Güncelleme Tarihi:
Daracık dolambaçlı yollardan, gün henüz devrilmişken yol alıyorum Kapıkırı Köyü’ne doğru... Milas-Bodrum anayolundan Bafa Gölü tabelasına sapıp 10 kilometre kadar gidiyorum. O arada da ‘Yol üzeri bile değil, Michelin’ciler nasıl bulmuş burayı’ diye düşünmeden edemiyorum. Çoğumuz böyle bir yerin farkında değildik ve Michelin töreninde Agora’nın ismi okunduktan sonra “Herhalde Bodrum’a giderken tesadüfen uğradılar, çok sevdiler ve bastılar yeşil yıldızı. Talih kuşu!” konuşmaları olmuştu salonda.
Kapıkırı Köyü’ne girip, şaşkınlıkla sağlı sollu Almanca tabelalar arasından geçip Agora’yı arıyoruz. ‘Terrasse mit seeblick’, ‘Zimmer mit seeblick’ yani göl manzaralı teras-oda yazılı pansiyonlar arasından ilerleyip az daha içlere doğru aradığım tabelayı buluyorum. Etraf buram buram pirina kokuyor. Pirina zeytinyağı sıkıldıktan sonra kalan posaya verilen ad. Bazılarına ağır gelebilir ama ben garip şekilde seviyorum bu kokuyu.
Ahşap, iki katlı binadan içeri merakla giriyorum. Fotoğrafçımız Levent (Kulu) çoktan sofraya oturmuş, sanki onlarca yıllık dost gibi Serçin ailesiyle neşeli bir sohbette. Hemen masaya ilişiyorum. Baba Orhan Serçin üç yıllık tulum peynirinden ikram ediyor, önümdeki kâseye de koyu yeşil renkteki yağlarından döküyor. Ve ziyafet başlıyor... O arada Özgün Serçin tüm güler yüzüyle mutfaktan yanımıza geliyor. Hemen kalkıp boynuna sarılıyorum. Michelin törenindeki gerginliğinden eser yok Özgün Hanım’ın. Az önce Levent için söylediğim şey bir anda benim için de geçerli oluyor. Derin bir sohbete dalıyoruz aile fertleriyle.
Önce zeytinyağlılar geliyor, ekşili nohutlu pırasa, nefis bir sarma, sarımsaklı yoğurtlu bir kızartma tabağı, haşlanıp üzerine zeytinyağı gezdirilmiş yabani otlar, çıtır çıtır bir yeşil salata. Hemen ardından yılanbalığı ve levrek çıkıyor ızgaradan gölün mahsulleri olarak. Hepsinin yanında yıllanmış ekşi mayalarıyla yaptıkları sıcacık ekmek. O sırada ocak ayında balıklar iyice yağlanınca
gölün 1978 yılına kadar sahibi olan (evet, yanlış okumadınız, göl eskiden özel mülkmüş) Özbaş ailesinden öğrendikleri yöntemle yılanbalığını nasıl ıslak fümelediklerini anlatıyorlar.
Aile yemeklerini paylaşmışlar
Agora Pansiyon, 1987’de ikisi de Kapıkırı Köyü’nde doğmuş olan Özgün ve Orhan Serçin çifti tarafından açılmış. İki katlı ahşap ana binanın etrafına serpiştirilmiş, yürürken kafanıza yediveren limonlarının değdiği 10 tane odadan oluşuyor pansiyon. Köye gelenlerin yemek ihtiyacını karşılamak için kendilerine pişirdiklerinden ikram etmekle başlamışlar aslında. “Biz ailece yemeği çok severiz. Annem ve kayınvalidem de çok güzel yemek yapardı. Ben de onlardan öğrendim” diyor Özgün Hanım.
Onlar konuştukça benim şaşkınlığım artıyor ve aslında biraz da mahcup oluyorum. Zira akın akın yabancıların geldiği köy ve çevresinden tesadüfen okuduğum birkaç yazı ve gördüğüm fotoğraf dışında haberim yok. Zaten pandemi zamanı yerli turistle tanışmış onlar da. Onun öncesinde ağırlıklı Alman turist, son iki yıldır da Fransız akını varmış köye. Hatta 2022 yılında Franck Charton tarafından Le Figaro’nun seyahat dergisinde 9 sayfalık bir yazı kaleme alınmış ‘Uyuyan Güzel Bafa Gölü’ başlığıyla.
Yazıyı ve mekânla alakalı yabancı yorumları okuduktan sonra Michelin müfettişinin buraya tesadüfen gelmediğini anlıyorum haliyle. Herkesin merak ettiği o soruyu da ailenin iki oğlundan biri olan Mithat’a soruyorum: “Peki, sizin farkınız ne?” Mithat, Kapadokya Üniversitesi Turist Rehberliği Bölümü mezunu. Girişkenliği, vizyonu ve bakış açısıyla anne ve babasının başlattığı bu işi çok doğru yöne çevirmeyi başarmış bir genç. Ve sorumu aslında her şeyi özetleyecek şekilde cevaplıyor: “Farkımız öncelikle dil, iletişim kurmayı bilmek. Biz domates, biber satmaya çalışmadık, zamanı pazarladık. İnsanların buraya gelmesi için bir neden yaratmak gerekiyor. Bahçede annemin domates toplamasını, o domateslerle salça yapışını gösteriyoruz. Yıllardır kullandığımız güveçte enginarlı, şevketibostanlı etli güveç nasıl yapılır, o yedikleri otlar nasıl toplanır, gösteriyoruz. İnsanlara ne yaptığımızı anlatıyoruz. Yedikleri şeyin özel olduğunu ama ondan da öte o ürüne harcadığımız emeği göstermeye ve anlatmaya çalışıyoruz...”
Özetle insanları doğal yaşam döngülerinin içine alıyorlar. Önceden de dikkat ediyorlarmış ama 2006’dan bu yana plastik, cam, kâğıt, organik atıkları ayırıp Milas’taki geri dönüşüm merkezine götürüyorlar. Özgün Abla diyor ki: “İçinden gelmeli böyle şeyler, biz köy yerinde bunu gördük, böyle büyüdük. Zoraki yaparsan birkaç kez yaparsın, sonra kalır, sürdüremezsin.”
Agora Pansiyon’un Michelin Yeşil Yıldızı alması, kırsal kalkınmanın, gastronomik mirasın ve genlerimize işlemiş sürdürülebilirliğin bir başarı hikâyesi. Bu ödül, sadece Agora’nın değil, tüm bölgenin yükselişine katkı sağlayacak önemli bir mihenk taşı...
“Taş görmeye mi köy düğününe mi geldik?”
Serçin ailesi yerli turistin hoyrat tutumu ve beklentisine karşı biraz kırgın. ‘Taş görmeye mi geldik’ diyenler mi istersiniz; sofraya konan keşkek ve sarmayı görünce ‘Hayırdır, köy düğününde miyiz’ diyenleri mi? Şaşırdım mı? Tabii ki hayır. Malum, yerli turistin beklentisi ve tatil anlayışı farklı. Biraz bakış açısını değiştirmek, farklı şeylerden beslenmeye açık olmak gerektiğini gösteriyor aslında bize bu durum.
Ünlü Amerikalı doktor tavsiye etmiş
Mithat Serçin, arkeotrekking yani arkeolojik kalıntılar arasında yürüyüş turları organize ediyor. Özgün Hanım ise isteyene yemek pişirme dersi veriyor ama önce bahçeye sokup malzemeleri toplatarak. Kimlere sofra kurmamış ki şimdiye kadar... Mesela Amerikalı ünlü fonksiyonel tıp uzmanı Mark Hyman sosyal medyasında “Türkiye’nin antik kıyılarını keşfediyor, iyi kalitedeki zeytinyağlarını tadıyorum. Mütevazı hayatlar, lezzet dolu dost sofraları... Uzun yaşamın basit sırları...” diye paylaşınca ABD’liler mercek altına almış Agora’yı.