Güncelleme Tarihi:
* Sonunda Arter’i açtınız. Ama esas hayaliniz burası değilmiş galiba?
- Hayalim, bir müzeler kompleksi kurmaktı. Sadberk Hanım Müzesi dünya ölçeğinde bir zenginlik içeriyor, Büyükdere’deki yer buna izin vermiyordu. Ömer Bey’e (Koç) müze fikrini, “İnsanlık tarihinin başlangıcından bugüne ve bugünden de yarına taşıyan biçimde ele alsak” dedim. Böyle cüretkâr, aykırı duruşlara meyleden, onları himaye eden bir yapısı vardır. Çok hoşuna gitti.
* Nasıl olacaktı bu?
- Arkeolojik koleksiyon, Türk-İslam Koleksiyonu ve Cumhuriyet dönemi... Sadberk Hanım Müzesi’ni bir insanlık ya da Anadolu medeniyetleri müzesi olarak ele almak gerektiğini düşündüm. Türkiye’de bir kişi, bir müzeye yılda bir ya da iki kez gidiyor. İngiltere’de bu rakam 14! Üç ayrı yapıyla bu oranı çok yukarı çekecektik.
* Dünyada örneği yok herhalde.
- Yok.
* Ne oldu peki?
- Fizibilite çalışmalarını yaptık, ekibi kurduk, yer arayışına koyulduk. Haliç’teki eski tersaneler bölgesine talip olduk. Devlete ait bir yer. Fatih Sultan Mehmet’in kurduğu vakfa, Deniz Kuvvetleri’ne, bankalara uzanan mülkiyet hakları var. Çoğunu hallettik. Fakat bir gün bize, “Başka planlar var, buraya talip olmayınız” dendi.
* Ne gibi?
- Bir ihale oldu, Rixos Grubu aldı. Çok büyük bir tersane yapıyorlar, biz de Sadberk Hanım Müzesi’nin bir bölümünü buraya taşıyacağız.
* Ya sizin proje?
- Topkapı Sarayı yakınlarında bir yer önerildi, orası da güzel olabilirdi fakat sonra orayı da vermediler.
Çok paralarını yedim!
* Neden?
- Tercih edilen bir yatırımcı gibi görünmedik sanırım. Oysa yaptıklarımız ortada. Vazifemiz, adanmışlığımız belli. Hakikaten çok üzüldüm.
* Ne yaptınız?
- “Kalan sağlar bizimdir” dedik. Kâğıthane Deresi yakınlarında bir yamaç vardı, buraya da aile -haklı olarak- “Çok uzak” dedi. Sonunda sadece ‘çağdaş’ı gerçekleştirebileceğimiz bir B planı yaptık. Koleksiyon toplamaya başladık. Toplamak ailenin genetiğinde var ama daha çok geleneksel sanatlar odaklı. Aykırı yöne çeken Ömer Koç olmuş. Çok eski arkadaşım. Bu büyük bir lüks. Ki çok paralarını yedim!
* Nasıl?
- İngiltere’deyken, İKSV’nin (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) başındayken, bıktıracak kadar destek aldım. Ömer Bey’in çağdaş sanata zaten merakı vardı. Bunun derinleşmesini tetiklemek anlamında galiba gıdıklayabildim onu.
Parayı veren düdüğü çalar zihniyeti kolay düştüğümüz bir tuzak
* Burası aileden esas Ömer Koç’in eseri yani?
- Tabii. Melih Fereli-Ömer Koç buluşması olmasaydı belki Koç hiç çağdaşa girmezdi. Rahmi Bey (Koç) ve Semahat Hanım (Arsel) böyle düşünmüyor olabilirdi.
* Hayat akıyor, Ömer Bey’in dönemi başladı belki...
- O sonradan geldi. Biz 2005’te başladık.
* Nasıl?
- Önce kaygı duydum: “Dostluğunu her şeyin üzerinde tutuyorum, bunu kaybetmek istemem. Yarın, öbür gün ters bir hareket yaparım, ben özgür bir kuşum, İngiltere’de yetiştim, müzisyenim, duygusal bir insanım. Acaba tekrar mı düşünsek” dedim.
* Nasıl karşıladı?
- “Şaka mı yapıyorsun ya” dedi, “Biz bir araya geleceğiz ve yanlış bir şey yapacağız? Buna ne sen, ne ben ne de aile izin verir.”
* Müdahale etmedi mi?
- Asla ve kat’a! Fikrine tabii ki başvururuz ama tahakküm etmedi.
* Atipik bir durum.
- Çok, dünyada yok. Ben kraliyet ailesiyle çalıştım. Parayı veren düdüğü çalar zihniyeti kolay düştüğümüz bir tuzak. Hele hele Ömer Koç entelektüel düzeyindeyseniz. Latince, Grekçe okumuş, İstanbul’la ilgili dünyanın en büyük ikinci kitap koleksiyonuna sahip bir insan.
‘Ben size o mektubu yazan gencim’ dedim
Sizin konumunuz çok enteresan. Hem Koç hem Eczacıbaşı ailesiyle çalıştınız. Onlar da sanatın hamisi, Türkiye’nin Medici’leri gibi bir aile.
- Öyle kesinlikle, Nejat Bey de (Eczacıbaşı) öyleydi.
* Sanat hep Eczacıbaşı’nın alanı gibi görüldü. Sanki biraz onlara bırakılmış gibiydi. Arter bu dengeyi sarsacak mı?
- 1973’te tüm paramı İstanbul Festivali’ne harcayıp Nejat Bey’e bir mektup yazdım. “Efendim, ben şöyle bir gencim, bu festivalde gördüğüm iyi tarafları ve eksiklikleri bir rapor olarak takdim etmeme izin verin” diye. “Beni size ulaşmakta güçlük çekebilecek büyük bir genç kitlenin temsilcisi gibi algılamanızı isterim” diye ekledim. Bir ay sonra davet etti, beni kucakladı. “Siz” diye hitap ediyordu, çok zarifti. Sonra İngiltere’ye göçtüm, müzisyenliğe devam ettim. 1993’te tekrar aradı, “Görüşmek istiyorum” dedi. “Ben size o mektubu yazan gencim” dedim. İstanbul’a geldiğimde mektubu çıkardı. İkimizin de gözleri yaşardı. “Dünya ölçeğinde varmamız gereken yerde değiliz. Dışarıyı da bilen birine ihtiyacımız var, gel” dedi.
* Çok güzel başlamış hikâye. Neden bitti peki?
- Nejat Bey’in de hayali olan, Ayazağa’da askeriyeye ait bir bölge var. Devlet burayı üstyapı haklarıyla İKSV’ye devretti ve 30 milyon dolar tahsis etti. “Geri kalan kısmını siz bulacaksınız” dedi. Proje çok ileri bir safhadayken Şakir Bey’in (Eczacıbaşı) dönemin Kültür Bakanı İstemihan Talay’la kamuoyu önünde sergilediği polemik ve takındığı tavrı nedeniyle durduruldu.
İKSV sponsorluklar olmasa yaşayamaz
* Sonra ne oldu?
- “Hakkınız yok buna” dedim, “İKSV’yi sadece bir Eczacıbaşı projesi olarak görürseniz, bu işlemez. Koç’u, Şahenk’i, kim varsa herkesi yanınıza almanız gerekir.” Yapmadı. Sonunda Kültür Bakanı projeye el koydu. Şakir Bey’e ağır bir mektup yazdım.
* Ne dediniz?
- “Ben İngiltere’den sadece festivaller yapan bir kurum yönetmeye gelmedim. Siz bir vizyona taş koydunuz” mealinde yazdığımı hatırlıyorum ve Yönetim Kurulu Başkanlığı’na layık olmadığını söyledim.
* Vay canına, ne oldu sonra?
- İngiltere’ye geri döndüm. Arter gibi bir yapının arkasında Şakir Bey’inkine benzer bir zihniyet olsaydı, Arter olamazdı.
* Koç’la Eczacıbaşı’nı kıyaslamanızı istesem...
- Koç ailesi; yarın, öbür gün destek gelmezse projeyi nasıl sürdürürüm hassasiyetine daha sahip. Vehbi Koç Vakfı’nın kuruluş yapısı, Koç topluluğu ve ailesinin bireysel zenginliklerinden faydalanma biçimi son derece kurumsaldır.
* Nasıl?
- Şirket ortaklıkları vardır, oradan kâr payı alır, şirketlerden bağışlar alacak düzenekler kurulmuştur. Hepimiz ölümlüyüz, ailelerde vefatlar olur. O zaman o birikimin hangi bölümünün hangi amaçla vakfa gitmesi gerektiğine dair çok iyi düşünülmüş kurallar vardır. Daha çok Batı’da olan şeyler... Vehbi Bey’in nasıl bir vizyoner olduğunu vakfı kurarken koyduğu kurallar iyi anlatır. İKSV böyle kurulmamış.
* Nedir farkı?
- Çok iyi niyetli insanlar kurmuş. Ama sponsorluklar olmasa yaşayamaz. Bülent Eczacıbaşı, Şişhane’deki bina için 15-16 milyon dolar bağışladı galiba. Ama bir yıllık bütçesi bile değildir. Biz Koç topluluğu olarak hâlâ en büyük nakit desteği veren kurumuz. Demek ki bu işe gönül vermiş grupları ve bireyleri İKSV’nin etrafında toplayabilecek güce sahipsiniz. Bu süreçleri kurumsallaştırmak çok önemlidir.
Uzakdoğu’da müthiş bir devinim var
* Üst düzey sergilerle başlamışsınız. Popülerleştirmeden, çıtayı yukarda tutmuşsunuz. İstanbul’u Barselona, Amsterdam gibi şehirlerle yarışa sokacak mısınız? Sanatsal hedefiniz, vizyonunuz nedir?
- ‘Biz de varız’ın ötesine geçebilecek bir tesirle yükseltme kararı aldık. Batı’da da ama özellikle Uzakdoğu’da müthiş bir devinim var. Ama yeni müzelerin hiçbiri disiplinlerarası diyaloğu mümkün kılacak böyle bir altyapı hevesi, iddiası taşımıyor.
* Dünkü basın toplantısında, “Yaptığım her işte politik bir amaç vardır” dediniz. Buradaki amaç ne?
- Müzenin politik bir amacı yok ama insanların yaratıcı güçlerine dair bilinç uyandırmak gibi bir misyonumuz var.
* Bunu biraz açalım. Biz bu eserlere baktığımızda, burada vakit geçirdiğimizde hayatımızın, dünyanın güzelleşmesini umuyoruz, değil mi?
- Sadece güzelleşmesini değil. Bir sanat eserinin bize ne sorduğunu anlamaya çalışmak, kendimizi sorgulamamızı sağlar. Bir ayna esasında.
* Ama bir çağdaş sanat eserini anlamak çok meşakkatli bir şey.
- Hiç değil. Bir eseri gördüğünüzde, “Bunu ben de yapardım” diyorsanız, onu yakaladınız demektir. Çok derin bilgiye sahip olmak zorunda değilsiniz. Tabii ki metaforları, ayrı bir dili vardır. Okudukça daha çok anlar, keyif alırsınız ama her sanat öyledir.
Tüylerim diken diken oluyor
* İngiltere’de bir araştırma yapılmış. İnsanların Damien Hirst ve Tracey Emin’in eserlerine ortalama beş saniyeden az baktıkları ortaya çıkmış. Ne önerirsiniz? Karşımıza anlayamadığımız bir eser çıktığında ne yapmalıyız?
- Mimari dokumuza da yansıtmaya çalıştık. “Ben buraya ait değilim. Buraya girmek için çok okumam, çok bilmem gerekir” algısını kırmak istedik. İlk engel budur. Eğitim sistemimizde de yukardan bakan, hiyerarşik bir yapı var. Aslında her yaratıcılık süreci bizden kaynaklanır.
* İzleyiciden yani?
- Tabii. Burası içinden sokak geçen bir yer. Gelin bakalım bir, sizi ne gıdıklayacak? Belki kitabevi, belki arka bahçe... Ben de hep buralarda olacağım, benimle konuşabilirler.
* Hayatınız burada mı geçecek?
- Tabii. Mahalleliyle de yakınım. Onların şivesiyle konuşmaya çalışıyorum: “Abe, bugün nasıl gidiyo hayat” diyorum, hoşlarına gidiyor. İnsanlar aidiyet hissedecekleri yere gider, dışlanacakları yere gitmez.
* Dolapdere karmakarışık, rengârenk ama biraz unutulmuş bir yer.
- İhmal edilmiş bir yer. İstanbul’un en önemli aksına yürüyerek beş dakika ama gençliğimden beri aynı durumda. Başka dinlerden, etnisitelerden insanları kaybetmiş olmayı hatırlatan, bu zenginliği geri kazanma ihtimalini yaşatan bir mahalledeyiz.
* Dün buranın üçüncü katından varlığını hiç bilmediğim kiliseler gördüm.
- Evet. Aziz Meryem Kilisesi, Panayia Avangelistria Rum Ortodoks Kilisesi. Mimarı İstiklal Caddesi’ndeki Arter binasını yapan mimar. Bir ruh bağı var burada, tüylerim diken diken oluyor.
* Nasıl bir süreç öngörüyorsunuz? Emlak fiyatları arttı, bildiğimiz soylulaştırma süreçleri harekete geçti.
- Onu biz engelleyemezdik. Hep beraber el ele verip satın almak gerekirdi.
* Ya da kural koyarak, “Burada sadece belirli amaçlarla emlak alınır, kiralanır” gibi.
- Orada yerel ve merkezi yönetimin devreye girmesi gerekiyor.
* Ne diyor Dolapdereliler?
- Bize bayılıyorlar çünkü başlamadan ilk işimiz muhtarları ziyaret etmek oldu. “Biz komşu olarak geliyoruz. Asla tehdit olacak bir operasyon değil” diye anlattık. “Çocuklarınız için burada olacağız. Dünyaya örnek gösterilecek bir yapının yanı başında büyüyecekler” dedik. Cep telefonumu, e-mail’imi bildiren mektup yazdım.
* Kime yazdınız?
- Herkese! Muhtarlardan her aile reisinin adını aldık, özel bir zarf ve yazıyla mektup gönderdik. “Sizi rahatsız eden bir şey olduğunda bana kadar ulaşabilirsiniz” diye not düştük. Sanki belediye başkanı olacakmışım gibi hareket ettim. Ayda bir kez mahalle meclisi toplantılarına katılacağım.
* ‘Komşukart’ çıkarmışsınız mahalle sakinlerine.
- Evet, bu mahallede oturan herkes sergilere her zaman ücretsiz girecek.
Sanatı sadece daha çok para kazandırsın diye yapmak günah
* Sanat bir endüstri artık. Dünyanın önde gelen eleştirmen, küratör ve sanatçıları epey kötümser. Mesela Andrea Fraser: “Sanat 100 yıllık mücadele sonunda kazandığı özerkliğini pazarın ve büyük kurumların, şirketlerin himayesine geçerek kaybetti” diyor. Bir direniş alanı olmaktan çıkarak pazarın değerlerine tabi olduğunu belirtiyor. Fraser’a göre yaşadığımız, “Sanatın tarihi trajedisi”. Pat Hearn daha da ileri gitmiş “Post-modern dönemde sanat eleştirellikten suç ortaklığına geçiş yaptı” demiş. Bu meselelerin ortasında geçirdiniz ömrünüzü. Ne diyorsunuz?
- Bu eleştirilerin hepsinin doğru yanları var kesinlikle. Ama her eleştirinin bir hareket noktası ve önyargıları da vardır. Sanatın metalaşmasına ben de karşıyım. Ama sırf eleştirmek için sanat yapmayı da doğru bulmuyorum.
* Politika için yani?
- “Silah üreten bir kurumun sanata destek vermesi günah çıkarmak, kendini aklamaktır” diyen, bunu çok sert şekilde ortaya koyanlar var. “Çevreci ürünler üretmeyen bir şirketin bunu yapması riyakârlıktır” diyenler var. Kendimizin o soyut ve ulvi değerlerle hemhal olduğumuzu düşünürken yaşam biçimimizin ikiyüzlü olup olmadığına bakıyor muyuz? BP’yi, TÜPRAŞ’ı eleştiriyorsam ama arabama da biniyorsam, kusura bakmayın ama bu eleştiriyi yapma hakkına sahip değilim.
* Sanatın dünyayı daha iyi bir yer yapma hayali yok mudur?
- Sanatı sadece daha çok para kazandırsın diye kullanmak benim için de günah. Bunun toprağın metalaşmasından farkı yok. Bugün Dolapdere’deki rant mekanizması, sanatı bahane ederek hepimize ait bir güzelliğin harap edilmesi. Ama göreceksiniz, 24 yaş ve altının binamıza her zaman ücretsiz girebilmesinin çok büyük bir öykündürücü gücü olacak.
* Bu çok güzel. Ama bu kadar uysallaşmış, piyasanın mantığına göre şekillenmiş sanatın bugünkü demokrasinin yok oluşuna, kâr hırsına, doğanın yok edilmesine karşı güçlü bir ses olma ihtimali kalıyor mu?
- Sanatçı da yaşamak zorunda. O da yiyecek, yaşayacak. Ama sadece para kazanma amacı haline getiren bir kitlenin varlığı olumsuzluktur. Metalaşmanın bir olumsuzluk getirdiği muhakkak.
* Türkiye düşünce ve fikir özgürlüğü konusunda...
- Kötü bir karnesi var ama hep böyle oldu.
* Bu durum bir çağdaş sanat müzesi direktörünü nasıl etkiler? Otosansür uyguluyor musunuz?
- Hayır, hiç uygulamadık ama dikkatsiz değiliz. Sanat kimseye hakaret etme hakkını vermez. Eleştirel olabilir ama hakaret eden bir tavır koyuyorsa, ya bunun insanları rahatsız edebileceğini unutmuşumdur ya da kasten yapıyorumdur. O zaman bu propagandaya girer. Yakında, ‘Sanat Propaganda Değildir’ diye bir sergi yapacağız.
Ömer Koç’un evinde bir tek tavanda eser yok
* Koç koleksiyonunda 1300 eser var galiba toplam?
- 158’ini gösteriyoruz.
* Koleksiyonun yüzde 10-15’i...
- “Burası sabit koleksiyon galerisidir” dedirtmeyeceğiz. 200-300 eseri koyuyorsunuz, yavaş yavaş çöküyor, mahzunlaşıyor. İnsanlar bir daha adım atmıyor. Temalar etrafında dörder, beşer aylık sergiler oluşturacağız. İzleyiciyi ters köşeye yatırarak, “Ne kadar sık gelirsem o kadar iyi” demesini istiyoruz.
* Buradaki başyapıtlar sizce hangileri?
- Öyle eserlerimiz var ki bir galeriyi tek başına talep edebilecek cesamette. ‘Çaylak Sokak’, Hale Tenger’in ‘Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık / İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik’i öyle. Altan Gürman tabii.
* Müzenin yıldızı o gibi. Yazık, çok erken ölmüş.
- Duruşu bugün bile güncel. Devletin gücüne eleştiri getiriyor. Kuzulara, nehirlere bakarken birdenbire böyle şeylere bakmaya başlıyorsunuz. Altan Gürman’ı tek bir eser kabul edecek olursak, benim için en değerlisi o diyebilirim. Gülsün Karamustafa’nın ‘Mistik Nakliye’si, Sigmar Polke’nin ‘Patates Ev’i...
O zenginliği değerlendirmemek aptallık olur
* Müthiş, yüz milyonlarca dolarlık bir koleksiyon var burada.
- Evet ama hiçbir zaman Ömer Bey’in koleksiyonunun değerine ulaşamayız. Çağdaş sanat, modernist ve klasik dönemde oluşturduğu dünya, bugün dünya ölçeğinde pek kimseye nasip olmayan değerdedir.
* O da sergilenecek galiba 2022’de...
- Bizim kurumsal koleksiyonumuz ayrı ama Ömer Bey’in koleksiyonundan bir şeyler yapıyoruz.
* Ne gibi?
- İki sene önce İstanbul Bienali’nde Abdülmecid Efendi’de bir sergi yaptım. İslamcılar saldırdı, sonra da patladı zaten.
* İyi geldi yani saldırı sergiye?
- Hakikaten öyle oldu, yüz binler geldi. Bu yılki Bienal’e de bir şeyler yapacağız. Ama Arter’in açılışı için bir parça istediğimde, “Asla izin vermem çünkü o zaman Ömer’in müzesi olur. Burası Arter. Tabii ki sonra istediğiniz zaman yaparsınız ama bunu mümkün mertebe öteleyin” dedi. Ama yapacağız. O zenginliği zaman zaman değerlendirmemek aptallık olur.
* Nerede bu koleksiyon?
- Evlerinde, depolarda. Eserleriyle yaşamayı çok seviyor. Evinde bir tek tavanda eser yok! Kapıların arkasında bile var vallahi (gülüyor). Ciddi kürasyon yapıyor. Onu indiriyor, onu asıyor, onlarla yaşıyor.
* Arter’de opera bile izleyeceğiz galiba?
- Evet, çağdaş tiyatro da olacak, dans da. Beden yaratıcılığımızı keşfetmemizde en önemli alet. Bir perküsif alet gibi kullanabilirsiniz (Yüzüne, yanaklarına vurarak güzel bir ritm tutuyor). Bu, çocukları en kolay yakalayan, “Vay canına” dedirten şey. İKSV ile ortak bir proje olacak. Bir çağdaş, bir de bu topraklara ait bir öyküye odaklanan bir opera...
* Bundan sonraki büyük hedef nedir?
- Yurtdışında yaratıcı endüstrilerde çalışan arkadaşlarımızın geri gelmelerini bekliyorum. Nasıl herkes Berlin’de kendini ifade edebileceği bir ortam buluyor, İstanbul ve diğer kentlerimizin de buna aday olmalarını isterim. En büyük projem bu olurdu.
Çok teşekkür ederiz şehri güzelleştiren, umut veren bu yer için.