Güncelleme Tarihi:
Bugün gökdelenleriyle ünlü Levent semti bir zamanlar çocukların sokakta top koşturup ip atladığı, komşuluk ilişkilerinin sıcacık yaşandığı, İstanbul’un örnek mahallelerinden biriydi. Psikolog, yazar Gündüz Vassaf, yeni kitabı ‘Leventnâme: Çocukluğumla Buluşmalar’da çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği bu semte bir nevi saygı duruşunda bulunuyor ve Levent’in yıllar içindeki değişimine mercek tutuyor. “Şu an kaplumbağa gibi yaşıyorum” diyerek dünyanın farklı şehirlerini gezen Vassaf’la Levent, Çalıkuşu Sokağı’nda buluştuk, eski İstanbul’un izini sürdük.
◊ Levent semti sizin için tam olarak ne ifade ediyor?
Semtler genellikle girdiğimiz, çıktığımız sokaklardan ibaret oluyor. Onu tarih içinde bir yer olarak göremiyoruz. Belki bu yüzden de mahallelerimizi, mekânlarımızı çok kötü kullanıyoruz. Yani bir perspektif içinde göremeyince koruyamıyoruz, hatta saldırıyoruz ona. Bugün sizinle buluşmaya gelirken bir arkadaşım bana “İnsan birini anmak için onu ölü yerine koyup mezarına mı gider? Sen Levent’in mezarına mı gidiyorsun” dedi. İşte tam tersi, şu anda sizinle konuşurken buradan Levent Çarşısı’na bakıyorum. Annem dolaşıyor, babam dolaşıyor oralarda. Yıllar geçiyor gözümün önünden; darbeleri hatırlıyorum. Çünkü onları burada yaşadım. Anılarımıza dönüyoruz mahallemizden bahsederken.
◊ Kitabın giriş kısmında “Psikologlar kimliklerimizin beşiği ilk evimizi kale almazlar” diyorsunuz. İlk ev neden önemli?
O kadar benciliz ki kendi anılarımız hep annemizle, babamızla. Onların yaşadığı ortamdan çok kopuğuz. “Annem şöyleydi, babam şöyleydi” diyoruz. Ama hangi ortamda, hangi köyde, hangi yılda öyleydi? Hangi siyasetin altında ve ekonomik koşullarda? Bu birey fetişizmine odaklandığımızdan beri artık mahalle bakkalı gibi psikologlar türemeye başladı. Onlar da bireyi yaşadığı ortamın değerlerinden, beklentilerinden, öfkelerinden soyutluyorlar. Halbuki mahalleyi bir tür birey yapabilirsek o zaman uzaktan bakıp daha kuşbakışı bir perspektif içine kendimizi de yerleştirerek niçin, nasıl ve ne zaman böyle olduğumuzu daha iyi anlayabiliriz.
◊ Siz kendinizi bu perspektif içine yerleştirdiğinizde nasıl bir mahalle görüyorsunuz?
Mesela ben 5-6 yaşımdayken Levent’te doktorculuk oynardık. Kızlarla, erkeklerle vücutlarımızı keşfederdik. Bahçeler vardı bunu yapabileceğimiz, özgür alanlarımız vardı. Şimdi benim cinsel gelişimim başka bir mahallede, başka bir ortamda olan bir kızın ya da erkeğinkinden çok farklı. Benim cinsel gelişimim doktorculuk oynayabildiğim için cinsel tacizci olmaktan çok uzak. Çünkü birlikte oynuyorduk, her şey birlikteydi. Şimdi sapıklık, cinayetler gırla gidiyor. Mahalle çok önemli.
‘KORKU ÇOCUKLARA YANSIYOR’
◊ O ilk evinize taşındığınızda ne hissetmiştiniz, hatırlıyor musunuz?
O zaman babam 55, annem de 45 yaşında. İlk defa ev sahibi oluyorlar. “Bu bizim evimiz” diyorlar.
O ilk perdeler asılırken, eşya alınırken... Kiracı olmanın güvensizliğini çok kişi bilir. Dünyada milyonlarca kişi, İstanbul’da da on binlerce kişi ‘Acaba ev sahibim bana nasıl davranacak, beni evden atacak mı’ korkusu içinde. O korku çocuklara yansıyor. Ben Levent’e gelince ‘bizim evimiz’in güvenini aldım.
◊ Levent nasıldı o günlerde?
İstanbul’da ilk planlı mahalleydi. Bakkalı, sineması, parkları nerede olacak? Ulaşım nasıl akacak? İstanbul aslında daha çok kendiliğinden gelişen bir şehir. Birisi orada dükkân açıyor, yanına biri daha geliyor. O günler özgürlüktü. Güvensizlik yoktu, ebeveynler çocukları adına sokaktan kötülük beklemiyordu. Onun için dolanıyorduk Levent’in tüm sokaklarında. Boğaz’a inen anacaddeye çıkıyordum. Şimdi altı şeritli gökdelenlerin olduğu yola bisikletle gidebiliyordum. Etiler yoktu, toprak yoldu oralar. Akmerkez’in olduğu yer top sahasıydı. Karşısı da askerlerin top talim alanıydı.
◊ O günden bugüne neler kaldı?
Bir kere Leventliler aynı Leventliler değil. Yani bizim sokağımızda o dönemin meşhur ayakkabı cilası imalatçısı Nuri Leflef oturuyordu. Onun komşusu Nimet Çalapala bir dönem Türkiye’nin en çok okunan yazarıydı. Reşat Nuri Güntekin vardı; Çalıkuşu Sokağımız adını onun romanından aldı. Aileler hep tanışıyordu. Oturduğumuz evler, rüya görülen evlerdi. İnsanların yaşadığı, hastalandığı, öldüğü yerlerdi. Evlerin masalı vardı. Artık o evlerin fazla bir masalı yok, hesabı var daha çok. Şimdi hepsi şirket oldu.
◊ Bu semte tarihimizde iz bırakan başka hangi isimlerin yolu düşmüş?
Aziz Nesin’i biliyorsunuz; mahkemede, bir içeride, bir dışarıda... Bir yandan dergiler çıkarıyor. Ama toplanıyor dergiler, para kazanamıyor. Sonunda geçim yolu olarak Levent’te bir kırtasiye açtı, evlerin kapısına gazete dağıtıyordu. Kitap okunmadığı için Leventlilerden şikâyetçiydi. Reşat Nuri Güntekin kendi halindeydi ve o dönemin kültürünü yansıtıyordu. Mesela Cağaloğlu’nda kitapçıların önünden geçmekten çekinirmiş. Özellikle kendi kitaplarını basanların... “Alacağını istemeye geldi” deyip korkacaklar diye terbiyesinden çekinip sokak değiştirirmiş. Türkiye’de edebiyatçı kim varsa; Cevat Çapan, Mîna Urgan falan aynı sokakta yaşadık. Çalıkuşu Sokağı’nda...
‘ESKİYİ SAYIKLAYAN BİRİ...’
◊ Çocukluğunuz burada geçmiş, hâlâ bugün de Levent’te alışveriş yaptığınız balıkçı, peynirci, manav yok mu?
O dükkânlar bitti. Bir tek çocukken Levent’in en yüksek binaları olan su depoları, bir de 6-7 Eylül olaylarında camları kırılan ve yerle bir edilen Tadal Pastanesi kaldı. Fakat geçen gün oraya gittim. Bir-iki defa yokladım. Ya konuşmak istemediler ya da geçmişi pek bilmiyorlar; ben eskiyi sayıklayan biri konumunda kaldım. Ayrıca Ziraat Bankası da bugün hâlâ aynı yerinde duruyor.
◊ 6-7 Eylül 1955’te yaşanan olaylar sizin mahalleyi etkiledi mi?
Okulların birinci işlevi biliyorsunuz devlet ideolojisini ve iktidar partisinin görüşlerini yaymak. Bize o gün okulda ‘Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak’ yazmayı öğretmişler. İşte güruh geldi ve akşam evimizin önünde durdular. Kapıda babamın otomobili var. O günlerde varlıklı eve ve otomobile karşı bir düşmanlık duyuluyor. Arabayı gördükleri için önce saldırmayı düşündüler ama sonra tebeşirle arabanın üzerine yazdığım ‘Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak’ yazısını gördüler. “Geçelim, bunlar bizden” deyip yollarına devam ettiler.
‘ÇÜNKÜ HER ŞEY ORTAK...’
◊ Kitabınızda sıklıkla ‘Yüzümüzün kızarmasının artık sözü edilmediği duyarsız çağ’ diyorsunuz. Ne oldu bize? Nasıl bu şekilde duyarsızlaştık?
Değişim diyelim çünkü başka duyarlılıklarımız var. Yani burnumuzdaki sivilceye, ayakkabımızın markasına, birilerinin bizi sevip sevmediğine veya söylediğimiz bir cümlenin dikkati çekip çekmediğine olağanüstü duyarlılığımız var. Halbuki 40 yıl önce kişiler üstüne dikkati çekmek istemezdi, utanırdı. Başkasını dinlemek isterdi. Türümüz bugün bizi duyarsızlaştıran şeylerin saldırısı altında. İnsanlık Afrika’dan çıkalı 80 bin yıl oldu.
O dönemde yaşayan birini düşünün. 20, 30, 40, 50 kişilik gruplar halinde yaşıyorlar. Ömründe belki ya bir cinayet görecek ya hiç görmeyecek. Hırsızlığa belki hiç tanık olmayacak. Çünkü her şey ortak. Şimdi ben sabahtan akşama kadar televizyon seyretsem 50 cinayet, 20 savaş, 30 aşk, 12 intihar görebilirim. Duyarsızlaştık... Cinayete, hırsızlığa, sekse... Sokakta yürürken aç birini görmeye alıştık.
‘GEMİ BATARKEN BİZ DANS EDİYORUZ’
◊ Biraz dünya gündeminden bahsedelim. Trump tekrar ABD başkanı seçildi, bir yandan Ortadoğu’da savaş devam ediyor. 2025’te nasıl bir yıl, nasıl bir dünya gündemi öngörüyorsunuz?
Soğuk savaştan sonra başlayan, teknolojinin, yapay zekânın, iklim krizinin getirdiği belirsizlikler var. Büyük göçler olacak ve oluyor. Endişeye karşı daha çok toplanacağımıza, dünyanın bu gidişine dur diyeceğimize daha çok kendimize dönüyoruz. Herkes kendi gününü kurtarmanın peşinde. Yani gemi batarken biz dans ediyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz, Tanrı’ya sarılıyoruz. Sıradan vatandaş eski değerlerde; ailenin, devletin kutsallığında, bayrakta, dinde değer ve güvence arıyor. Kaçacağımıza, belirsizlikte de yaşamın güvenini hissedebilirsek o zaman belki dünyanın sayemizde aldığı istikameti değiştirebiliriz.
◊ Hem Türkiye’de hem dünyada olup biten olaylar karşısında sizce biz psikolojimizi nasıl koruyacağız?
Yarın ne olacak diye sorgulamıyoruz, şikâyet ediyoruz. Tüm olanlardan kaçtığımız için de “Boş ver” diyoruz. Belirsizliği sabitleştirirsek başımızda bir ejderha gibi kalacak ve büyümeye devam edecek. O belirsizliği sorgulamak yerine onu bir veri olarak kabul ettiğimiz için “Dünya kötüye gidiyor” diyor, olduğumuz yerde kalıyoruz. Onu kötüye götürecek olan biziz, başkaları değil. Herkesin elinde bir kredi kartı var. Diyelim ki o banka istemediğimiz bir yere, mesela silah sanayisine yatırım yapıyor. O bankadaki kartı yırtsak atsak ne riske gireriz ne de hapse. O banka bundan sonra kime borç vereceğini bir daha düşünür. Toplu olarak çözüm bulabiliriz. Ama “Ne yapabilirim” diye sormak lazım.
‘YAPAY ZEKÂYA LÜTFEN DEMEYİ BIRAKTIM AMA NEZAKETİM GİDİYOR’
◊ Yapay zekâ teknolojisiyle aranız nasıl? ChatGPT ile konuşuyor musunuz?
Arada bir ChatGPT’ye soru sorduğumda “Lütfen, İstanbul’u kim fethetti” diye hitap ediyordum. Sonra kendime “Ulan, niçin ‘lütfen’ diyorum, karşımda kimse yok” dedim. “İstanbul fetih” yazıp soru işareti koyuyorum. Bu sefer de cümle yapım bozuluyor, nezaketim gidiyor. Bu en basit haliyle günlük hayatımıza etkisi. Beynimize yerleştirilecek çiplerle ya biz onun kölesi olacağız ya da bizim denetimimizdeki bir yapay zekâ bizi yönlendirecek. Yani böyle bir tehlikeyle karşı karşıyayız.
◊ Röportaj için hazırlanırken Chat GPT’ye “Gündüz Vassaf’a tek bir soru sorma hakkın olsa, bu ne olurdu” dedim. Kitaplarınızda işlediğiniz özgürlük temasından yola çıkıp size “Özgürlüğü en çok nerede ve ne zaman hissettiniz” sorusunu sormamı istedi.
Vooov (gülüyor)! En çok yazarken hissediyorum galiba. Bir de devlet korkusunu nispeten daha az hissettiğim bazı toplumlarda. Tabii, devlet olan her yerde bu korku var. Çünkü devletin vatandaşına karşı şiddet kullanma hakkı var. Anayasamızla, yasalarımızla ona bu hakkı vermişiz biz. Kimi yerlerde devlet, ulusun çıkarından daha çok, belirli bir sınıfın ya da milletin çıkarı için kullanılıyor. Yani mesela bazen Amerika’da devlet korkusu daha fazla, bazen burada, değişiyor. Bunu en az hissettiğim yerse sanırım İskandinavya.