Güncelleme Tarihi:
Lafı dolandırmadan soracağım; şiir artık biraz ‘demode bir şey’ mi?
- Eskisi gibi etkin ya da yaygın kullanım alanına sahip değil, evet. Ama ‘demode’ demek de fazla genelleyici.
Kitapta, 1960’larda entelektüel kesimin yakından takip ettiği, hararetli tartışmalara alan tanıyan bir tür olduğundan söz ediyorsunuz. Ne oldu da etkinliğini ve yaygınlığını kaybetti? Sanki herkes “Ben şiir sevmem”ci oldu...
- Başka ülkelerde de böyle... Şiir, klasik dünyanın kurumlarından biri. Hipokrat, tıp yazılarını kafiyeyle yazardı. Sonra ortaya şiir dışında şeyler çıktı, şiir alan kaybetmeye başladı. Düzyazı yükseldi. Daha sonra düzyazıyı tehdit eden sinema çıktı. Derken televizyon yaygınlaştı. Artık insanların kendilerini ifade biçimleri çok farklı bir noktada. Şiir denen şeyin işlevini bugün modern iletişim imkânları üstleniyor. Eskiden, “Adam şair, o söylesin, beni ilgilendirmiyor” diye düşünülürdü. Şimdi, “Ben şunu hissettim, derhal âleme yaymalıyım” deniyor.
Nicelik ve nitelik arasında rahatsız bir ilişki vardır
Sosyal medyayı takip ediyor musunuz?
- Etmiyorum ama tahmin ediyorum. Bir yere konuşma yapmaya giderim. Konuşmam biter, dört-beş kişi söz alır. Bir şey sorar ya da yorumda bulunurlar. Genelde çok saçma sapan şeylerdir söyledikleri. Onları ölçü alırsan; “Salonda 55 kişi var, beşi bunları sordu. Öbürleri de böyle düşünüyorsa, ben burada ne diye konuştum” dersin. Ama geri kalan 50 kişi genelde öyle düşünmüyordur. Anlattıklarını daha iyi anlamıştır, değer vermiştir ama hemen kendi konferansımı vereyim gibi bir dertleri yoktur. Şimdi bu aletlerle birlikte öne atılan birileri var. Umarım onlar da geri kalanın vasatlığını temsil etmiyordur.
Şiir kitaplarının satışları düşüyor ama sosyal medyada şiirlerden parçalar, özlü sözler, aforizmalar paylaşımı çok yaygın...
- Bütün dünyada olan bir süreç; nicelik büyüyor. Nicelik ve nitelik arasında her zaman rahatsız bir ilişki vardır. Nicelik artışları alışıldık nitelikleri bozar.
“Şiiri biraz da yazanlar marjinalize etti” diyorsunuz. Ne yaptı şairler?
- Sadece şiir değil, bütün sanatlar 20’nci yüzyılda içe kapandı. Çok daha az şey bildiğimiz bir dünyada, o bildiklerimizin doğruluğundan daha bir emindik. Zamanla bildiklerimiz artmaya başladı. Ve biz her şeyden şüphelenir olduk. “Bu böyledir” deyip üzerine düşünme gereğini duymadığımız şeyleri sorgulamak gerekti. Bu, sanatta “Ben neyim, neye yararım, niye varım” gibi sorularla kendini gösterdi. “Bugün hava çok güzel” gibi kamusal bir şeyi iletmek şiirin işi olmaktan çıktı, “Bugün havanın güzel olması acaba neden bende iyi duygular yaratmıyor” gibi kişisel bir noktaya gidildi. Şiir yazmak ve okumak, bulmaca hazırlamak ve çözmek gibi oldu. Öyle olunca da insanlar şiir okumayı azalttı. Bu, bütün sanatlar için geçerli. Birçok insan, “Nasılsa anlamam” diye düşündüğü için resim sergisine de gitmiyor.
Şiirin akla mantığa direnen bir büyüsü var
Oysa size göre; ‘edebiyatın özü şiirdir’...
- Söz, ‘güzel sanat’ tanımına şiirle girdi çünkü. “Hafızın kabrinde bir gül açarmış / Her gün yeniden açarmış kanayan rengiyle”... O duyguyu bir resimle de, bir besteyle de anlatabilirsin ama dille en iyi böyle anlatırsın. Şiirin her zaman akla mantığa direnen bir büyüsü var.
Şiir bilmek ne katar insana? Daha iyi biri yapar mı mesela?
- Daha iyi olacağın varsa mutlaka yardımcı olur. Hayatını daha dolgun yaşamanı sağlar. Bu, kimileri için o kadar istenir bir şey değil. Ama ben bir şeyin, ne kadar başka şeyleri hatırlatırsa o kadar iyi olduğunu düşünüyorum. Mesela, Jale Parla’yla Dubrovnik’teydik bir seferinde. Akşam yemeğine bir lokantaya gittik. Sokakta çocuklar oynuyor; gülüyorlar, bağırıyorlar, ağlıyorlar. Hava kararmaya başladı. Anne sesleri duyuldu; “Ivan yemek vakti!” gibi... Çocuklar yavaş yavaş çekildi. Sessizlik, karanlık çöktü. Aklıma Kemal Özer’in şiiri geldi; “Akşam bir attır bütün ülkelerde / serin esmer bir attır / terkisine çocukların bindiği”...
“Eskiden her üç kişiden dördü şairdi. Şimdi olsa olsa biri kalmıştır” diyorsunuz. Diğer üçü nerede?
- Şimdi roman yazıyorlar işin kötüsü. Senaryo yazıyorlar, sinemaya kayan çok... İnsanlarda hâlâ bu dünyada bir iz bırakma isteği var. Ama artık bunu şair olarak yapmak zorlaştı. Diyelim ki şiirini yazdın, dergi arayacaksın. Hadi buldun... Onu ancak 300 kişi alıyor, 250’si kendi şiiri yayımlandığı için...
Hayat büyük ölçüde meyhanede geçerdi
Neden kadın şairimiz çok az? Kadın doktor, avukat, mühendis neden azsa bu da aynı sebepten mi?
- Evet, anlayabildiğim kadarıyla genel sebepler, ‘kadınlara tanınan yer’ meselesi... Buna rağmen tek tük kadın şairimiz var. Neyse ki daha sonraları edebiyatta düzyazı alanında bir kadın çiçeklenmesi oldu. 1960’lı yılların başında edebiyat çevresine girdim. Genç bir çevirmen olarak... Ve hemen herkesle tanıştım. O devirlerde bütün edebiyatçılarınki gayet erkek erkeğe bir hayattı. İlle yazar, şair olması gerekmiyor. Okur kadın da yoktu aramızda. Hayat büyük ölçüde meyhanede geçerdi. Masamızda kadın olmazdı. Lefter’in meyhanesine çok giderdik. Mekânın tuvaletinde bir tane pisuvar vardı. Olur da bir kız arkadaşımız gelirse, gerektiğinde tuvaleti kullanmak için yandaki meyhaneden izin alırdık.
Şiirlerdeki o görkemli aşk tasvirleri biraz da yaşanmamışlıktan o zaman...
- Olabilir tabii. Arada aramıza bir kadın geldiği zaman da adamlar karşıdan bakana “Hay Allah” dedirtecek şekilde pervane olurlardı kadının etrafında. Komikti biraz.
Yeni yazarlar biraz vasat ama kof değiller, gelecek için umut veriyorlar
Hak ettiğinden fazla ve az beğenilen şairler hangileri sizce?
- Yahya Kemal’e, Ahmet Haşim’e kadar yazılanların hiçbirini şiir olarak kabul etmemek lazım. Bir ayrım vardır: Bazı yazarların yeri, bazı yazarların varlığı söz konusudur. Bu, şairler için de geçerli. Namık Kemal’den, Ziya Paşa’dan bahsetmeden Türk edebiyatı tarihinden bahsedemezsin. Yani bunların yerleri vardır. Ama varlıkları? Kaç kitapları basılıyor, kaç okurları var? ‘Cenap Şahabettin’in Bütün Şiirleri’ diye bir şey var mı mesela? Bir ara basıldı ama herhalde kesekâğıdı oldu! Namık Kemal veya Abdülhak Hamit (Tarhan) gibi şiirimizin büyük adamlarının hiçbiri büyük şair değil. O dönemde şair olmak çok önemli olduğu için bugün adlarını herkes biliyor. Bir de tabii en popüler olan en iyidir diye bir şey de yok. Herhalde Ümit Yaşar’ı (Oğuzcan), Edip Cansever’i okuyandan daha çok insan okumuştur. Ama bunun bir kıymeti yok. Attilâ İlhan da bence epey abartılmış bir şairdir. Hak ettiğinden az beğenilen deyince... Asaf Halet’i (Çelebi) mesela kaç kişi tanır? Halbuki iyi bir şairdir.
Hayatta olan şairleri almamışsınız kitaba... Beğendiğiniz en genç şair kim?
- İsmet Özel gibi benim kuşağımdan olan insanlar var. Onlardan sonrakileri ben çok fazla izlemez oldum. Çünkü anlamamaya başladım. Çok içedönükleşti şiir. Ama ‘romanda yeni neler oluyor’a bakmaya çalışıyorum.
Neler oluyor?
- Kendini ifade etme ihtiyacı duyan insan sayısı artıyor. Kendini ifade ederken başkalarını da ilgilendirecek bir şeyler ifade edenlerin sayısı da artıyor. Ama çok parlak, ötekileri gölgede bırakan birini görmüyorum. Orhan Pamuk öyleydi. Bence ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ndan başlayarak, “Bu adam bir şey” dedirtiyordu. Latife Tekin öyleydi, ‘Sevgili Arsız Ölüm’ü okudum ve “Buna bir bakalım” dedim. Şimdi okuduğum yeniler biraz vasat ama kof değiller.
Gelecek için umut veriyorlar.
Kitaptan anekdotlar...
(...) Yahya Kemal, 1915-1916 dolaylarında hayatının en ciddi aşk olayını yaşar. Sevgilisi, Nâzım Hikmet’in annesi Celile Hanım’dır. Polonya asıllı Enver Paşa’nın kızı Celile Hanım ilk kadın ressamlarımızdandır. (...)
◊ Yahya Kemal gerçekten Atatürk’ün ayaklarına kapandı mı?
(...) Falih Rıfkı’nın iddiasına göre, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra Darülfünun’un Atatürk’ü tebrik etmek üzere Bursa’ya gönderdiği heyette Yahya Kemal de vardır. Şair Atatürk’ün önünde yere kapaklanmış ve ayaklarını öpmüştü. Falih Rıfkı’dan başka kimsenin görüp anlatmadığı bu sahneye inanmalı mıyız? Şaşırtıcı şüphesiz ama olmayacak bir şey olduğunu sanmıyorum. Yahya Kemal’in Atatürk’le ilişkisi hep tuhaf biçimde yürümüştür. Ondan ciddi şekilde korktuğu anlaşılıyor. (...)
◊ Necip Fazıl’ın Murat Belge’ye doğum günü hediyesi
(...) Necip Fazıl’ı çocuk yaşlarımda tanıdım. Babamın -Menderes’le- İstanbul’a geldiği bir seferdi. Heyet her zamanki gibi Park Otel’de kalıyordu. Ben de gitmiştim. Necip Fazıl geldi. Otelin lokantasına indik. O gün benim doğum günümdü. Bunun lafı geçince Necip Fazıl iki kolunu iki yana açıp “Neden söylemiyorsun, Murat” dedi. (...) “En sevdiğin müzik ne” diye sordu arkasından. “Carmen” dedim. Biraz sonra ‘Carmen’ başladı... (...)
◊ Can Yücel, masayı terk etmeden 48 saate yakın içebilirdi
(...) Bu kitapta birçok şairden söz ettim. Kimilerini tanıdım, kimilerini hiç görmedim. Bunların arasında içki içmeyen yoktur. Ama aralarında Can (Yücel) gibi içeni yoktur. Gençlik yıllarında içki ‘kaldırma’ takatı şaşırtıcıydı. Uyumadan, masayı terk etmeden 48 saate yakın içebilir, konuşabilir, bütün bu süre boyunca mantığını hiç aksatmadan konudan konuya geçerek anlamlı bir sohbeti devam ettirebilirdi. Ama zamanla bu dayanıklılığını kaybetti. Son yıllarında, bir-iki kadeh içince dili dolanmaya başlıyordu. Buna çanak tutanlar da eksik değildi. Hatta bunu Can Yücel’i otantik kimliği olarak görenler muhtemelen çoğunluktadır. Ama ben her zaman o daha erken yılların aydınlık, mantıklı Can Yücel’ini sevmiş ve aramışımdır.