Güncelleme Tarihi:
İkisi de son dönemde filmlerinin gala ve gösterimleri arasında mekik dokuyor. İlk müsait oldukları günde buluşuyoruz. Sadece işleri olduğu zaman konuşan oyunculardan onlar. Dışarıdan bakınca onları sakin ve mesafeli görebilirsiniz. Ama öyle değiller. Filmlerinin çekimi sırasında tanışıp gerçekten yakın arkadaş olmuşlar. Sık sık gülüyor, birbirlerinin sözlerini tamamlıyor, hatta genelde onaylıyorlar. Başlıyoruz muhabbete...
Emin Alper’in ‘Kurak Günler’ filmiyle vizyondasınız. Film çok konuşuldu, festivallerden ödüller aldı. Sizce neden bu kadar sevildi?
Selahattin Paşalı: Meselesi güncel bir film ‘Kurak Günler’. İçerdiği konularla adeta küçük bir Türkiye panoraması. Ve sonunda da bir umutla bitiyor hikâye. İnsanlara o geçti bence.
Ekin Koç: Yönetmenimiz Emin Alper ustalık zamanını yaşıyor. Senaryoyu ilk okuduğumda her şeyin ne kadar kompakt ve doğrudan ekrana yansıyacak şekilde hazırlandığını fark ettim. Bu sorunun cevabını da o sebeple Emin Abi’nin yetkinliğine bağlıyorum. Neyi, nerede, ne kadar vermesi gerektiğini ve doz ayarlamayı içselleştirmiş. Asıl etken bence bu.
Ekin Koç: Baskı görmüş, kısıtlanmış hisseden herkes bu filmle bir bağ kurabilecek bence.
‘Evrensel bir hikâye’
Alper de filmin galasında “Bir umut hikâyesi” dedi. Siz mesleğinize, kendinize dair umutlu musunuz?
Selahattin Paşalı: Umut olmadan yaşanmaz. Mesleğimizi sevmeye, hayata tutunmaya devam ediyoruz.
Ekin Koç: Ben genel olarak umutlu bir insan değilim (gülüyor).
Filmdeki birçok konu izleyici yorumuna açık. Siz bu filmi nasıl anlatırsınız?
Selahattin Paşalı: Şehirden taşraya giden Emre’nin oradaki erkek hegemonyasındaki kirli siyasi düzen içinde, kendi varoluşunu sürdürme ve adaleti sağlama çabasına tanık oluyoruz. Tecrübesizliği ve birtakım hatalarının sonucunda kendini çok zorlu bir durumda buluyor. Bir mücadeleye giriyor. Film bana mücadele kelimesini çağrıştırıyor.
Ekin Koç: Bu bence evrensel bir hikâye. Totaliter herhangi bir rejim altında yaşayan, baskı görmüş, kısıtlanmış hisseden herkes bir bağ kurabilecek bence bu filmle.
Hikâyede var olan erkek egemenliğinden bahsettiniz. Siz erkek olmayı nasıl anlatırsınız?
Ekin Koç: İmtiyazlı olmak diyebiliriz. Kadın hakları için yaklaşık
200 yıllık bir mücadele veriliyor. Geldiğimiz noktada da kadınlar için bir şeyler biraz daha iyi gidiyor olabilir ama hâlâ ataerkil bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla erkek olmak yüzyıllar boyu baskı kurmuş, egemenlik sağlamış, imtiyazlı bir sınıfın parçası olmak demek gibi aslında.
İnsanları özgür bırakmalıyız artık
Kadına şiddet filmde kilit noktalardan. Bu tip haberleri de sık sık görüyoruz. Bu yaşananlar size ne hissettiriyor?
Ekin Koç: Korkunç. Önceden üçüncü sayfada haberini okurduk, biraz daha soyut ve daha uzak bir şey gibi gelirdi. Artık sosyal medyada videoları görüyoruz. Adam kıskançlık yüzünden eşini öldürüyor ve elinde bıçakla video çekebiliyor. Bunları görünce dehşete kapılıyorum. Azalacak sanıyorsun ama o da olmuyor. Umutsuzluğa kapılmamaya çalışıyorum ama insanı karanlığa sürüklüyor böyle şeyler.
Selahattin Paşalı: Ben baba olduktan sonra daha çok korkan ve tedirgin birine dönüştüm. Ya kızım sevgilisiyle kavga ettiğinde şiddete maruz kalırsa ne yaparım gibi şeyler düşünüyorum. Sadece fiziksel de
değil bunlar. İş dünyasında da kadınların maruz kaldığı ayrımcılıklar oluyor. Ama artık sosyal medya gücüyle bunların daha farkındayız. Yeni jenerasyon olarak bir şeyleri değiştirebiliriz diye umuyorum.
Homofobi ve öteki olma konuları da var, ama film sanki bir LGBTİ hikâye anlatıyor gibi yansıtıldı. Bazı oyuncular rol seçerken bazı karakterlere girmekten çekiniyor. Sizin tereddüdünüz oldu mu?
Ekin Koç: Öyle bir tereddüdüm olmadı. Zaten film özgürlüğü kısıtlanmış eşcinsellerin aşk hikâyesi değil, biz ‘Brokeback Dağı’ çekmedik. Baskıya, otoriteye, linç gibi yıkıcı öğelere dair bir film çektik.
Selahattin Paşalı: Evet, benim de öyle bir tereddüdüm olmadı. Bizim meselemiz oyunculuk. Böyle bir yönetmen ve senaryo da gelince oyuncunun en
büyük ve de temel meselesi rolünü en iyi şekilde icra etmek oluyor. Aslında ‘çekince’ olarak düşünülen tüm bu durumlar, o konuların tabulaştırılmasından ötürü. Bakıldığında; cinsellik, üzeri bastırılan bir konu haline geldiği için eğer o projede öpüşme sahnesi dahi varsa gündeme dönüşebiliyor. Devamında sosyal medyada da aynı şekilde o sahne yayılıyor.
Homofobi Türk sinemasında çok işlenen bir konu değil. Sizin bu konuda fikriniz ne?
Ekin Koç: İnsanları özgür bırakmalıyız artık. Yetişkinler, cinsiyet bazında karşılıklı rızaları olduğu sürece istediği ilişkiyi kurabilirler.
Selahattin Paşalı: Salt cinsel yönelim değil, pek çok konuda kimsenin birbirine saygısı kalmadı ve kimse kimseyi anlamaya gayret göstermiyor. Herhangi bir ötekileştirmeden toplumların fayda sağlayacağına inanmıyorum. Tam da bu noktada sinemanın ve sanatın gücü devreye giriyor; bu konuların konuşulmasını ve tartışılmasını sağlıyor.
Dediğiniz gibi bir filmdeki sevişme ve öpüşme sahnesi her şeyin önüne geçebiliyor. Sizce biz cinselliği ne zaman olağanlaştırırız?
Ekin Koç: Bunun cevabını kimse veremez. Kuşaklar geçmeli, bazı kültürel kodlar değişmeli... Bunlar da çok uzun zaman isteyen şeyler.
Selahattin Paşalı: Yurtdışındayken hatırlıyorum, arkadaşımın ailesi ergenliğe girmesine yakın cinsellik eğitimi vermişti. O mantığa gelebilmemiz lazım. Kısa vadede çözülecek bir konu değil.
Önemli olan önyargının farkına varıp değişmek
Bu işte önyargılarla karşılanan karakterler var. Sizin önyargılarınız var mı?
Ekin Koç: O kadar kötü bir şey değildir bence önyargı. Benim de pek çok şeye karşı önyargım vardır. Hatta bunu insan olmanın bir parçası olarak görüyorum ve kimi zaman yararlı dahi olabileceğini düşünüyorum. Karanlıkta çalılıkların arasında bir ses duyduğunuzda önyargılarınız size orada bir tehlike olabileceğini söyleyebilir ve bu sayede oradan uzak durmak hayatınızı kurtarabilir. Önyargılar tabii ki her zaman olumlu ya da insanın hayatına kazık çakıp devam etmesi gereken şeyler değil. Yalnızca insanın farkında olması gereken şeyler. Önemli olan, önyargıların farkına varıp yeri geldiğinde bunların değişmesine izin vermek.
Selahattin Paşalı: Benim de önyargılarım var, kesinlikle. Ama böyle sorulunca da aklıma gelmiyor.
Gelelim ‘elâlem ne der’ mevzusuna. Filmde birçok hayat bunun üzerine kurulu... Siz buna maruz kaldınız mı hayatınızda?
Selahattin Paşalı: Ben Bodrumluyum. Bu dediğin şey de küçük yerlerde büyüyen herkesin başına gelebilir. Ben biraz daha büyüdükçe “Umurumda değil” deme noktasına geldim.
Ekin Koç: Elâlem ne der diye düşünmüyorum diyemem fakat bir şey yaparken, kendi içimde gerekçelendiriyorsam ve içim rahatsa, insanların ne düşüneceği bana engel olmuyor.
Film bir domuz avlama sahnesiyle açılıyor. Öldürülen hayvan, sokakta sürüklenerek dolaştırılıyor. Filmde de Selahattin’in canlandırdığı karakter buna karşı çıkıyor... Hayvan hakları da gündemdeyken o sahneler size neler hissettirdi?
Selahattin Paşalı: Emre hepimizi temsil eden bir karakter gibi, canımızı yakan her şeye karşı. Ben bu tip şeyleri gördükçe insana karşı umudum kayboluyor. Kendime “Ne yapabilirim?” diyorum. Üç kedimiz var. Ve en azından ben bir şeyleri kendi adıma iyi yapmalıyım diye düşünüyorum.
Ekin Koç: Hayvan sahiplenmenin belli kriterleri olmalı bence. Benim de bir kedim var ve hayvanlar üzerindeki iktidarımızın ne kadar mutlak olduğunu görmek bana dehşet verici geliyor. Bir deli, sokaktan bir kedi alıp istediğini yapabilir, bu korkunç. Herkes hayvan sahibi olamamalı. Gerçekten çocuk sahibi olmak gibi düşünülmeli. Aynı zamanda hayvanların bir an önce kanunen ‘eşya’ kategorisinden çıkarılıp hayvanlara zarar verenlerin ciddi yaptırımlara tabi tutulması gerektiğini düşünüyorum
Sinema yazarımız Uğur Vardan başyapıt olarak nitelendirdiği film hakkında ‘İkiyüzlülüğe, homofobiye, kadın düşmanlığına, kanun tanımazlığa, linç kültürüne, gündelik hayatın içindeki şiddete ve görüp de susanlara vurgu yapıyor’ diye yazmıştı.
Şöhrete sahip olma dürtüsü karanlık tarafa da götürebilir
Magazinden uzak, şöhretle mesafeli oyuncular olarak görünüyorsunuz. Bu siz misiniz gerçekten yoksa sizin için çizilmiş bir yol haritası mı?
Selahattin Paşalı: Şöhret tek başına benim doğama aykırı. İnsanı beslediğini de düşünmüyorum. Şöhrete sahip olma dürtüsü, insanı karanlık tarafa da götürebilir. Şöhret, mesleğin bir getirisi, önemli olan amaç haline gelmemesi.
Ekin Koç: 10 yıldır bu işi yapıyorum. Şöhret benim için görünmez bir öğe haline geldi. Anlam ifade etmiyor. Yan ürün gibi. Zaten süperstar bir durumum da yok. Mütevazı bir hayat yaşıyorum, nereye gitmek istersem gidiyorum. O yüzden benim için ikincil bir şey.
İkinizin de mesafeli, soğuk, ağır bir duruşu var. Öyle misiniz hakikaten?
Ekin Koç: “Dışarıdan soğuk görünüyorsun” lafını çok duyuyorum ama öyle biri olduğumu düşünmüyorum. Öyle miyim?
Selahattin Paşalı: Değilsin.
Ekin Koç: İnsanlar mesafeyi ve kişisel alana saygıyı soğuk olmakla karıştırıyor. Aynı zamanda sıcaklığı da laçkalıkla... Ben belli bir saygı çerçevesinde insanlarla içten bir ilişki kurmaya çalışan biriyim.
Selahattin Paşalı: Ben sanırım eskiden insanlarla aramdaki mesafeyi ayarlayamazdım. Sonrasında güvendiğim insanlar tarafından üzüldüğüm şeyler de yaşadım. Bu bana bir koruma mekanizması olarak geldi. Biraz yapımda da var.
Bir şeyi zıddı değerli kılıyor
Nasıl bir ikili oldunuz?
Ekin Koç: Selahattin’le tanışmadan kanımızın uyuşacağını düşündüm. Öyle de oldu. Set öncesi ve sonrası çok iyi iletişim kurduk. Yetenekli bir oyuncuyla çalışmak da işin bonusu. Benim için hem oyunculuk hem de arkadaşlık açısından harika bir partner oldu.
Selahattin Paşalı: Dışarıdan Ekin’e baktığın zaman şahane bir kariyeri var. Duruşu çok güzel. Yetenekli. Onunla oynamak müthiş keyifli. Provalarda tanıştık, sette de çok güzel
çalıştık.
Dizi denince reyting, film denince gişe ya da ödüller akla gelir. Ödüller, rakamlar sizin için ne kadar önemlidir?
Ekin Koç: Bunları piyasa mekanizmasının araçları olarak görüyorum. Bunlar meta benim için, satacağın ürün.
Nasıl yani?
Ekin Koç: Mesela bir oyuncu Oscar aldığında, ‘Oscar ödüllü oyuncu’ olmayı yapımcıya, işe, projeye satar. Yapımcı da aynı bu etiketi izleyiciye satar. Bir filmi kitlelere ulaşsın diye yaparsınız. Bu filmi satıp yeni bir film çekecek bütçeyi çıkarmanız da
gerekir. Ama binlerce film var piyasada. Birilerine ulaşmak için de elekten geçmelisiniz. Burada da festivaller devreye giriyor. Dolayısıyla önemli.
Selahattin Paşalı: Çok iyi açıkladı Ekin. Ben bu dediğini bireysel olarak da düşündüm. Bu film sayesinde çok şükür
ben de ödül aldım. Ödülden önceki ve sonraki halimi düşündüm.
Ne fark vardı?
Selahattin Paşalı: Öncesinde ödülü meta gibi algılıyordum. Yani o ödülü kazanırsam, insanların saygısını kazanacağım gibi bir şey... O sebeple de çok heyecanlıydım. Kazandıktan sonra da şunu düşünüyorsun: ‘Kazanmasaydım da bir şey olmazdı.’ Bundan önceki işlerime de aynı saygıyla yaklaştım, bundan sonrakilere de öyle yaklaşacağım. Çok bir şey değişmiyormuş.
Ekin Koç: Selahattin iyi bir oyuncuydu. Ödül aldıktan sonra da iyi bir oyuncu olmaya devam ediyor. Ödül şunu değiştirdi, insanlara bir argüman vermiş oldu. İki insan konuşurken ödüllü oyuncu, bu işin profesyonelleri tarafından tasdiklenmiş de diyecekler. Ve o oyuncuyla ilgili eleştiri hakkınız da
azalıyor. Şöyle ki mesela 5 Oscar’lı birine “Ne kadar kötü bir oyuncu” demeniz zorlaşır.
Kimileri bu ayrıma katılmaz ama sanki bir tarafta gişe ve bir tarafta sanat filmleri var. Sizce böyle ayrım var mı? Seçimlerinizi nasıl yapıyorsunuz?
Ekin Koç: Bence böyle bir ayrım var. Ben bir denge kurmaya çalışıyorum, iki tarafta da olmak istiyorum. Bundan keyif alıyorum. Bir şeyi zaten zıddı değerli kılıyor. İkisinden sadece birini yapıyor olsaydım, sürekli diğerini isterdim. Ama iki tarafı da
bir şekilde yaptığın zaman, hem özlem duyduğun bir şeyi yapıyor hem kendini motive edecek öğeler buluyorsun.
Selahattin Paşalı: Bu aralar en çok düşündüğüm şeylerden biri denge konusu. Sanat filmindeysen, kimse seni sırf popülerliğinden ötürü seçmemiştir, role uygunsundur. Ama şu da var ki sadece tiyatro ya da sanat filmi yaparsan günümüz şartlarında hayatını idame ettirmen daha zor, işin ekonomik tarafını da düşünmelisin. Bu sebeple denge önemli.
Sürekli önünde olanı arzu etmezsin
Oyunculuk dünyasında yetenek kadar sosyal medyadaki etkileşimin de önemli olduğu kabul ediliyor artık. Ama siz işin pek o taraflarında değilsiniz…
Selahattin Paşalı: Herkesin varolma yöntemi farklı olabilir. Benim yoğurdu yiyişim de böyle. Tek projeyle bir yere gelmek illüzyon gibi geliyor bana. O yüzden doğru seçimler yapmak gerekiyor.
Ekin Koç: Gerçekten bu kişisel bir tercih. Ben paylaşım yapmak istiyorum da strateji olarak sosyal medya kullanmıyorum gibi bir şey yok. Benim hayatım böyle akıyor. Her şey dijitale kayıp birtakım beklentileri karşılamanız gerektiğinde farklı kulvarlardan baskı yiyorsunuz aslında. Benim buradaki ikilemim şu; sosyal medya sürekli kişisel hayatın ifşasını bekliyor, doymuyor.
Bu beraberinde ne getiriyor?
Ekin Koç: Bir şey sürekli göz önünde ve ortalıktaysa çokluğundan dolayı değerini kaybediyor. Sürekli önünde olanı arzu etmezsin. Ben öyle olsun istemiyorum. Bir iş yaptığım zaman
bir değeri olsun istiyorum. Bu yüzden denge şart.