerini kaybettiklerinde hastalandıklarını düşünüyorum. Doğayla temas ettiğimizde çok hızlı ve çok ekonomik bir biçimde merkezimize geri geliyoruz. 5 dakika denize baktığında, bir çimende oturduğunda, bir elmayı alıp kütür kütür yediğinde... En hızlı iyileşme doğayla temas halinde olmak. Doğanın senin dışında bir şey değil de senin bir parçan olduğunu fark etmek...
‘Yabani Ot Toplayıcısı’nda hayata köklenmenin o kadar zor olmadığını hissettiriyorsun.
Dünyaya her şeyi bilenler olarak geliyoruz ve sonra unutuyoruz onları. Bir şeyin yararlı ya da zararlı olduğunu kendi sezgilerimizle fark etmeyecek kadar körelmiş durumdayız. Korkmadan, ruhsal durumunu dengede tuttuğunda her şeyi çok kolayca öğrenebiliyorsun. Sanıyorum neşem biraz cesaretten geliyor. Korkunun özgürlüklerini engellediğini fark edip aslında korkacak hiçbir şey olmadığını gördükten sonra o cesaret neşeye de dönüşüyor.
İyi hissetmenin yolunu ararken bir şeyler yığıyoruz hayatlarımıza ve bu şekilde doğadan, kendimizden daha çok kopuyoruz gibi geliyor bana...
Galiba ölümün çok net ve gerçek bir şey olduğunu fark ettim. Kompost yaparken de onu fark ediyorum; organizmanın çürümesini... Bir araştırma okumuştum; ölüm döşeğindeki hastaların yüzde 99’u “Hayatımı daha dolu dolu yaşamadığım için pişmanım” diyormuş. Önemli olan bunu yaşarken fark etmek. Bunun için de bir şey satın almana gerek olmadığını, sadece nefesinin seni gerçekten var ettiğini bilmek... Ölüm o kadar gerçek ki, buzdolabında çürüyen kabak gibi... Hepimiz çürüyeceğiz ve şimdi biraz neşeli, canlı ve sevgi dolu olursak, birbirimizin kalbini kırmazsak çok iyi olur.
İSTANBUL’A DÖNÜŞ
Şimdi yeniden İstanbul’a ve gazeteciliğe döndün. Bundan sonra ne okuyacağız senden?
Hep “Manastıra kapanıp iyi hissetmek çok kolay, bakalım Mecidiyeköy meydanında meditasyon yapabiliyor musun” diyordum. Galiba hayat da bana “Sen biraz tekrar buraya gel bakalım” dedi. Her neredeysek, orası olmamız gereken yerdir. Hâlâ yazıyorum, yeni teknolojiler ve insanların okuma biçimleriyle de ilgileniyorum... Dijital olarak yazdığım şeyler de var; yemek tarifleri, sesli meditasyonlar içeren farklı disiplinlerden işler yapmayı çok seviyorum.